Kelâmbaz

Hastanın Başucunda Kırk Gün Kırk Gece

Osmanlı’nın yıkım günleri sayılabilecek bin dokuz yüz onlu yıllar… Şahit olanların çok azı bu zamanları hakkıyla tahlil edebilmiş. 1912 yılında ayak bastığı İstanbul’da kırk güne yakın bir sürede gördüklerini, duyduklarını sayfalara taşıyan Stephan Lauzan, bir Fransız savaş muhabiri. I. Balkan Savaşına dahil Bulgar cephesindeki çarpışmalar sırasında İstanbul’da yaşadıklarını, Trakya cephelerinde gördüklerini aktararak aynı zamanda ortaya  bir Balkanlar analizi de koymakta.

Kitabın orijinal ismi Hastanın Başucunda Kırk Gün Kırk Gece. Ülkemizde Osmanlı’nın Bozgun Yılları ismiyle yayınlanmış. Kitap daha çok Lüleburgaz ve Çatalca Muharebelerinin öncesi ve sonrasına odaklanıyor. Çatalca Muharebesi ardından Lauzan’ın İstanbul’dan ayrılmasıyla yüz altmış sayfalık kitap sonlanıyor.

Lauzan, muhabirliğin imkânlarını güzelce kullanmış. Okurken kendinizi bazen bir Osmanlı askeriyle sohbete dalmış halde ya da Taksim’de, Bab-ı Âli’de gezerken bulabilirsiniz. Kitabın en sevdiğim yönü sık sık  panoramik betimlemeler sunmasıydı. Savaşın önemli anları, komuta merkezlerinde yaşananlar ve o günkü gazete manşetleri etkileyici yorumlarla nakledilmiş.

Lüleburgaz Hezimeti ve Osmanlı Tebaası

Lauzan’ın satırlarına göz atalım ve birlikte savaş günlerine gidelim:

‘’Tren yaralıları getirirken göçmenler de yolları dolduruyorlardı. Yavaş yavaş İstanbul kapılarında bir acayip kalabalık göründü. Bütün mülteciler toplanmışlardı. Bir zaman sonra İstanbul’un yolları geçilmez oldu.  Kaba bir örtü ile örtülmüş öküz arabası konvoyu göz alabildiğince uzanıp gidiyordu. Her arabada sandıklar arasında bir saman yığını üzerine kadınlar ve çocuklar uzanmış yatıyorlardı. Bütün bu zavallılar savaştan kaçmışlar, köylerini bırakıp İstanbul’a canlarını güçlükle atabilmişlerdi. Bütün kalabalık, meydanlarda, sokaklarda ya da camilerde açıkta konaklıyorlardı.

Aynı zamanda Sirkeci garı da başkente akın eden mültecilerle doluydu. Biz bunların uçuk beniz ve perişan tavırla soğuk sonbaharı rüzgarı içinde şehrin meydanlarından geçişlerini görüyorduk.

…Nihat isimli bir genç gördüğü sahneleri bana aktardı. Onun sözleri hala kulaklarımda çınlıyor. Nihat Bey yaralılara bakmak için Kızılhaç heyeti ile beraber harp alanına gitmiş. Lüleburgaz savaşının ilk gününden itibaren vuruşmaya katılma isteğine direnememiş. Önlüğünü atarak bir yaralının tüfeğini kapmış ve basit bir nefer gibi silah kullanmaya başlamış. Bir kurşun omzunu ve kolunu parçalayıp onu savaş dışı bırakmış bunun üzerine İstanbul’a dönmeye mecbur olmuş. Bana şunları nakletmişti:

Çamur içinde değil adeta bir kan gölü içinde yüzüyordum. Bulgarlar tarafından terkedilmiş bir sipere girdiğimde ceset yığınlarının üzerinden atlamaya mecbur oldum. Zavallı ve çaresiz neferlerin ekmeği bile yoktu. Öylelerini gördüm ki dört gün hiçbir şey yememişlerdi. Fiziki dayanıklılığı  kalmayan askerlerin moral güçleri kalır mıydı?  İşte pek yakında hastalık da başlar. Çünkü Çorlu adeta bir mezbaha halini aldı. Savaş hikâyeleri  ne kadar müthiş olursa olsun göz önündeki korkunç manzaralara kıyasla hafif kalır. ‘’

‘’… Bu kargaşa günlerinde hiçbir Rum, dükkanının kapamaya, hiçbir Levanten, Cafelerini terk etmeye hiçbir Avrupalı da çay zamanlarındaki valslerinden feragat etmeye razı olmamışlardır.

Beti benzi atmış, titreye titreye Beyoğlu yokuşunu tırmanan yaralılar ise onların orkestra gürültüleri arasından geçiyorlardı. Bunun daha da kötüsü bir takım kimseler Osmanlı’nın yenilgisini istemekteydi.

Şüphesiz Osmanlı bu muameleye layık değildi. Osmanlı’nın savaş meydanlarında düşmanları tarafından mağlup edilmeden evvel kendi başşehrinde kendi halkı tarafından mağlup ilan edilmek istenmesi acı bir dersti. Ben (Lauzan) bundan ibret aldım. Vatanımızın (Fransa için düşünüyor.) içini, dışını güçlü bir şekilde koruyalım. Yabancıların içimize fazla yerleşmesine izin vermeyelim. Barış zamanında savaş istilasına karşı yalnız memleketin  ticaretini değil moral gücünü de yüksek tutalım. Öyle ki harp içinde malımızla olduğu kadar varlığımızla da müsterih olalım. Anavatanımıza bir kötülük  bulaştığında acı ve ızdırabı kendi ailemiz içinde duyalım. ’’

Satırlar belki de milliyetçilik akımına yol açan fikirlerin nasıl geliştiğini göstermesi bakımından da mühim. Yazar Osmanlı tebaasından olmamasına rağmen insaflı düşünceler içerisinde.

Şu Göçmenler

Lauzan aktarıyor:

‘’Öte yandan Jön Türkler bu savaşta hiç de parlak bir harekette bulunmadılar. Trakya ve Makedonya köylüleri gibi onlar da rastgele bölgeyi terk ettiler. Ama Asya’ya doğru gitmediler. Onlar Londra- Paris yollarını tuttular.

Düşman başkente yaklaştıkça şehri terk etmeyi uygun bulan önde gelen Jön Türk komitesi üyelerinin sayısı daha kasımın ilk günlerinde pek uzun bir liste oluşturmaktaydı. Kırklareli bozgununun hemen ardından eski Millet Meclisi Başkanı Ahmet Rıza Bey Paris’e gitmişti. Güya ameliyat olmak istiyordu. Fakat aslında bu ameliyat hiç de acil değildi. Bunun ardından ‘’Tanin’’ gazetesi sahibi Hüseyin Cahit Bey’in gittiği haber alındı. Bir ikindi vakti Paris’e gitmek üzere vapura binmişti. Sonra sıra eski Maliye Nazırı Cavit Bey’e gelmişti. Aradan biraz zaman geçti. Gazeteler resmi bir duyuru yayınladılar. Bu duyuruda İttihat ve Terakki  Cemiyeti erkanından Sabık Dahiliye Nazırı Talat Bey’in (Meşhur Mason Talat Paşa)  Birinci kolordu komutanının emri üzerine polis tarafından arandığı bildiriliyordu. Duyuruda şöyle deniyordu:

Talat Bey 24 saat zarfında Kolorduya katılmayacak olursa firar etmiş sayılacak ve yasa gereği tutuklanıp cezalandırılacaktır. ’’

Ekmek Mücadelesi

Sayıca Bulgarlardan üstün olduğumuz Lüleburgaz’daki çarpışmanın şiddeti epey gerçekçi anlatılıyor, adeta resmediliyor.  Satırları okurken Osmanlı ordusunun neredeyse karnına taş bağlayacak bir halde mücadele verdiğini izleyebilirsiniz. Bu hal içerisindeki ordu açlıktan mutlaka öleceğini anlamış ve en azından düşman tarafından öldürülmek istemediği için son çareyi geri çekilmekte bulmuş. Geri çekilme esnasında koşacak hali bile olmayan askerler şehadet şerbetini içmiştir. Bu konuda Alman elçi Baron Wanhein: ‘’ Eğer Osmanlı’nın ekmeği olsaydı bu saatte Sofya’ya dayanırdı.’’ demiştir. Ayrıca Lauzan, Wanhein’in sözünü aktardıktan hemen sonra ‘’ Elbetteki Bay Baron şunu unutuyor asker ekmeksiz kaldıysa kabahat levazım eksikliğindedir. Levazım dairesi eksik çalışıyorsa suçu Osmanlı Ordusunun düzenleyen Alman askerinde de aramak gerekir.’’ şeklinde onu eleştiriyor. Lauzan’ın savaşta şahitlik ettiği anlardan da savaşın kaybedilmesindeki en büyük sebebin açlık olduğu anlaşılıyor.  Yan sebeplerden bazıları ise teşkilatlanmadaki yetersizlikler, kıtaların hücum esnasında silah arkadaşlarının harekatından bilgi alamaması, Alman subaylarının Osmanlı askerini yeterince tanımaması ve bu yüzden askerin yeterince eğitimli olmadığı bir taktikle çarpışmaya sokulması.

Müdafaa

Çatalca muharebesini kazanan Osmanlı askerinin durumunu Lauzan şöyle anlatıyor:

‘’ Ovada (Lüleburgaz) mağlup olan Osmanlılar, siperler, hendekler, duvarlar ve karşı önlemler arkasında (Çatalca Dağında) bütün askerlik hünerlerini gösterdiler. Osmanlı ordusu hücumda hareket göstermez. Fakat savunmada uzandığı toprağa yapışır kalır. Bu özellik meydan savaşlarında pek fena bir ordu izlenimi vermiş fakat vatan savunmasında şaşılacak bir personele sahip olunduğunu göstermiştir. ’’

Çatalca muharabesinin kazanılması Osmanlı Devleti için büyük bir moral olmuştu. Osmanlı askeri belli şartlar altında (teknik imkanlar ve levazımat yeterli olduğunda) mücadelede son derece tecrübeli ve mahirdi.

Fakat Balkan Savaşlarını çok geniş bir coğrafyada yaşıyorduk ve hepsine karşılık verebilecek bir ordumuz bulunmadığı için I. Balkan Savaşını kaybettik.

Üzerine düşünmenin faydalı olacağı, paylaşmak istediğim daha onlarca kısım var…

Biletsiz, ikamet masrafı olmadan, en önemlisi de karnınız tok 1912’lerin İstanbul’unda gezinmek isterseniz kitabı okuyun.

Bütün şehitlerimizin ruhu için El Fatiha.

Bir Başka Muhacirlik Yazısı:

Yorum Yaz

Bu site reCAPTCHA ve Google tarafından korunmaktadır Gizlilik Politikası ve Kullanım Şartları uygula.

Bizi Takip Et!