Kelâmbaz

Endülüs Tarih ve Medeniyeti

Yıllar önce bir din kitabı okurken “Hanbelî âlimlerinden Allâme Yusuf, Tenvîrü’s-Sahîfe kitabında, Endülüs’te Lizbon Kadısı Hâfız Allâme Yusuf İbni Abdülberr’den alarak diyor ki…” şeklinde bir cümleyle karşılaşmıştım. Bu cümlede geçen “Lizbon Kadısı” tabirini garipsemiştim. Coğrafya bilgime göre Lizbon, bir Avrupa ülkesi olan Portekiz’in başşehri idi. Kadılık ise İslami bir müessese. Daha sonra yaptığım araştırmalarda ise İber Yarımadası’nda Lizbon ve bunun gibi pek çok şehrin asırlarca İslam memleketi olduğunu gördüm. Bu araştırmalarım içimde bir ışık yaktı. Bu ışık neticesinde Ocak 2020’de Fas’a, oradan da Cebelitarık Boğazı’ndan vapurla İspanya’ya geçtim. Kitaplarda okuduğum haşmetli “Endülüs Medeniyeti”ni yerinde müşahede etmek talihine eriştim. 

Dergimizin bahar sayısında “Geçmişten Günümüze İlim Geleneğimiz” temasının işleneceğini işittiğimdeyse, “Bu temaya olsa olsa asırlarca topraklarında ilmin neşvünema bulduğu, kütüphaneleriyle cihanı tenvir eden Endülüs mevzusu yakışır.” dedim.

Bu yazıda anlattıklarımı gerek Endülüs seyahatimde gerekse seyahatimin öncesinde ve sonrasında okuduğum eserlerden edindiğim malumatlar ışığında yazıyorum.

Öncelikle kısaca Endülüs’ün tarihinden bahsedelim:

Müslüman Avrupa Tarihi

Her şey 711 senesindeki ilk fetihle başladı. Şam merkezli Emevi Devleti, Kuzey Afrika’nın tamamını fethetmiş, sınırları okyanusa dayanmıştı. Devletin Kuzey Afrika valisi olan Musa Bin Nusayr, halifenin de desteğiyle Berberî bir kumandan olan Tarık bin Ziyad’ı İber Yarımadası’na gönderdi. O zamanlar İber Yarımadası, Germen asıllı bir millet olan Vizigotların elindeydi. Tarık Bin Ziyad, Vizigot Kralı Rodrigo’yu ağır bir yenilgiye uğrattı. Vizigot Krallığı parçalandı ve bütün İber Yarımadası 20 sene içinde Müslümanların eline geçti. Müslümanlar, Pirene Dağları’nı aşarak Paris yakınlarına kadar ilerledi ve Puvatya Muharebesi’nde Fransızlara mağlup olarak geri çekilmeye başladı (730). Puvatya mağlubiyeti sonrası bir daha bu şekilde Pirene Dağları’nın ötesine geçiş olmadı. 711-750 arasında Endülüs, Şam’ın veya Kuzey Afrika Valisi’nin tayin ettiği valiler tarafından idare edildi.

750 yılına gelindiğinde ise Abbasîler, Emevi Devleti’ni yıkıp Bağdat’ta halifeliklerini ilan etti ve Emevi hanedanından bulduklarını katletmeye başladılar. Bunun neticesinde Emevî hanedanından Abdurrahman bin Muaviye (I. Abdurrahman), Abbasiler’den kaçarak Endülüs’e geldi. Bölgedeki grupların desteğini alarak kendini Endülüs Emevî Emiri ilan etti ve Kurtuba’yı (Cordoba) başşehir yaptı. Böylelikle 275 sene hüküm sürecek Endülüs Emevi Devleti kuruldu. Kurulan bu devlet için “Şam merkezli Emevi Devleti’nin devamı” dense yanlış olmaz. Bu devir, Endülüs’ün Müslümanlar için en parlak dönemi olarak bilinir. 

Endülüs Emeviler’i; başşehir Cordoba’yı, Bağdat ve Kahire ile birlikte dünyanın en büyük 3 ilim merkezinden biri hâline getirdi. 10. asır başlarında Abbasilerin gücü azalmaya başlayınca Mısır’daki Şii Fatımî hükümdarı kendini halife ilan etti. Bu güç boşluğunda Endülüs Emiri III. Abdurrahman da 929’da kendini halife ilan etti. 1031 yılına kadar halifeliğin devam ettiği dönemde devletin çeşitli sebeplerle güçlendiği veya zayıfladığı, inişli çıkışlı zamanları oldu.

Endülüs Emevi Devleti, 1031 yılında iç karışıklıklar sebebiyle yıkıldı. Böylelikle Tavâif-i Mülük Devresi yeniden başladı. Kurulan bu devletçikler hem kendi aralarında iç çarpışmalara tutuştu hem de İspanya’daki Hristiyan krallıkların saldırılarıyla karşı karşıya kaldı.

Fas merkezli Murabıtlar, 1086 yılında Endülüs’teki Müslümanların yardım çağrısı üzerine buraya geçerek Kastilya kuvvetlerini mağlup etti ve Endülüs’te Murabıtlar Devri başladı. Murabıtlar, 1090-1147 yılları arasında bugünkü İspanya’nın büyük bölümü ve Kuzey Afrika’daki bazı toprakları kontrol altında tutarak güçlü bir devlet düzeni teşkil etmeye muvaffak oldu. Fakat başlarda hakimiyetlerini tesis etseler de sonraları Hristiyan halkların saldırıları ve Kuzey Afrika’daki diğer toplulukların başlattığı isyanlar sebebiyle güçleri gün geçtikçe eridi. Kendileri gibi Kuzey Afrika kökenli bir halk olan Muvahhidlerin saldırıları neticesinde siyasî hâkimiyetlerini kaybettiler. Böylelikle Endülüs’te Muvahhidler Devri başladı.

Muvahhidler yine Kuzey Afrika kökenli Berberî bir hanedan olup 1146-1248 yılları arasında bugünkü İspanya topraklarının bir kısmının yanı sıra Kuzey Afrika’daki bazı toprakları da denetimi altında tuttu. Hristiyan saldırıları ve bazı iç karışıklıklar neticesinde 1248’de yıkıldı.

Muvahhidler, İber Yarımadası üzerinde hüküm sürmüş son büyük Müslüman devlettir. Bu devletin yıkılışının ardından Endülüs topraklarında bağımsız birkaç emirlikten başka bir şey kalmamıştır. Kurulan bu emirliklerden en uzun süreli yaşayanı Gırnata Emirliği olmuştur.

Gırnata Emirliği (Benî Ahmer Devleti), İber Yarımadası’nda kurulan en uzun ömürlü ve son bağımsız İslam devletiydi (1232-1492). Askerî gücü olmayan bu devlet, diplomasiyle senelerce ayakta kalabildi. Gırnata Emirliği’nin yıkılışıyla İspanya’daki 781 senelik İslâm hakimiyeti sona erdi. Ve maalesef İspanyolların 8 asırlık “reconquista” (Endülüs’ü Müslümanlardan geri alma ideali) hedefleri gerçekleşti.

Endülüs’ün Abdurrahman isimli 3 emirini; devleti kurmaları, parçalanmanın eşiğinden almaları ve hemen her sahada zirveye taşımaları cihetiyle Osmanlı sultanlarından Osman Gazi, Çelebi Mehmed ve Kanuni Sultan Süleyman’a benzetebiliriz. Yalnız Endülüs’te kurulan Müslüman devletlerde, Osmanlı Devleti’nde olduğu gibi kuruluş, yükseliş, duraklama, gerileme gibi devirlerden söz edilemez. Çünkü devlet idaresinde bir istikrar yakalanamamış. Kabiliyetli bir idareci geldiğinde devlet güçlenmiş, kabiliyetsiz bir idareci geldiğindeyse otorite zayıflamıştır.

Endülüs Kültür ve Medeniyeti

Eğer ordunuz güçlü ise bir bölgeyi fethetmek kolaydır lakin mesele orada kalıcı olmaktır. Tarihte Moğollar gibi, Attila’nın başında olduğu Avrupa Hunları gibi kavimler, güçlü ordulara sahip olmaları sebebiyle pek çok yeri istila edebilmişler lakin gittikleri yerlerde, güçlü bir medeniyetleri olmadığı için uzun süre kalamamışlardır. Müslümanlar ise Endülüs’te nüfus olarak ekalliyette (azınlıkta) olmalarına rağmen 800 seneye yakın orada kalmışlardır. Bu, şüphesiz büyük bir muvaffakiyettir. Peki, bu muvaffakiyeti mümkün kılan yüksek medeniyetin sac ayakları nelerdi?

Berberî, Arap ve Mevali gruplardan oluşan Müslümanlar; Yahudi ve Hristiyanlarla asırlarca aynı devletin çatısı altında yaşadı. Yahudi ve Hristiyanlar, İslam devletinde zimmi statüsünde cizye ve haraçlarını ödedi. Onların din, örf ve âdetlerine karışan olmadı; can güvenlikleri ve mal emniyetlerine hiçbir halel gelmedi. Yarımadanın fethi öncesi dinî hakları tamamen ellerinden alınan, bir nevi köleleştirilen Yahudiler, fetihle yeniden dinlerini rahatça yaşama hakkına kavuştu.

Kurtuba Camiinin bahçesinden bir fotoğraf

Avrupa’da Orta Çağ karanlığı hüküm sürerken Endülüs’te ilim ışığı parlıyordu. Endülüs Müslümanlarının Avrupalılara tuttukları bu ışık ile Avrupa’da Rönesans hareketi başlamıştı. Müslümanlardan aklî ilimleri öğrenen Avrupalı gençler, akıl ve mantık dışı olan Hristiyanlığa karşı isyan etti. Nitekim Galile ve Kopernik, dünyanın döndüğünü İslam âlimlerinin kitaplarından öğrenip söyleyince onların bu sözleri suç sayıldı. Galile, papazlar tarafından muhakeme edilip hapsolundu.

1185 yılında vefat eden Nureddin Batrucî, Endülüs İslâm Üniversitesinde astronomi müderrisi idi. El-Hayat kitabında, günümüz astronomi kitaplarının temellerini teşkil eden bilgileri yazmaktadır. Endülüs medreseleri bu hususta bütün dünyaya rehber olmuştu. Fas, Kurtuba ve Gırnata Üniversiteleri, Batı’ya ilim ve fen alanında ışık saçıyordu. John W. Drapper, Lord Davenport gibi pek çok Batılı aydın, Endülüs medeniyetinin günümüz modern Avrupa’sı üzerindeki tesirlerini teslim etmektedir.

John William Draper gibi tarafsız bir tarihçi, “History of the Intellectual Development of Europe” ismindeki eserinde şöyle demektedir: “O zamanki Avrupalılar, tamamen barbardı. Hıristiyanlık onları barbarlıktan kurtaramamıştı. Hıristiyan dininin başaramadığını, İslam dini başardı. İspanyaya gelen Araplar, evvela onlara yıkanmasını öğrettiler. Sonra, onların üzerindeki parça parça olmuş, bitlenmiş hayvan postlarını çıkararak, temiz, güzel elbiseler giydirdiler. Evler, konaklar, saraylar yaptılar. Onları okuttular. Üniversiteler kurdular. Hıristiyan tarihçiler, İslama karşı olan kinlerinden ötürü, bu hakikati gizlemeye çalışmakta, Avrupa’nın medeniyette Müslümanlara ne kadar borçlu olduğunu bir türlü itiraf edememektedirler.” Thomas Carlyle de bunları aynen kabul etmektedir.

Kamusu’l-Alam’da yazdığı üzere III. Abdurrahman döneminde Kurtuba’da tıp fakültesi açılmış ve bu fakülte, Avrupa’daki ilk tıp fakültesi olmuştur. Meşhur cerrah Amr bin Abdurrahman Kirmani, Endülüs hastanelerinde ameliyat yapmıştır. Endülüs İslam Üniversitesinde okumuş Papa II. Sylvester, Rakkaslı saati ilk olarak Endülüs Müslümanlarında görerek Avrupa’ya getirmiştir. İspanya krallarından Sancho da hastalığını tedavi ettirmek için İslam hekimlerine müracaat etmiştir. Görüldüğü üzere daha birçok misalin işaret ettiği üzere Avrupa’da yeni bir devir olan Rönesans’ın müessisleri, Müslümanlardır.

İspanyolcada gözlük kelimesinin adından türediği göz hekimi Muhammed El Gafiki’nin Heykeli

Meşhur Alman din adamı ve tarihçisi Mocheim şöyle diyor: “10. asırdan beri Avrupa’da yayılan fen bilgilerinden özellikle fizik, kimya, astronomi ve matematiği Avrupalıların İslam mekteplerinden aldığı, ayrıca Endülüs Müslümanlarının Avrupa’nın üstadı oldukları muhakkaktır. Romalılar, Gotlar, İspanya’ya hâkim olmak için 200 sene uğraşmışlardı. Hâlbuki Müslümanlar, bu yarımadayı 20 senede ele geçirdi. Pirene Dağları’nı geçerek Fransa’ya kadar yayıldı. Müslümanların ilim, irfan, ahlâk bakımından üstünlükleri, silahlarının tesirinden daha az değildi.”

Pamuk, pirinç ve şeker kamışını da İspanya’ya ve buradan diğer Avrupa ülkelerine ilk tanıtan Endülüs Müslümanlarıdır. Pamuğun, Avrupa’daki sanayi devrimine ciddi tesiri olduğu gibi şekerin de Avrupa’nın mutfak kültürüne ciddi tesirleri olmuştur. Suyun buharlaşarak azalmasını önlemek için yer altından kanallarla naklini İspanya’da ilk defa Müslümanlar tatbik etti ve bu teknik daha sonra Güney Amerika kıtasına da götürüldü. Avrupa’ya kâğıdın dahi intikalini sağlayan yine Endülüslü Müslümanlardır.

Bugün dolduran, rûy-ı zemîni,
İlimler, o gülün bir filizi,
Ol güneşin olmasa berkı,
Kim parlatırdı şark u garbı?
Olmasa, Endülüs okulu açık,
Kim Avrupa’ya tutardı ışık?

El-Hamra sarayından bir fotoğraf

Endülüs Emevi Devleti’nin yıkılışından asırlar sonra Fransa’da yapılan Versay Sarayı’nda bile banyo yokken Endülüs şehirlerinde birçok hamam bulunuyordu. Bu hamamlar bir gün erkekler, bir gün kadınlar için açılıyordu. Bu yüksek medeniyet karşısında bölgede pek çok Hristiyan, Müslüman olmakla şerefleniyordu. Müslüman olmayanlar da İslam kültürünün tesiri altında kalarak Müslümanları çeşitli meselelerde taklit ediyor ve Arapça konuşmaya özeniyorlardı. Dolayısıyla bu insanlar için müsta’rib (Araplaşmış) tabiri kullanılıyordu. Arapçanın bu hızlı yayılması neticesinde Latince ikinci plana itilmiştir. Kurtuba Piskoposu Alvaro da Hristiyan gençlerin Latince ile düzgün bir mektup yazmayı dahi beceremezken Arapçaya alaka duymaları hatta Arapça şiir okuyup yazmalarından yakınmaktadır. 

Endülüs’teki Araplar’ın ekseriyetle Suriye asıllı olması ve o dönemde İslam dünyasının siyasi merkezinin Şam olması münasebetiyle Şam bölgesinin fıkıh imamı kabul edilen İmam Evzai’nin mezhebi Endülüs’te ilk devirlerde benimsendi. Fas, Cezayir vb. Kuzey Afrika ülkelerinde olduğu gibi Endülüs’te de temel bir eğitim alan talebeler umumiyetle şarktaki ilim merkezlerine gidip eğitime orada devam ediyorlardı. Mekke, Medine gibi ilim merkezlerinde eğitim görmeyenlere Endülüs’te âlim gözüyle bakılmıyordu. Kadı Iyad’ın anlattığına göre Mağrib diyarından hacca gelen 18 ilim adamı, Medine’de İmam Malik’ten ders almaya başladı ve Maliki mezhebini Endülüs’e taşıdı. Medine’de ders okuyan ve Endülüs’e dönen pek çok talebe Endülüs’te 4 hak mezhepten biri olan Maliki mezhebinin yayılması için gayret gösterdi ve zamanla Malikilik devletin resmî mezhebi hâline geldi.

Ülkede fıkıh tahsilinin merkezinde de İmam Mâlik’in “El-Muvaṭṭa” isimli kitabı vardı. Endülüslü âlimler arasında El-Muvaṭṭa kitabını ezberleyen ve buna şerh yazan çok olmuştur. Yazının başında ismi geçen İbni Abdülberr, Muvatta kitabına 16 ciltlik bir şerh yazmıştır.

Ülkede Maliki mezhebine muhalefet edenler de olmuştur. Bir defasında Zahiriyye mezhebine mensup İbni Hazm, Maliki mezhebine itirazlarını yöneltmiş ve bunun üzerine Maliki âlimlerinden Ebü’l-Velîd el-Bâcî ile arasında seyirciler önünde ilmî bir münazara olmuş. “Lisanü İbni Hazm kesseyfi Haccac (İbni Hazm’ın dili Haccac’ın kılıcı gibidir.)” denilen İbni Hazm, münazara neticesinde mağlup olmuş ve yapılan bu münazara “Münâẓarât fî uṣûli’ş-şerîʿati’l-İslâmiyye beyne İbn Ḥazm ve’l-Bâcî” ismiyle kitap hâline getirilmiştir.

El-Bâcî’nin de “El-Me’ânî fî şerhi’l-Muvatta” isminde 20 ciltlik eşsiz bir Muvatta şerhi bulunmaktadır. Yine benzer bir münazara Endülüslü büyük âlim Muhyiddin İbnül Arabi ile Endülüslü filozof İbn Rüşd arasında vuku bulmuştur. İslam tarihinin en meşhur müfessirlerinden Ebû Abdillâh el-Kurtubî de isminden anlaşılacağı üzere Kurtubalıdır.

Müslümanlardaki bu kâmil medeniyeti gören ve hayran olan Avrupalılar, bu medeniyeti daha iyi tanıyabilmek için Arapça eserleri kendi lisanlarına tercüme etmeye başladılar. Biri Sicilya, diğeri de İspanya’da olmak üzere Arapça yazılmış ilmî eserleri Latinceye tercüme merkezleri kurdular. Bu şekilde İslâm medeniyetinin tecrübeleri Batı’ya aktarılıyordu. Tuleytula (Toledo) başpiskoposu Tuleytula’da, Bağdat’taki Beytülhikme’ye benzer bir müessese kurdu. Arap dili ve edebiyatının da öğretildiği bu müessesede çalışan Müslüman, Hristiyan ve Yahudi mütercimler; astronomi, kimya, matematik, tıp, coğrafya, tarih ve edebiyat gibi ilim dallarında pek çok Arapça eseri Latinceye çevirdiler. Bu çalışmalar sırasında Tuleytula, farklı dinlerden ve milletlerden âlim ve mütercimlerin yaşadığı mühim bir ilmî merkez konumundaydı. XIII. asırda İşbîliye (Sevilla) ve Mürsiye’de (Murcia) de tercüme okulları açıldı.

Müslümanlar, mimaride de Avrupa’yı etkilemişlerdi. XII. asırdan itibaren bazı İspanyol ve Portekiz krallarının yaptırdığı saraylar Kurtuba’daki sarayların âdeta birer kopyası idi. Kûfî hatlı frizlerle tezyin edilmiş ve kitabeleri dahi Arapça yazılmış olan bu saraylara günümüzde de ayakta olan Sevilla Alkazar’ı (El-Kasr) çarpıcı bir misal teşkil etmektedir. Endülüs mimarisinin tesirleri İspanya ile sınırlı kalmayıp Kuzey Afrika hatta Amerika kıtasına ulaşmıştır. Kurtuba şehrinden beş kilometre uzaklıkta kurulan pek büyük ve ince sanatlarla dolu Medinetü’z Zehra (Çiçek Şehir) ve bahçeleri, dillere destan olmuştu. Günümüzdeyse harabe hâldedir.

Endülüs’teki bu eşsiz mimari eserlerin çoğu günümüze ulaşmamıştır. Günümüze ulaşan başlıca 2 eser, Kurtuba Camii ve El-Hamra Sarayı’dır. Kurtuba Camii’nin ortasına daha sonra tarihî dokusu bozularak haç şeklinde bir kilise inşa edilmiştir. Günümüze ulaşan bir diğer eser El-Hamra Sarayı’na, Topkapı Sarayı’nın ağabeyi tabirini kullansak yerinde olur kanaatindeyim. El-Hamra Sarayı, günümüzde, turistler tarafından dünyada en çok ziyaret edilen saray olarak bilinmektedir. Hatta yoğunluk sebebiyle ziyaretçilerine belirli saatlere randevu vererek onları kabul etmekte, ziyaretçilerin randevu almadan giriş talepleri reddedilmektedir.

Kötü Son

1031 senesinde Endülüs Emevi Devleti’nin yıkılışından itibaren 1492’de son şehir Gırnata’nın düşüşüne kadar Endülüs’te pek çok İslam şehri bir bir İspanyolların eline geçti. İspanyolların ele geçirdikleri İslam şehirlerinde yaptıkları hemen hemen aynıydı. Kurtuba’ya girdiklerinde önce Kurtuba Camii’ne saldırdılar. Bu güzel, haşmetli mabede atlarıyla girdiler. Camiye sığınan Müslümanları merhametsizce boğazladılar. O kadar ki caminin kapılarından kan akmaya başladı. Yahudileri de aynı şekilde katlettiler. Endülüs’teki son İslam şehri Gırnata da düşünce burada da aynı vahşilikleri sergilediler. Verdikleri sözleri tutmayarak bütün Müslüman ve Yahudileri kılıç tehdidi ile zorla Hristiyan yapmak istediler. Ellerinden kaçabilenler Osmanlı denizcileri vasıtasıyla Osmanlı Devleti’ne iltica etti. İspanya Kralı Ferdinand, İspanya’daki bütün Müslümanları ve Yahudileri imha edince, “İspanya’da artık ne Müslüman ne de dinsiz kaldı!” diye kendisiyle iftihar etmiştir.

Moğolların Bağdat’ta yaptığı vahşeti, İspanyollar da Endülüs’te yapmıştı. Kurtuba’da ve pek çok Endülüs şehrinde kütüphaneler yakılmış, asırların emeği heba olmuştu. 600.000 kitap bulunduğu rivayet edilen Kurtuba kütüphanelerindeki bazı eserlerin o dönem kaçırılarak Mali’deki Timbuktu Kütüphanesi’ne götürüldüğü rivayet edilmektedir. Bu yıkım ve dehşet, tarihe insanlık ayıbı olarak geçmiştir.

Endülüs’ten Çıkarmamız Gereken Ders

Endülüs bize çok şey söylüyor. Endülüs’ün kaybedilmesinin en mühim sebebi, bölgede Müslümanların birlik olamayışıydı. Paris yakınlarında Puvatya Muharebesi kaybedilince ilk fitneler başladı. Önce Berberîler ile Araplar arasında, daha sonra Yemenli Araplar ile Kayslı Araplar arasında, daha sonra müvelledler (sonradan Müslüman olmuş İspanyollar) ile Araplar arasında vs. devam eden mücadeleler, devletin zayıflamasına sebep oldu. Hatta Muvahhidlerden sonra kurulan emirliklerden diğer Müslüman emirliği zayıflatmak için İspanyol krallıklarıyla iş birliği yapanlar dahi olmuştur. 781 sene boyunca III. Abdurrahman ve II. Hakem devri gibi birkaç istisna dışında İber Yarımadası’nda neredeyse hiç birlik sağlanamadı. Ülkede sık sık isyanlar çıktı. Başa geçen sultanlar Yemenli Arap, Kayslı Arap, Berberî, Müvelled, Sakalibe (başka ülkelerden getirilmiş köle), yerli Hristiyan ahali, Yahudiler gibi etnik ve dinî gruplar arasında kritik dengeler kurmaya mecbur kaldı. Bu dengelerde ayarı tutturamayan idareciler büyük isyanlarla karşılaştı. Günümüz İslam dünyasında da buna benzer fitneler devam ediyor ve “Mümin aynı delikten 2 defa sokulmaz.” hadis-i şerifine dikkat etmiyor, maalesef defalarca aynı delikten ısırılıyoruz.

El-Hamra Sarayı’nın duvarlarında yazan “Ve la galibe illallah (Allah’tan başka galip yoktur)” yazısı

Endülüs Müslümanlarının; Gırnata Sultanlığı yıkıldıktan sonra 1 asır içinde tasfiye edilmesi, asırlarca ilim merkezi olmuş Maveraünnehir coğrafyasında komünizm istilasıyla oradaki İslam medeniyetinin yıkılması ve son 1-1.5 asırdır Anadolu ve Rumeli coğrafyasındaki yıkım birbirine benzemektedir. Endülüs’te Müslüman hakimiyetinin 781 sene sürmesi gibi Anadolu’nun Müslüman hakimiyetine girdiği 1071 senesinden bugüne de 949 sene geçmiş bulunmakta. Son asırda ülkemizde Müslümanlık çeşitli metotlarla sindirilmek isteniyor ve bu proje büyük oranda gerçekleşmiş vaziyette. Anadolu’nun yeni bir Endülüs olmaması için Müslümanların gözlerini açmaları gerekiyor.

781 senelik tarihi, kültürü, medeniyeti elbette bir yazıya sığdırmak mümkün değil; elimden geldiğince hülasaten anlatmaya çalıştım. Bu mevzuda ülkemizde yapılmış esaslı çalışmalar var. Özellikle Endülüs hakkında yaptığı araştırmalarla tanınan Prof. Dr. Lütfi Şeyban Hoca klasik usul medrese tahsili yapıp Arabi bilmesi, bunun yanı sıra İngilizce ve İspanyolcaya da hâkim olması hasebiyle bu mevzuda ülkemizin otorite isimlerindendir denilebilir. Meraklıları kitaplarına müracaat edebilir.

“Geçmiş zaman olur ki hayali cihan değer.”

Vesselam…

Tavsiye Yazılar

Mukaddes Şehir: Kudüs Seyahat Notları

Uzak bir Mağrib Memleketi: Fas

Zayi Olan Nesillerimiz

Cüneyt Apal

Cüneyt Apal

Eğitimci.

cuneytapal@gmail.com

Yorum Yaz

Bu site reCAPTCHA ve Google tarafından korunmaktadır Gizlilik Politikası ve Kullanım Şartları uygula.

Bizi Takip Et!