Kelâmbaz

Osmanlı’da Üniversite Yok Muydu?

Geçenlerde bir gün odamda kaylule yapmak üzere iken, sınırlı da olsa teşrik-i mesaimiz olan akademiden bir zevat gelip yanıma oturdu. Havadan sudan derken, muhatabım konuyu Osmanlı’ya getirip, Avrupa’da Orta Çağdan kalma birçok köklü üniversitenin olduğunu, Osmanlıların ise Tanzimat devrine kadar üniversitesi olmadığını bu sebeple de aşağılık kompleksine kapıldığını ima etmesin mi? Bendeniz bunun üzerine her devrinde Osmanlı’da üniversite olduğunu söyledim. Tanzimat sonrasında kurulan mekteplerden (fakültelerden) başka, Sultan Fatih’in emriyle kurulan Sahn-ı Seman Medreseleri ve Süleymaniye Medreselerinin ve dahi Ayasofya Medresesinin birer üniversite olduğunu, ne var ki bu köklü Osmanlı eğitim kurumlarının 1924 senesinde kapatıldığını söyledim. Hatta turist otobüsleri rahatça park etsinler diye 1930’ların karanlık yıllarında Ebul Feth Gazi Mehmed Han’ın kurdurduğu Ayasofya medresesinin karakuşi bir kararla yıktırıldığını da söyledim. Bu sözlerim onda büyük bir üzüntü ve kedere yol açtı. Dayanamayıp gitti.

Peki acaba biz Osmanlı medreseleri hakkında ne kadar bilgiye sahibiz. Bize öğretilen bu medreselerin çok eskiye, Selçuki veziri Nizamülmülk’e kadar dayandığı ve Osmanlıların eğitim kurumları olduğu. Ekseriya bir havuz veya çeşmenin süslediği avlunun etrafında yerleşmiş odalardan mürekkep, büyük bir derslik binasına sahip yapılar. Hepsine de medrese deyip geçiyoruz. Halbuki bugün eğitim-öğretim nasıl ki derecelere ayrılmış vaziyette, Osmanlılarda da medreseler böyle idi. Şu farkla ki medreselerde maarif sene bitirme üzerine değil, ders geçme üzerinde inşa olunmuştu. Bir talebe bir dersin verildiği medreseyi 3 ayda bitirip, diğer medrese de 1 yıl kalabilirdi. Bazı medreseler için Sultan Fatih ve Kanuni devirlerinde tespit edilmiş süreler vardı. Nihayet Sahn-ı Seman Medreselerine kadar talebelerin en aşağı 5 yıl tedrisat yapmaları şarttı.

Medreselinin Günlük Hayatı Nasıldı?

“Medrese” kelimesi Arapça ders yapılan yer demektir. Keza ders yaptıran manasına da müderris kullanılır. Her medresenin başında mutlaka bir müderris (profesör) bulunurdu. Müderrisin muid (asistan) unvanında bir yardımcısı olurdu. Muid müderrisin gözetiminde talebeyi okutur ve dinlerdi. Ders okuyan talebeye softa, yüksek derecedeki Sahn ve üstü medreselerdeki talebeye ise danişmend denirdi. Talebeler medresedeki odalarında yatar, külliye-kampüs içerisindeki imaretten ücretsiz yemek yer, buranın kütüphanesini ve hamamını kullanırlardı. Ramazan-ı şerif ayı ve cuma günleri dışında haftanın iki günü daha tatil olur, haftanın 4 günü ders yapılırdı. Tatil günlerde talebeler ders notlarını tamamlar, sahafları gezer, kütüphanede çalışır ve münazara etmek üzere ilave okumalar yaparlardı. Bunun dışında kalan ihtiyaçları için her talebeye günlük 2 akçe burs verilirdi.

İmparatorluğun hemen her şehrinde ve kasabasında organize olmuş bu irfan ocaklarından yetişen medreseliler, sınıf şuuruna sahip, güzel giyinen, oturaklı, nüktedan ve cemiyet içinde itibarı yüksek fertler olduğundan herkes onları damat olarak almak isterdi. Tanzimat devrini müteakip okullarda yetişen halka tepeden bakan neslin aksine, medreseliler halktan geldiği gibi hiçbir vakit halktan kopuk da olmamıştır. Bunun en mühim sebebi ise “cer’e çıkma” geleneğiydi. Bu adet-i kadim üzere Ramazan-ı şerif ayında medreseliler köylere ve kasabalara dağılarak 1 ay boyunca köylerde Kuran-ı kerim okutmakta ve köylülerin ilmi fıkhı müşküllerini çözmekteydiler.

Medreselerden Kim Yetişir

Fatih Devrine kadar medreseler askeriye dışında kalan bürokrasi de dahil tüm kadrolarını yetiştirirken, Enderun-u Humayun ve devşirme ocağının güçlendirilmesiyle bürokratlar Sultanın sarayından yetişmeye başlamış ve medreseliler için bu saha kapanmıştır. Bununla birlikte Fatih Sultan Mehmed’in medreselere ehemmiyet vermediğine hükmetmek çok yanlış olur. Zira Sultan Fatih gerek Ayasofya ve Sahn-ı Seman gibi medreseleri kurmuş gerekse medreseleri yakından takip ederek buradaki yetenekli talebelerin yüksek mevkilere gelmesi için teşvik etmiştir. Medreseler cemiyetin ihtiyaç duyduğu Kadı (İslam Hukukçusu, Hâkim), Din Adamı (Müftü), Müderris (Akademisyen), Hekim, Mühendis, Kazasker, Defterdar, Nakib-ül Eşraf, Ruznamçeci (Yüksek Yargı ve Eğitim Bürokratları) yetiştirmek için kurulduğunu söyleyelim. Bugün İngilizce tüm okullarda zorunlu dil olduğu gibi, geçtiğimiz yüzyıl başına kadar Latince ve Grekçe Avrupa’da bilim dili olarak kabul ediliyor, kitaplar bu dilde yazılıyor ve herkes bu dilleri öğrenmenin yollarını arıyordu. İşte bu bağlamda İslam dünyasının bilim dili olan Arapça da, Osmanlı medreselerinde çok geniş bir saha işgal ediyordu.

Medresede Yükselmek

Osmanlı coğrafyasında doğan bir çocuğun ilk gittiği okul Sıbyan mektebi oluyordu. Burada Kuran-ı kerim, okuma, basit düzeyde hesap (matematik) ve ilmihal bilgisi öğretilmekteydi. Mahalle veya köylerdeki sıbyan mektebini bitirenlerden muhtasarat denilen sarf ve nahiv derslerini (kelime ve cümle bilgisi), hesap (matematik) ve hendese (geometri) derslerinin ilk derecesini alanlar medreseye adım atmaya hak kazanırlardı.

Yanda tablo halinde gösterdiğimiz üzere medreseler en altta Haşiye-i Tecrid olmak üzere Süleymaniye Medreselerindeki Darülhadis’e kadar silsile halinde uzamaktaydı. Talebe kabiliyeti ve azmi doğrultusunda bütün bu basamakları tırmanıp icazet (diploma) almalıdır. Eğer dahile kadar yükselir ve fakat buradan sonra lisans düzeyindeki Sahn ve üstündeki medreselere gitmek istemezse, imam veya sıbyan mektebinde muallim olabilir. Bu kişi artık kadı olamaz ama gerekli staj ve imtihanları verdiği taktirde kadı naibi (yardımcısı) olabilir. Böylelikle Osmanlılarda en basit cami hocası ve imamın dahi bugünkü manada lise mezunu olduğu anlaşılıyor.

Medreselerde hadis, fıkıh, kelam, akaid gibi nakli ilimlerle beraber astronomi, tabiat ilimleri, hikmet, matematik ve geometri akli ilimler öğretilmekteydi. Medresede okutulan en meşhur ders o medreseye ismini verdiğinden Haşiye-i Tecrid, Miftah, Telvih gibi isimler almıştır. Dergimizde bu dersleri layıkı veçhiyle konu alan ayrı bir makale bulunduğu için bu konuya temas etmeyeceğiz. (Osmanlı Medreselerinde Tedrisat)

Müderrisin Dinamik Dünyası

Ayrı bir tablo halinde verdiğimiz üzere müderris kadrosuyla en aşağı dereceden medreseye giren akademisyen 20 akçe günlük ücret almaktadır ve münhal (boş) kadro bulundukça bir üst medreseye girebilmektedir. Boşalan bir kadroya aynı derecede iki veya daha fazla müderris başvurduğunda bunların arasında imtihan yapılırdı. Aday müderrislere bunun için herhangi bir konu verilip, takrirleri (bilimsel yaklaşımları) dinlenir, aynı zamanda bu mesele üzerine bir makale yazmaları istenirdi. Bunu müteakip heyet (jüri) kararını verir, kimin kadroya hak kazandığını açıklardı. Bu imtihanlar kazasker denilen bugünki YÖK ve Yargıtay başkanı düzeyinde ilmiye bürokratlarının hazır bulunduğu, büyük camilerden birinde herkesin gözü önünde cereyan ederdi. Böylelikle hem ilim ve onun mensupları halkın gözünde itibar görür hem de kayırma ve iltimasın önüne geçilmiş olurdu. Bugün üniversitelerimizde akademisyen alımı esnasında hazırlanan ısmarlama kadro ilanlarını düşünecek olursak, Osmanlı medreselerinin ne denli ilim merkezleri olduğu daha iyi anlaşılır.

Müderrislerin, medreselerde teorik eğitim vermek dışında, bulundukları dereceye göre kaza (ilçe), sancak (şehir) ve eyalet merkezlerinde (vilayet) kadılık vazifesi alabilmekteydiler. Bunun için hazırladığımız tablodan da anlaşılacağı üzere, Hariç’e kadar olan medreselerde vazifeli iken adli hizmete atılan müderrisler kazalara, Sahn-ı Seman denilen Fatih medreselerine kadar olan Hariç ve Dahil müderrisleri sancaklara, Sahn ve üstündeki müderrisler mevleviyet kadılığı denilen itibarlı pozisyonlarda eyalet merkezlerine gidebiliyordu. Mevleviyet kadılıklarında yükseldikten sonra Anadolu Kazaskerliği, Rumeli Kazaskerliği ve nihayet Şeyhülislamlık geliyordu. Padişahın tahta çıktığı cülus ve bayram merasimleri esnasında, mevleviyet kadıları padişahı tebrik edecek olduğunda, veziriazamın bildirmesiyle, derecesine hürmeten padişah derhal ayağa kalkardı.

Halkın Arasına Karışan Profesörler 

Kadı olarak İstanbul’dan taşra çıkan müderrisler, burada oturup, kalkması, güzel konuşması ve ince zevkleri ile insanlar için bir emsal, referans teşkil etmiştir. Kadıların bu hususiyetinden dolayı, güzel evsafı ile ön planda olan bir kişi ufak bir kusur yapınca “O kadarı kadı kızında da olur” tabir olmuştur. Tarihin her devrinde olduğu gibi Osmanlılar devrinde de nefsinin esiri, mal ve mansıb sevdasıyla halka zulmeden idareciler olmuş, bunların karşısında halk, kadıların arkasına sığınmış, kadılar da bu eşkıyalara meydanı teslim etmemiştir. Osmanlı teşkilatı, kadıların yerel siyasi otorite karşısında eğilmemeleri için itinayla tanzim edilmiştir. Şöyle ki kadı, bulunduğu havalide hiçbir siyasi otoriteye hesap vermediği gibi direkt olarak imparatorluk meclisi, Divan-ı Humayun’a mektup yazabilmekteydi. Yerel ileri gelenler kadıyı tehdit edecek kadar gemi azıya aldığında ise, kadı vaziyeti İstanbul’a bildirip, derhal istifa ederek münhal olan başka bir kadılığa veya medreseye girebilmekteydi. Bu süre zarfında zengin medrese vakıfları kadı’nın idame-i hayatı için gerekli parayı tahsis etmekteydi. Adaletin en kritik unsuru olan kadı ve müderrislerin önemini kavradığı için ileri gelen tüm Osmanlılar hanım ve beyleri zengin medreseler vakfedip bu hayra ortak olmuşlardır.

Kaynak ve İlave Okuma

İlmiye Teşkilatı, İsmail Hakkı Uzunçarşılı

Osmanlı Medreseleri (makale), Ekrem Buğra Ekinci

Yazarın Beğenebileceğiniz Bazı Yazıları

Bizans’ta Eğitim

Ayasofya’nın Mozaiklerini Kimler Kazıdı

Genç Plinius: Bir Roma Entelektüeli

Yorum Yaz

Bu site reCAPTCHA ve Google tarafından korunmaktadır Gizlilik Politikası ve Kullanım Şartları uygula.

Bizi Takip Et!