Kelâmbaz

Osmanlı Coğrafyasında İlmin, Devletin Akameti Ve Günümüze Yansımaları

Günümüzde İslam âleminin durumu maalesef içler acısı. Zamanında ilmin ve medeniyetin beşiği olan Orta Doğu, Mâverâünnehir ve Hind gibi memleketler nasıl bu hâle geldi? Bu topraklarda yaşayanlar İslamiyet’in ve ehl-i sünnetin en mümtaz temsilcileri iken nasıl oldu da “Ilımlı İslam” gibi tamamen İslamiyet’ten uzaklaştırma ve dinin içini boşaltma operasyonunun merkezine oturdu? Bunun müsebbibi kim, bizleri cahil kılıp da bu noktalara sürükleyen sebepler ne?

İlk devirlerden günümüze kadar geçen zaman tahlil edildiğinde, Müslümanların sayısının artmasına mukabil, ondan daha hızlı bir şekilde düşmanlarının da arttığını görmek mümkün. Sürekli, bir mücadele içinde olundu. Zaten İslamiyet’in cihat emri de bunu gerektirmektedir. Fakat bunu yapabilmek için Müslümanların güçlü olmaları ve devrin bütün ilimlerine hâkim ve sahip olmaları gerekmektedir. Nitekim Asr-ı Saadet’ten günümüze kadar Müslümanlar; ne zaman ilme ehemmiyet vermiş, onu baş tacı yapmışsa o zaman İslamiyet’e bağlı kalmış, o derece muvaffak olmuşlar. Ne zaman ki ilimden uzaklaşmışlar; işte o zaman da medeniyetleri akamete uğramış ve bir müddet sonra da tarih sahnesinden silinmişlerdir. İşte bütün Müslüman devletlerde olduğu gibi Osmanlı Devleti’nin başına gelen de tamamen bundan ibarettir.

Batılılaşma

Böyle tarif edince “Hırsızın hiç mi suçu yok?” denildiğini duyar gibiyim. Elbette, iç ve dış düşmanlar da boş durmuyor. İslamiyet’i tamamen ortadan kaldırmak veya bozmak için bütün güçleri ile saldırıya geçiyorlar. Hâlen de bu saldırıya devam ediyorlar. Herkes tabiatı gereği neyse onu yapıyor. Burada problem, bizim tabiatımız gereği yapmadıklarımız. Biz bu duruma nasıl geldik? Bu; hemen, kısa sürede gerçekleşmiş bir şey değil; en az üç yüz yıllık bir zayıflatma operasyonunun neticesi. Büyük servetlerini bu gayeleri için harcadılar. Bunun için de Osmanlı Devleti’nde ve diğer İslam memleketlerinde gerek maddi gerek başka menfaatler ile aldattıkları iş birlikçileri ile hamlelerine başladılar.

Batı’nın teknolojisine değil de örf ve âdetine, yaşayışına talip olmaya, onlar gibi yaşamaya, onlar gibi olmaya “Batılılaşma”, güya “medeniyet” dediler! Bu akımın önünü ise 1839 yılında Tanzimat Fermanı ile Mustafa Reşit Paşa açtı. İskoç Mason teşkilatı üyesi Lord Rading vasıtasıyla tatlı vaatlerle kandırılan Reşit Paşa, Mason locasına üye yapıldı. Daha sonra da sadrazamlık makamına tayin ettirildi. Bundan sonra da getirildiği bu makamın diyetini “layıkıyla” ödedi. İlk işi de Lord Rading’in hazırladığı reform ve ıslahatları Tanzimat adı altında yürürlüğe koymak oldu.

Ardından, casusluk ve ihanet ocakları faaliyete başladı. Osmanlıyı geri bırakan sebepler olarak İslamiyet gösterilmeye çalışıldı. Gençlere ecdat düşmanlığı aşılandı. Birçok milleti içinde barındıran o büyük devlete, devrin gözde akımı olan “Milliyetçilik” (ırkî tarafını ön plana çıkarmak suretiyle) kavramı sokuldu ve birlik parçalanmaya başladı. Daha sonra da mücadelelerini esas hedeflerine yani ilme yönelttiler. Osmanlı Devleti kurulalı beri bir arada yürüyen ve Osmanlı entelektüelinin de şiarı olan aklî ve naklî ilimleri birbirinden ayırdılar (mektep-medrese ikiliği). Medreselerde okutulmakta olan fen, hesap, hendese, astronomi, matematik gibi fen ilimlerini kaldırdılar. Böylece fen ilimlerinden bihaber bir din adamı görüntüsü meydana getirdiler. Çünkü Osmanlıyı medeniyete götüren hakiki vasıtanın fen ve din ilimlerinin bir arada bulunduğu ilim ve irfan yuvaları olan medreseler olduğunu biliyorlardı. Bu sebeple ilk hedefleri fen ilimlerini kaldırarak medreselerin içini boşaltma gayreti oldu.

Bu manada Tanzimat, daha evvel başlamış olan medresedeki bozulmayı tamir etmek ve müfredatı akli ve nakli ilimlere şamil modern okullar kurmak yerine, yarayı derinleştiren bu iki sistemlilik hamlesini yapmakla ilmî geleneğe en büyük zararı yapmıştır.

Dinde Reform

“Batılılaşma” hamlesinin sonraki perdesinde ise dinde reform hareketiyle İslamiyet’in içini boşaltarak kendi akıllarındaki İslamiyet’i yerleştirmeye başladılar. En mühimi 20. yüzyılın başlarında ortaya atılan Rus idaresindeki Müslümanların “Ceditçilik” yani reform hareketleridir. Günümüzde de devam eden bu akımın kitapları, bozuk fikirleri “İslam” adı atında tanıtılmaya çalışılmakta ve günümüzde birçok sapık akımın ve müdafilerinin yetişme ve çıkış noktası olmaktadır.

Reform hareketi için İslam âleminin üç önemli ilim merkezi olan Mısır (Ezher), İstanbul ve Buhara-Semerkant hedef seçildi. Önce Ezher ele geçirildi. Yetiştirdikleri Afganî vasıtasıyla Ezher, modernist akımın tesiri altına girdi. Sonra burada eğittikleri kimseleri Tataristan’a göndererek Müslümanları Ceditçi- Kadimci diye ayırarak birbirlerine düşürdüler.

Bu hareketlerin öncüleri, pozitivist (maddeci, inançsız) ve Ezher’den yayılan dinde reform fikirlerinden etkilenen kimselerdi. Öncüleri olan Cemaleddin Afgani 1888’de Petersburg’ta bulunmuş, ceditçilerle görüşerek onları yönlendirmiştir. Carullah ve Rızaeddin bin Fahreddin bundan çok etkilenmiştir. O kadar çok etkilenmiş olacaklar ki daha sonra Rızaeddin bin Fahreddin, Afgani hakkında müstakil bir kitap yazmıştır. Musa Carullah, Ziya Kemali gibi reformcular Mısır’a giderek Afgani gibi reformcuların ders halkalarına katılmış, diğer taraftan da Ruslarla iç içe olmuşlardır. 1917’deki Komünist ihtilalinden sonra milyonlarca Müslüman ve din adamının katledilmesine rağmen Carullah’ın 1930 yılına kadar Rusya’da kalması ve Moskova’da imamlık yapması, çeşitli dinî toplantılara katılması oldukça dikkat çekicidir. Bu akımın organizatörlüğünü yapanlar, milliyetçiliği de dinin yerine ikame etmek kasdıyla, İttihatçılarla iş birliği yaparak Kırımlı İsmail Gaspıralı, Yusuf Akçura gibi kimseleri kullandılar. Her iki grup bilerek veya bilmeyerek ehl-i sünneti ve bunun hamisi olan Osmanlı’yı yıkmak için iş birliği yaptı.

Her Şeyi Tartışalım mı?

Dikkat edilirse dinde reformu, değişimi savunan kimseler devamlı, “Dinde ne varsa her şeyi tartışalım, konuşulmayan bir şey bırakmayalım.” sloganları ile bu mevzuyu gündemde tutuyorlar. “Tesettür, namaz ve bunun gibi emirleri tartışalım. Kelam ve fıkıh kitapları dinî konularda konuşmamızı önlüyor ve standart bir inanma ve ibadet etme şartı getiriyor. İslamiyet de bu yüzden bu hâle geldi. Beş vakit namaz nereden çıktı, üç olmaz mı, iki olmaz mı?” şeklinde konuşmalar ve tartışmalarla suyu bulandırıyorlar. Hâlbuki bu tartışmaların sonu bu insanlar tarafından hem hiçbir yere bağlanmamış ve sadra şifa bir netice Müslümanların önüne konulmamış hem de dinin usul ve esasları umarsızca gözden düşürülmüştür. Nasıl ki fennin, teknolojinin esası tartışmaya dayalıysa, bu ilimler ancak tartışmayla gelişip olgunlaşıyorsa din de nakil esasını kabul etmekle mükemmelliğini, orijinalliğini koruyabilir, hak din olarak kalabilir. Biz bugüne kadar tartışılması gerekeni tartışmadık, hep tartışılmaması gerekeni tartıştık.

Neticede medreselerden yetişenler önce fen ilimleri açısından salahiyetsiz bir duruma düşürüldü; sonra cahil, yobaz diyerek toplumdan dışlanmaya çalışıldı. Diğer okullardan yetişenler ise “terakki” yani “ilericilik” adı altında İslamiyet’ten habersiz şekilde yetiştirildi. Kendi manevi değerlerine, kültürlerine düşman bir nesil ortaya çıkartıldı. Neticede bu yıkım bin yıla aşkın millî, manevi ve an’anevi değerleri de yanında götürdü.

İki Mühim Sacayağı: Aile ve Okullar

Günümüze gelirsek Batı’nın “kültür” ve “üniversal değerler” adları altında bize yaptığı dayatmanın şiddeti her geçen gün artarak devam ediyor. Neredeyse kurtuluş ümidimiz yok denecek bir durumdayız. Bu sebeple ne kadar az zararla inancımızı, ahlakımızı koruyabiliriz; artık bunun hesabını yapmak zorundayız. Eskisinden daha çok gayret göstererek önce kendimizi, sonra çoluk çocuğumuzu manevi değerlerimizle donatmamız gerekiyor. Fetih günleri çok gerilerde kaldı, müdafaada olduğumuzu asla unutmayalım. Bu kadar bedbin bir tablo çizdikten sonra “Peki bunu nasıl yapacağız?” sorusu aklımıza geliyor.

Kuleli Askeri Lisesi (Mekteb-i Fünun-ı İdadiye)

Çarenin iki mühim sacayağı var: İlki ve en mühimi aile. Anne ve baba olarak dinimizi, kültürümüzü, geleneklerimizi, hasılı olmazsa olmazlarımızı mutlaka anlatmamız gerekiyor. Ancak bunu iş işten geçtikten sonra değil, henüz meyve daha olgunlaşmadan, dalındayken yapmamız gerekiyor; dalından düştükten sonra didinmenin, çırpınmanın bir manası kalmıyor. Eğer, “Daha yaşı küçük, henüz çocuğun kafasını bu bilgilerle doldurmayalım, onu boğmayalım!” diyorsak bu, gaflette olduğumuzu; daha doğrusu bu düşünceyi bizim kafamıza sokan ama kendi çocuklarına daha 4-5 yaşındayken kendi dogmalarını öğreten sözde Batılı aydınların tesiri altında olduğumuzu gösterir. Çocuklarımıza kendi değerlerimizi de ancak ceddimizden tevarüs ettiğimiz yol ile yani ilmihâlimize sarılarak öğretebiliriz.

Bu konudaki ikinci sacayağı ise çocuklarımızın hayatının ciddi bir kısmının geçtiği okullar ve bu zaman zarfında sürekli hemhâl oldukları hocalar. Burada bütün yükü öğretmene yüklemek yanlış olur. Çocuğun eğitim hayatı belirli bir yaşa kadar bittabi ailenin mesuliyetindedir. Bu sebeple öğretmenle veli arasında sağlam bir bir irtibat olması gerekir. Bizde ise bu diyalog çok zayıf. Eskiden hem öğrenci hem veli öğretmenden çekinir ve öğretmenlere hürmet gösterirdi. Ancak artık böyle bir şey kalmadı. Veliler, çocuklarının bir şey öğrenmesini değil de üniversite imtihanında yüksek puan almasının sağlanmasını isterken çocuklar da eğlenerek vakit geçirme derdinde. Hâl böyle olunca çocukların da öğretmenlerine karşı ne sevgisi ne de hürmeti kaldı. Artık çocuklar, öğretmenlerini bir üst otorite olarak görmüyor. Bunun neticesinde de eğitim hayatı manen büyük bir sekteye uğruyor. Çocukların arasından sadece şanslı olanlar, aileden düzgün bir eğitim alanlar ve ana-baba duası almış olanlar sıyrılıp çıkıyor.

Muallim mi Müellim mi?

Yeri gelmişken hocaların hocalık vasfıyla ilgili olarak merhum Ahmet Arvasî Hoca’mızın başından geçen bir hatırayı da anlatalım:

Ahmet Arvasî Bey, altmışlı yıllarda, Ağrı’nın Molla Şemdin Köyü’ne ilkokul öğretmeni olarak tayin edilir. Başta muhtar olmak üzere köyün ileri gelenleri kendisini karşılar ve kalacağı eve yerleştirirler. Her türlü ihtiyacı karşılanan Ahmet Bey’in bir şey dikkatini çeker. Köyün ileri gelenleri kendisine hitap ederken kelimenin üzerine basa basa “Müellim Bey” derler. Buna rağmen kendisi bir şey söylemek istemez. Çünkü telaffuzda zorlandıkları için “muallim” yerine “müellim” dediklerini düşünür. Ahmet Bey kısa zamanda köylülerle kaynaşır, köy odalarında ve evlerdeki sohbetlere katılır. Onlarla camiye gider, onların düğünlerinde bulunur, bayramları da beraber kutlarlar. Köylüden kopuk bir öğretmen değil, onlardan biri hâline gelir. Kendilerine tepeden bakmayan, onlarla oturup kalkan, onların sevinçlerini paylaşan, dertlerine ortak olan bu genç öğretmeni köylüler bağırlarına basarlar.

İş bu noktaya gelince daha önce kendisine “Müellim Bey” diye hitap eden köylüler artık “Muallim Bey” diye hitap etmeye başlar. Bu durum Arvasî Hoca’nın dikkatinden kaçmaz ve Arvasî Hoca merakını gidermek için bunu muhtara sorar. O da âdeta günlerdir bu sorunun sorulmasını beklemektedir. Başını kaldırarak ağır ağır konuşmaya başlar: “Evet Muallim Bey, size önceleri ‘Müellim’ dememizin önemli bir sebebi vardı. Kısaca size anlatayım da sizin de merakınızı gidereyim: Bugüne kadar köyümüze gelen öğretmenler hep bizden uzak kaldı, bizim dünyamıza giremedi. Onların ayrı bir dünyaları vardı. Bizimle alakası olmayan, Avrupa’dan gelmiş kimseler gibiydiler. Bizim inancımıza, yaşayışımıza ters bir hayat tarzları vardı. Bizimle yaşayış, inanç birlikleri olmadığı gibi bu değerlerimizle alay da ediyorlardı. Ne aramıza katılır ne de camimizin yolunu bilirlerdi. Hâl böyle olunca bizler bu vaziyete çok üzülüyorduk. Davranışları bize üzüntü, sıkıntı, elem veriyordu. Bunun için biz onlara, ‘elem veren, sıkıntı veren’ manasında ‘Müellim’ diyorduk. Onlar bu kelimenin manası bilmedikleri için bizim bu hitabımızı sizin gibi telaffuz hatası zannediyordu. İlk günler sizi de onlardan zannettik. Bunun için size, ‘Müellim’ dedik. Sonra baktık ki siz onlara hiç benzemiyorsunuz, bizden birisisiniz. Bunu anlayınca artık size ‘Muallim’ demeye başladık.”

Muhtarın bu sözü üzerine Arvasî Hoca, “Anadolu’nun mektep ve medrese görmese bile ne kadar derin bir idrake, irfana sahip olduğunu bu ibretli hadiseden sonra bir kere daha anladım.” der.

Netice

Bu kısa hatırada da olduğu gibi veli ve öğretmen yani muallim iki mühim sacayağıdır. Bunlar birbirleriyle ne kadar haberdar ve uyumlu olursa o zaman bir ilerleme kaydedilir ve ortaya bir netice çıkar. Herkesin bir hesabı var ve dünya nizamını da ona göre kurmaya çalışıyor. Ancak unutmamalıdır ki Allahü Teala’nın da bir hesabı var.

İnşaallah bizler, bizden sonraki nesilleri ceddimizin şuuru ve ciddiyeti ile onlardan sonraki nesillere hazırlayanlardan oluruz.

Unutmayalım ki ilim her zaman baş tacı olmalıdır. Çünkü İslamiyet her daim ilerlemeyi ve ilim öğrenmeyi emretmektedir. Yazının başından beri belirttiğimiz gibi tarih boyunca kim ilme ehemmiyet vermiş ve onu ön planda tutmuşsa başarılı olmuş, o nispette hâkimiyet kurmuş; kim de ilimden uzaklaşmışsa o nispette yok olup gitmiştir.

Yazımızı, bütün anlattıklarımızı tek dörtlükte hülasa eden Yunus Emre Hazretleri’nin şu dörtlüğüyle ziynetlendirip nihayete erdirelim.

İlim ilim bilmektir
İlim kendin bilmektir
Sen kendini bilmezsen
Ya nice okumaktır.

Yazarın Bazı Yazıları

Osmanlı Devleti’nin Gizli Gücü: Aile

Sabahattin Ali’yi Kim Öldürdü?

Mehmet Fatih Oruç

Mehmet Fatih Oruç

1980 İstanbul – Fatih doğumludur. Anadolu Üniversitesi'nin Medya İletişim ve İktisat Fakültesi, Uluslararası İlişkiler bölümlerinde okumuştur.

1997 senesinde İhlas Holding’de iş hayatına başlayan Mehmet Fatih Oruç, ağırlıklı olarak şirketin medya kuruluşlarında çalışmıştır. Halen İhlas Holding Kurumsal İletişim Müdürü olarak görevine devam etmektedir. Yazmış olduğu araştırma yazıları Kelambaz haricinde Türkiye Gazetesi ve Divanyolu Dergisi’nde yayınlanmıştır ve yayınlanmaya da devam etmektedir. “Şanlı Diriliş, Ertuğrul’un Ocağında Uyandık” isimli bir kitabı basılmıştır.

Özellikle Osmanlı Tarihi konusunda birçok çalışmalar yapan Oruç, TGRT'nin bünyesinde bir çok programın yapımcılığı yapmış, bazılarında sunuculuk vazifesini üstlenmiştir. Halen TGRT Belgesel kanalında “Diyarlardan Gönüllere” isimli programın metin yazarlığını ve sunuculuğunu yürütmektedir.

Yorum Yaz

Bu site reCAPTCHA ve Google tarafından korunmaktadır Gizlilik Politikası ve Kullanım Şartları uygula.

Bizi Takip Et!