Kelâmbaz

Asrımızın Hastalığı “Bağımlılık” ve Reçetesi!

Vietnam Savaşı’nda öldürmeye veya ölmeye zorlanmış Amerikan askerlerinin %20’si, kısa süreli de olsa rahatlamak adına yüksek dozda eroin kullanıyordu. Amerikan halkı tedirgindi. Zira savaş bittiğinde onca askerin mesleği sadece torbacılık mı olacaktı?

Uyuşturucu maddelerin bağımlılık yapması, gerçekten de içindeki kimyasallar sebebiyle mi? Belki de uyuşturucular, zannettiğimiz kadar suçlu değil.

Hiç düşündünüz mü 20 gün boyunca eroin kullanan bir sokak serserisi, 21. günde bu merete bağımlı olurken kalçası kırılan bir teyze aylarca hastanede uyuşturucu içerikli ilaçlara maruz kaldığı hâlde niye bir eroinman olarak taburcu olmuyor? Üstelik teyzenin kullandığı eroin, sokakta satılan eroinden daha kaliteli. Çünkü torbacının malı sulandırılmıştır, teyzeninki ise saf eroin (Diamorfin).

20. yüzyılın başlarında bağımlılıkla alakalı bir deney yapıldı. Bir fare, içinde iki suluk bulunan bir kafese konuldu. Bu suluklardan birinin içinde eroin karıştırılmış su, diğerinde ise saf su vardı. Netice şaşırtıcı olmadı. Fare, aşırı doz eroin sebebiyle öldü. Belki bir şey değişir diyerek deney birkaç defa daha tekrarlandı ama nafile. Her seferinde fareler mevta oldu.

Psikoloji profesörü olan Bruce Alexander, farelerin eroinli suyu tercih etmesinin sebebini, kafeste tek başlarına kalmalarında aradı. Zira yalnız başına kalan farelerin eroinli su içmekten başka yapacakları bir şey yoktu. Bunun üzerine derhâl bir “fare parkı” kurdu. Renkli topların, tünellerin, enva-i çeşit peynirlerin ve en mühimi başka farelerin de bulunduğu bir park… Bir fare başka ne ister ki? Tabii bu fare parkına da normal ve uyuşturuculu suluklar konuldu, fareler gözlemlenmeye başlandı.

Evet, Profesör Alexander yanılmamıştı. Farelerin eroinli suyu tercih etmelerinin sebebi, yalnızlıktı. Zira parkta bulunan fareler, önceki deneydeki yalnız fareler gibi eroinli suya tenezzül etmedi. Park, işe yaramıştı. Bu deneyden, uyuşturucu maddeye bağımlı yapanın, sadece kimyasal yoksunluk değil, kişinin başka şeylerle iştigal edememesi neticesinde psikolojik olarak bu mereti istemesi olduğu anlaşıldı.

Deneyin ulaştığı neticeyi Vietnam Savaşı’nda Amerikan askerleri de kuvvetlendirdi. Öldürmeye veya ölmeye zorlanmış bu askerlerin %20’si, kısa süreli de olsa rahatlamak adına yüksek dozda eroin kullanıyorlardı. Amerikan halkı tedirgindi. Zira savaş bittiğinde onca askerin mesleği sadece torbacılık mı olacaktı? Fakat savaş bitince mutlu aile yuvalarına geri dönen askerlerin hâli tetkik edildi ve enteresan bir gerçek ortaya çıktı: Askerlerin %95’i hiç zorluk çekmeden eroini bıraktı ve askerler bir daha ellerine şırıngayı almadılar. Kalan %5’in de zaten hayattan soğumuş, eşi dostu olmayan kimseler olduğundan şüphemiz yok. Demek ki “park faktörü” sadece farelerde işe yaramıyor, netice insanlarda da aynı.

Yalnızlık, insanda, böylesine derin tesirleri nasıl meydana getirebilir? Bölüğündeki diğer insanlar arasında yalnız kalmış bir askeri dahî nasıl bu kadar hırpalayabilir? Belki de bize niçin insan denildiğini anlamakla başlamalıyız bu soruların cevabına. İnsan kelimesinin etimolojik kökenlerinden biri ‘üns’tür. Ünsiyet kelimesi ise yakınlık, alışkanlık, ahbaplık, münasebet manalarında kullanılır. İnsanoğlu, yaratılışı itibariyle başkalarıyla münasebet kurmaya mecburdur. En basitinden en mürekkebine bize dair her şeyi paylaşmak zorunda hissederiz kendimizi. Aklımıza yeni bir fikir gelmişse, yeni bir film izlemişsek veya yeni bir kitap okumuşsak, vizelerden yüksek notla geçmişsek veya herhangi bir mevzudan sebep dertlenmişsek, ezcümle mutlu veya mutsuzsak bu hâlimizi etrafımızdaki insanlarla paylaşmak isteriz. Ama bir kimsenin etrafında, onun bu hâllerini paylaşacağı arkadaşları yoksa vay o kimsenin hâline! Bir süre sonra böyle kimselerin kendilerini cemiyetten tecrit ettiklerini ve maalesef depresyona sürüklendiğini görürüz. Böyle kimseler, hâliyle, kendini rahatlatacak başka meşgaleler bulmaya çalışır. Bu meşgale, sadece uyuşturucu maddeleri kullanıp da keder ve sıkıntılı düşüncelerden geçici bir süreliğine kaçmakla sınırlı değildir. Kumar, içki, sigara, hatta başında saatler geçirilen bir ‘akıllı telefon’, zihni altüst ve bedeni harap eden pornografik videolar, insanın düşüncesini bir saniye olsun toplamasına müsaade etmeyen ve bitmek bilmeyen müzik seansları… Halbuki insanı ahsen-i takvîm yapan hususiyet, tefekkür edebilmesi, akıl edebilmesidir. Hayvanlar da yiyor, içiyor ve cinsî münasebette bulunuyorlar. Tefekkür etmeyen insan, hayvandan farksızdır. Saydıklarımızın hepsi insanı tefekkürden alıkoyduğu gibi, cemiyetten de uzaklaşır. Hasılı bu derde düşenler, yaratılışlarına ters bir vaziyet içindedirler. Bu kimsenin çıkıp arkadaş edinmesi ve bunlarla muhabbet edip dostluk kurması lazımdır.

İnanıyoruz ki, Allahü Teâlâ, insanı insanlardan daha iyi bildiği için, emirlerini ve yasaklarını da onların tabiatlarına münasip şekilde vaz’ etmiştir. Hükümler; insanın vüsatına, ihtiyaçlarına ve tabiî arzularına nazaran konulmuştur. Bir başka deyişle, İslam dini, fıtrî bir sistemdir. Bir kimse bu mukaddes dinin emirlerine, bilfarz farkında olmadan bile uyarsa, fıtratına uygun hareket etmiş olacağından, dünyada rahat eder. Eğer bir de inanırsa ahirette de mesut olur. Yalnızlık talihsizliğine düşmüş, yine kendini avutmak için yazımızın önceki kısımlarında bahsettiğimiz hastalıklara tutulmuş, iptila (bağımlılık) kesbetmiş kimseler İslamiyet’in emirlerine ve kendi tabiatlarına uzak kaldıkları için hastalığa düçar oluyorlar. Bu hastalıkların çaresi ise, bütün ilaçları kendinde toplamış olan İslamiyet’in sohbet emridir.

Müslümanların bir araya gelmesine sohbet denir. Sohbet illa sakallı, sarıklı âlim bir kimsenin baş köşeye oturarak insanlara ayet-i kerimeler ve hadis-i şerifler okuması demek değildir. Müslümanlar bir araya gelseler, hiç konuşmasalar bile yine de sohbet olur. Oradakilerin kalplerinden birbirlerine muhabbet akışı olur. Bileşik kaplar misali, kalplerin seviyeleri dengelenir. Bu yüzden mümkün mertebe kalbi temiz kimselerin yani Allah dostlarının, Allah’ı sevenlerin sohbetlerinde oturup kalkmalıyız. Allah’ın dostları olan evliyâ temiz kalpleri, düşünceleri, zikirleri, muhabbetleri ve yaşayışları ile kalpleri kararmış olanların kalplerini adım adım temizlerler. İnsan önünde yükselen kötü alışkanlık ve bağımlılık dağlarını ancak kararlı, bilgili ve yol gösterici bir yoldaşla aşabilir.

Hele bir de sohbette en güzelden, Allah’tan, onun peygamberinden bir nebze dahî bahsedilirse işte o zaman nurun üstüne nur olur. Farisî bir beyitte şâir diyor ki:


Âsuman secde küned, behri zemini ki derû,
Yek dü kes, yek dü nefes, behr-i Hüda, bi nişinend


Yani öyle bir yer ki bir iki kişi, bir iki kelime Allahü Teâlâ’dan bahsetse gökler oraya secde eder. Buradaki göklerden maksat göktekiler yani meleklerdir. Bu, öyle muhteşem bir müjdedir ki Müslümanlar bir araya gelip sohbet etse günahsız melekler o Müslümanlara imrenir. Meleklerin bile imrendiği kimseler oluverirler. Sohbete sırf dünya çıkarından dolayı bile gelinse Cenab-ı Hakk’ın affına mazhar olunacağını İmam-ı Rabbanî Hazretleri, Mektubât’ının 1. Cild 203. Mektub’unda bildiriyor. Çünkü kişinin kim olduğu değil, kiminle olduğu mühimdir. Peygamber Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdular ki: “Kişi, dostunun dini üzeredir. O hâlde her biriniz, kiminle dostluk edeceğine dikkat etsin.”

İslam dininin intişarı bakımından da sohbet çok istisnâî bir yere sahiptir. Üsve-i hasene olan Hazret-i Peygamber Efendimiz, eshabını sohbet yoluyla yetiştirmiştir. Sahabe ve eshab, sohbet arkadaşı demektir. Arap dilinde “arkadaş” manasına gelen 10 küsur kelime vardır. O yüksek kimseler sırf Peygamberimizin sohbetiyle müşerref oldukları için refik, sadik, garib, zemil, nedim gibi arkadaş manasına gelen kelimelerle değil sâhib kelimesi ile vasıflandırılmışlardır. Eshâbın en alt derecesinde bulunan sahâbinin, tâbiînin (Hazret-i Peygamberi göremeyip, onun eshâbını gören Müslümanlar) en üstünlerinden daha üstün olarak tanınması, sohbetin İslam dinindeki merkezi rolünü ve kıymetini açıkça ortaya koymaktadır. 

Eshâb-ı kiram hazretleri, Peygamber Efendimiz’in sohbet metodunu devam ettirdiler. Bir araya gelip Peygamber Efendimiz’den ve onun bildirdiklerinden bahsederlerdi. Zira Peygamber Efendimiz, “Benden duyduklarınızı din kardeşlerinize de anlatınız.” buyurmuştu. İşte bu tesirli metoda diğer Müslümanlar da sarıldı. Böylece onların da hem ilimleri arttı hem de kalpleri temizlendi. Ayrıca yaratılış icabı münasebet kurma ihtiyacını da giderdiler. Sevinçlerini veya hüzünlerini paylaştılar. Modern tabirle her bir araya geldiklerinde deşarj oldular. Bu vesileyle psikolojik hastalıklar, sohbet edenlere sirayet etmedi.

Bir eroinmanı uyuşturucudan, bir sarhoşu içkiden kurtarmak istiyorsak yapmamız gereken şey, sadece para cezası gibi cezai müeyyideler ihdas etmek değil. Bu hastaların ekserisi, kötü alışkanlıkları iyi arkadaş yokluğu sebebiyle ediniyorlar. O hâlde bu hastalıklara müptela olmuş kimselerin tedavisinde “sohbet ilacı”nı kullanmak en tesirli metot olacaktır.

Bu makalenin ilk kısmı Kurzgesagt’ın Addiction adlı videosundan alınmıştır. Site, bu videoyu yayınlayınca video, hekimler tarafından tepki aldı ve site tarafından kaldırıldı. Fakat yapılan deneyler de gösteriyor ki bağımlılık sadece kimyasal sebeplerle olmuyor. Hatta kimyasal sebeplerin tesiri yok denecek kadar az. Hastaların bağımlı olmasının asıl sebebi psikolojik.

Benzer Yazılar:

Ahmet Arvasi Hoca ile “Sohbetler”in Işığında

Kıymeti Bilinmeyen İlim Ehli: 3 Misal

Hilal Taktiğine Maruz Kalmak

Avatar

Erdem Üçbinli

1 comment

Bu site reCAPTCHA ve Google tarafından korunmaktadır Gizlilik Politikası ve Kullanım Şartları uygula.

Bizi Takip Et!