Kelâmbaz
tarihi kim yazar

Tarihi Kim Yazar?

“…Şimdi siz beni devleti yıkmaya çalışmakla suçluyorsunuz. Bu bir iftiradır. Anayasal düzeni değiştirmeye çalışmakla suçluyorsunuz. İsnat edilen bu suçun muhatabı ben değil, 1960’da, 1980’de silah zoruyla anayasayı değiştirenlerdir. Anayasayı yıkıyorsan, iktidarı ele geçiriyorsan kahramansın! İktidarı ele geçiremiyorsan hainsin! Hainle kahraman arasındaki farkı mahkemeler değil, tarih belirler… Tarihe nerden bakacağız? 1907’den tarihe bakarsak Enver Paşa eşkıyadır. 1908’de ‘Hürriyet Kahramanı’. 1914’te Başkomutan Vekili. 1918’de sürgün bir ‘mağlup komutan’. 1923’te ‘vatan haini’… Şimdi bana bugün söyleyeceğinizin, vereceğiniz hükmün tarih açısından hiç bir önemi yok…”

Yukarıdaki paragraf Kurtlar Vadisi’nin final bölümünde dizinin ana karakteri Polat Alemdar’ın mahkemede kendisine yöneltilen ithamlara verdiği cevaptır. Cevapta özetle şu anlatılıyor; bir insanın nasıl birisi olduğu, kahraman veya hain olduğu zamana veya zemine göre değişir. Tarihi hep kazananlar yazdığı için kaybedenlerden pek iyi bahsedilmez. Bir isyan muvaffak olursa, asiler kahraman olur. Kraldan çok kralcılar dalkavukluğa devam ederler, bunları yere göğe sığdıramazlar. İsyan başarısız olursa, isyana yeltenenlerin hepsinin kellesi gider ve isimleri tarihin tozlu sayfalarına “hain” olarak yazılır. Misal olarak Almanya’da Nazilerin iktidarda olduğu devirde ülkenin her tarafında Hitler bir kahraman olarak anlatılıyordu. O zaman bırakın Hitler’i tenkid etmeyi, onu övmemek bile suçtu. II. Cihan Harbi sonrası ise Hitler’i övmek suç olmuştur. O sebeple tarihî şahsiyetleri ve meseleleri değerlendirirken, kimin kazandığını değil, hadiseyi ele almalı ve objektif davranmalıyız. Şimdi tarihî meseleleri veya önümüze konulan bilgileri değerlendirme açısından birkaç misal vermek istiyorum.

Tarihî meseleler hakkında vereceğimiz hükümleri mahkemede hâkimin vereceği karara benzetebiliriz. Farz edelim bir mahkemede hâkim, önce davacıyı dinliyor ve davalının savunmasını dahi almadan hemen müebbet hapsine veya idamına hükmediyor. Böyle bir mahkemeye adil diyebilir miyiz? Diyemeyiz tabii ki. Mahkeme, eğer davacıyı dinledikten sonra davalıyı dinlese, ardından şahitleri de dinlese, olay yerinde gerekli incelemeleri yaptırsa, kamera kayıtlarına baksa, gerekirse davayı ileri bir tarihe tehir edip çalışmalarını daha bir titizlikle gerçekleştirse ve olaya ait her türlü belge ve bulguyu göz önüne alarak karar verse o zaman adaletli bir hüküm vermiş diyebiliriz. Tarihî meseleleri araştırırken de bakış açımız bu şekilde olmalı.

Bir mevzuda araştırma yapmak istediğimizde ekseri zaman önce bir ideolojinin kitabını okuyoruz ve başka bir araştırma yapmadan karşı taraf hakkında hükümde bulunuyoruz. Hâlbuki mahkeme örneğinde de gördüğümüz gibi çapraz okuma yapmamız, bütün tarafların o mevzudaki fikirlerini ele almamız, ince eleyip sık dokumamız ondan sonra karar vermemiz gerekiyor. Maalesef ekseriyet tarafından kabul görmüş bazı tarih tezlerinde buna benzer taraflı yargılamaları bariz bir şekilde görüyoruz. Tarihteki şahsiyetlerin ya tamamen siyah veya tamamen beyaz olduğu bu tezlerde gri renge ise pek rastlanmıyor. “Bizdense kahraman, bizden değilse hain” şeklinde komitacı mantığı hüküm sürüyor.

Vaka çalışması: Araplar bizi arkamızdan mı vurdu?

Ülkemizde belli bir kesim tarafından en çok dillendirilen bu tür propagandalardan birisi “Araplar bizi arkamızdan vurdu” iddiası. Hâlbuki meseleyi etraflıca tahkik ettiğimiz zaman varacağımız netice; bizi Arapların değil Arapların içinden bazı kabilelerin vurduğudur. Bazı kabilelerin yaptığı yanlış için nüfusu yüz milyonları bulan bir milletin tamamı suçlanabilir mi? Misal olarak günümüzde Suudi Arabistan’ı idare eden, Batı kontrolündeki Vehhabi Suud ailesi, zamanında Osmanlı’ya isyan etmiştir. İsyan etme sebebi ise Osmanlı’nın Türk olması değil, ehl-i sünnet olmasıdır. Nitekim o bölgede ehl-i sünnet olan yerli Arap ahaliyi de Vehhabi olmadıkları için katletmişlerdir. Eyyüb Sabri Paşa bu vahşeti Mir’atü’l Haremeyn ve Târih-i Vehhabiyan kitaplarında tafsilatlı anlatmaktadır.

Bazı Arap kabilelerinin yaptığı bir ihanet için “Araplar bizi arkadan vurdu” diyerek bütün Arapları o şekilde ele alacaksak, o vakit Osmanlı Batıya sefer düzenlediği zaman Osmanlı’yı arkadan vuran Karamanoğulları için de “Karamanoğulları bizi arkamızdan vurdu” değil de “Türkler bizi arkamızdan vurdu” dememiz icab eder. Aynı şekilde Sultan Yıldırım Bayezid zamanında Osmanlı’ya saldıran ve İstanbul’un fethini 50 sene geciktiren Timur bir Türktü. İslam dünyasının ortasında her daim fitne fitilini ateşleyen Safeviler Türktü. Celali isyanları ve Şahkulu İsyanı gibi onlarca belki yüzlerce isyan da hep Türkler tarafından çıkarılmış veya Türklerin iştirakiyle olmuştur. Tarihte kurulmuş Türk devletlerinin tamamına yakını yine Türkler tarafından yıkılmıştır. Görüldüğü üzere burada bariz bir çifte standart vardır. “Araplar bizi arkamızdan vurdu” şeklinde temelsiz ithamlarda bulunan insanların yine tarihte belki en çok Türkü öldürmüş, Buhara’yı Semerkant’ı yakıp yıkmış Cengiz Han’ı bir Türk olarak anlatmaları ve çocuklara bu barbar, zalim insanın isminin verilmesini yadırgamamaları trajikomiktir. Bu da ne kadar Türkçü olduklarını göstermektedir.

Aynı politikanın bir benzeri de Arap ülkelerinde tatbik edilmekte olup oralarda da “Türkler bizi yıllarca sömürdü, yıllarca bize zulmettiler” telakkisi yayılmaktadır. Hâlbuki tarih, bunun böyle olmadığını gösteriyor. İstisnaları olmakla birlikte Osmanlı Devleti tarih boyunca gittiği yerlerde halka zulmetmemiştir. Mazisinde sömürgecilik yoktur. Fakat böyle olmakla beraber Osmanlı son dönemi Şam Valisi İttihatçı Cemal Paşa’nın valiliği esnasında bölge halkına yaptığı meşhur zulümler gibi birkaç istisna da bulunmaktadır. Günümüzde dahi Şam’ın en meşhur caddelerinden birisi Cemal Paşa için es-Seffah (kan dökücü) ismiyle meşhurdur. Arapların Cemal Paşa örneğine bakarak Türkler hakkında genelleme yapması ne kadar yanlışsa bizim de Suud ailesine bakarak Araplar hakkında genelleme yapmamız o kadar yanlıştır. Her milletin içinden iyi ve kötü insanlar çıkabilir. Mesele biraz derinlemesine araştırılırsa yukarıda bahsettiğimiz iki propagandayı da aynı odakların desteklediği görülür.

Aklı başında Araplar vehhabilerin Türk düşmanlığı propagandasına aldanmamaktadırlar. Aklı başında Türkler de İttihatçıların Arap düşmanlığı politikasına kanmamaktadırlar. Kananlar ise sürü psikolojisi ile hareket eden, okuma alışkanlığı ve muhakeme kabiliyeti olmayan insanlardır. Elbette her milletin örf-adeti, kültürü farklıdır. Bunların içinden bazıları diğer milletlere tuhaf gelebilir. Bunları düşmanlık veya muhaliflik malzemesi yapmamalı, hoşgörüyle yaklaşmalıdır. Nitekim bizim de bazı adetlerimiz başka milletlerin garibine gitmektedir. Mesela yurtdışında yaşayan Türklerin gerek düğünlerde gerek normal hayatta arabasıyla korna çalması, o bölgenin yerli halkını rahatsız etmekte ve Türkleri gayri medeni bir kavim olarak görmelerine sebebiyet vermektedir. Sadece bu bölgede değil, dünyanın hemen her yerinde buna benzer algı operasyonları yürütülmektedir.

Türkler ve Arapların etnik kökenleri farklı olsa da dinleri, inançları sayesinde bir şekilde ortak paydada buluşmaları; Özbeklerle Türkmenlerin boyları, yaşadıkları coğrafyalar farklı olsa da Türklük şemsiyesi altında ortak paydada toplanabilmeleri çok farklı şeyler değildir. Yıllar önce yaşı 50’yi geçmiş Türkmen bir büyüğüm Sovyetler zamanında memleketinde yaşadığı bazı hadiseleri anlatmıştı. Devlet, Özbeklerden oluşan askeri birlikleri kullanarak Türkmenlerin yaşadığı mıntıkalarda halka zulmediyordu. Böylelikle Özbeklerle Türkmenler arasına bir husumet giriyor ve Ruslara karşı birlikte hareket edemiyorlardı. Günümüzde dahi Türkî cumhuriyetler arasında buna benzer dış güdümlü bazı polemikler olabilmektedir.

Bulunan en eski çivi yazısı “Kiş Tableti”

Yazıyı Sümerler mi buldu?

Tarih kitaplarında yazıyı Sümerlerin bulduğu yazar. Bunun sebebi ise şuan elimizde bulunan en eski yazılı belgenin Sümerlere ait olduğudur. Burada tipik bir mantık hatası vardır. Şuan elimizde bulunan en eski yazılı metnin Sümerlere ait olması yazıyı Sümerlerin bulduğunu göstermez. Yarın bir gün Mısır’da bir kazı yapılsa ve Sümer tabletinden daha eski olduğu belirlenen bir eserle karşılaşılsa “Yazıyı Sümerler değil Mısırlılar bulmuş” dememiz icab eder. Daha sonra Hindistan’da ondan da eski bir tarihe tarihlenen bir metin bulunduğunda bu sefer “Mısırlılar değil de Hindistanlılar bulmuş” dememiz icab eder. Bu iddia, evrimcilerin “ilerlemeci tarih tezi”nin bir parçası olup gerçeği yansıtmamaktadır. Peki burada söylememiz gereken şey nedir? “Şuan elimizde bulunan en eski yazılı metin Sümerlere aittir” dersek kimse itiraz etmez. Buna benzer mantık hatalarına düşmemek için Alev Alatlı’nın Safsata Kılavuzu isimli eseri okunabilir.

Misal olarak, basılan eski tarih kitaplarında Osmanlılarda ilk paranın Orhan Gazi zamanında basıldığı yazılıdır. Tarih kitaplarında bir müddet böyle yazılmasına rağmen daha sonra Osman Gazi’nin bastırdığı 3 adet akçe bulundu. Bunlardan biri İstanbul Arkeoloji Müzesi’nde sergileniyor. Üzerinde “Osman bin Ertuğrul” yazar. Böylelikle Osmanlılarda ilk paranın Orhan Gazi zamanında basıldığı hatta Osman Gazi’nin isminin aslında Osman olmadığı Ataman olduğu iddiaları çürütülmüştür. Aynı şekilde Şanlıurfa’da Göbeklitepe antik şehrinin bulunması ile evrimci tarih tezinin pek çok iddiası çürütülmüştür.

 İlk Osmanlı akçesi

Her gördüğümüze inanmalı mıyız?

Yukarıda okuduğumuz veya duyduğumuz her şeyi olduğu gibi kabul etmememiz ve muhakeme etmemiz gerektiğinden bahsetmiştim. Çocuk iken bunu komik fakat masum bir tecrübe ile öğrenmiştim. İlk mektepte okurken 1. sınıftan 5. sınıfa kadar her sınıfta bir mevsimler köşesi bulunuyordu. Sonbaharla başlar, yaz ile biterdi. Sonbahar kısmında yaprakları dökülen ağaçlar, kış kısmında kardan adam yapan çocuklar, ilkbahar kısmında ağaçların çiçek açması ve insanların kırlara çıkması, yaz kısmında ise insanların plajlara akın edip denize girmesi resmedilirdi. Çocukluğumun geçtiği şehirde kışlar sert geçtiği için soğuktan şikayetçiydik. Bahar gelse de sokaklarda rahatça dolaşsak, oyun oynasak diyorduk. Bu arada mevsimler köşesine gözüm ilişti ve mart ayının gelmesi ile kış mevsiminin bittiğini ve artık baharın geleceğini gördüm. Nitekim mevsimler köşesinde mart, nisan ve mayıs ayları ilkbahar olarak gösteriliyordu. Senenin 12 ayı 4’e taksim edilmiş ve her mevsime 3 ay düşmüştü. Ben de heyecanla mart ayının gelmesini bekledim. Bekledim ama 1 Mart, 2 Mart, 3 Mart… 20 Mart derken hâlâ bahar gelmedi. Mart ayının şubat ayından çok bir farkı yoktu. Havalar nisan ayında yeni yeni biraz da olsa ısınmaya başladı. O zaman her gördüğün veya duyduğun şeyi olduğu gibi kabul etmenin doğru olmadığını bir nebze de olsa anladım.

Netice

“Barika-i hakikat, müsademe-i efkardan doğar” demişler. Yani hakikat şimşeği, fikirlerin çarpışmasından doğar. Tarihî meselelerde önümüze konulanları sorgulamadan, mantık süzgecinden geçirmeden olduğu gibi kabul edersek George Orwell’in 1984 ve Hayvan Çiftliği kitaplarında, Ray Bradbury’nin Fahrenheit 451 kitabında da anlatıldığı üzere hiçbir şeyden haberi olmayan, uyutulmuş, köle kitleler olmamız kaçınılmaz olur.

Geçmiş geçmişte kalmıştır. Tarihî şahsiyetleri mezarından çıkarıp yargılama ve ceza verme gibi bir imkanımız yoktur. Ölmüş insanların hataları ve sevaplarının hesabı ahirete kalmıştır. Günümüzde geçmişte yaşamış insanların ateşli savunuculuğunu yapmak ve nefret etmek de abestir. Tarihi şahsiyetlerin yaptığı hatalar eğer günümüzde de uygulanmaya devam ediyorsa o zaman onu düzeltmek icab eder. Sürekli arkasına bakan, bunu bir takıntı hâline getiren önünü iyi göremez. Tarihi objektif ele alıp, geçmişi sağlam muhakeme edip, bunlardan ibret alarak ders çıkarmalı ve artık atiye bakmalı ve istikbali düşünmelidir.

Mevzuya Dair Tavsiye Yazılar:

Yenen “iyi”ler yenilen “kötü”ler

Hangi Bağnazlığın Zaferi, Bir İnalcık Kritiği

Ahmet Faruk Şenkaya

Ahmet Faruk Şenkaya

İlahiyat fakültesi mezunu,
Yazı yazmasının sebebi; yazarken hem kendisi birşeyler öğrenmek hem de öğrendiklerini başkalarıyla paylaşmak,
Herhangi bir iddiası yok.

Yorum Yaz

Bu site reCAPTCHA ve Google tarafından korunmaktadır Gizlilik Politikası ve Kullanım Şartları uygula.

Bizi Takip Et!