Kelâmbaz

Tarih İlminin Lüzüm ve Faidesi Nedir? (Ahmed Cevdet Paşa’dan)

Ahmed Cevdet Paşa’nın,Vakanüvislik Vazifesi Sırasında Çekilmiş Bir fotoğrafı (1855-1865)

Ahmed Cevdet Paşa merhum (1823-1895), Osmanlı son devrin mutenâ zevât-ı kirâmındandır. Edîb, müverrih ve hukukçu olarak temâyüz etmiş, sebâtkârlığı ve gayretkeşliği ile ömrünü insanlara hizmetle geçirmiş nâdîde bir bürokrattır. “Mecelle-i Ahkâm-ı Adliyye” ve “Kısas-ı Enbiyâ”, diğer çalışmalarının en meşhurlarındandır.

1851’de başlayıp, 1882’de hitâma erdirebildiği 12 cildlik “Târîh-i Cevdet” adlı eserinde, 1774-1826 arası Osmanlı tarihini anlatır lakin sadece bununla mahdût kalmaz, memleketlerin ve hadiselerin geçmişlerine dair malumat, yeri geldikçe de mevzu ile alakalı sayfalarca çok farklı malumatlar vermektedir. Bu cihetle “Târîh-i Cevdet”, bir bahr-i nâmütenâhî gibi içinden inci mercan toplamak isteyenleri cezb etmektedir. Allahü teala dîn-i islamın neşri ve tatbiki yolunda ifnâ-yı beden efen Cevdet Paşa merhumâ ganî ganî rahmet eyleye.

Cevdet Paşa’nın Fatih Cami Bahçesindeki Mezarının Yan Taraflarında Bulunan Tarihçe-i Hayatı’nın Son Kısmı
Yukarıdaki Osmanlıca Metnin Latinizesi

Ahmed Cevdet Paşa, Târîh-i Cevdet’in I.Cildinin 15.sayfasında, “İLM-İ TÂRÎHİN LÜZÛM VE FÂİDESİ BEYÂNINDADIR” başlığı altında aşağıdaki satırları yazıyor:

İlm-i târîh, efrâd-ı nâsı [insanları], vekâyi’-i me’âsir-i mâziyyeye [geçmiş vakıalara] ve vükelâ ve havâsı hafâyâ ve serâir-i mukteziyyeye [lüzumlu gizli sırlara] muttali’ edip; nef’i [faydası], âmme-i âleme âid ve râci’ olduğundan, âmme-i eşhâs, mütâla’asına mecbûl [öğrenmeye alışmış ve devam etmiş]  ve beyne’l-havâs [seçkinler arasında] makbûl ve mergûb [rağbet edilmiş] bir fenn-i kesîrü’l-menâfi’dir [çokça faydaları olan bir fendir]. Zirâ insân, medenîyyü’t-tab’ [tabiatinden gelen bir şekilde medenî] olup, yanî, behâyim [hayvanlar] gibi münferiden yaşayamayıp, mahal-be-mahal akd-i cem’iyyet ederek, yekdiğere mu’âvenet [yardım] etmeye muhtâc olurlar. Ve bu cem’iyyet-i beşeriyyenin derecât-ı mütefâvitesi [farklı dereceleri] olup, ednâ [en düşük] derecesi, hayme-nişîn [çadırda yaşayanlar] olan kabâilin cem’iyyetidir ki havâyic-i zarûriyye-i beşeriyyeyi [beşerî zarûrî ihtiyaçları] tedârik ile şecere-i hayâtın semeresi [hayat ağacının meyvesi] olan tenâsül [nesli devam ettirme] maksadına vusûl bulurlar lâkin şekil ve hey’et-i medeniyyetin netîcesi olan ma’ârif ve ulûm-i sanâ’iyye ve sâir hasâis-i kemâliyye-i insâniyyeden [yüksek insânî hasletlerden] mahrûm olurlar. Ve ehl-i kurâ [köy ehli], medâin-i mu’âzzama [büyük şehirler] ahâlîsine nisbetle, âsâr ve netâyic-i sahîha-i medeniyyetden mehcûr [uzak] addolundukları gibi bunlar dahî kurâ ahâlîsine nisbetle medeniyyetden dûr kalırlar.

Cem’iyyet-i mezkûrenin a’lâ [yüksek] derecesi dahî, medeniyyet yanî devlet ve saltanat mertebesidir ki bu, devletin sâye-i hıfz ve hirâsetinde [koruması sâyesinde] yekdiğere gadr ve ta’addîden [düşmanlıktan] ve a’dâ ve ağyâr [düşman ve diğerleri] endîşesinden âzâde olup, bir tarafdan ihtiyâcât-ı beşeriyyelerini tahsîle ve bir tarafdan dahî kemâlât-ı insâniyyelerini tekmîle meşgûl ve âmâde olurlar. Şöyle ki def’-i mazarrat ve celb-i menfa’at [zarardan kaçınma ve menfaate yönelme] dâiyyesi [içten gelen arzusu], insânda bir emr-i cibillî olup, bazen bir maksadda bir nice kimselerin emel ve arzûları müttahid [birleşmiş] ve mezâhim [zahmetli] oldukda, başlı başlarına kalsalar yekdiğere gadr etmek istediğinden ve bazen dahî bir maslahat-ı umûmiyyede bir cem’iyyet ile diğer cem’iyyetin beyninde [arasında], bi’t-tab’ [tabî olarak] münâza’ât [tartışma] ve muhârebât [savaşma] vâki’ olageldiğinden, herkes hukûk-i zâtiyye ve umûmiyyesini [şahsî ve umûmi haklarını] cânib-i hükûmete tevdî’ ile, onun hüküm ve himmetine râzı olarak, levâzım-ı kemâlât-ı insâniyye tahsîline meydân-ı ferâgat [boş meydan] bulurlar. Ve ol millet, sınıf sınıf ayrılıp, kimisi zirâ’at ve ticâret ve kimisi umûr-i mülkiyye ve askeriyyede hizmet eder. Ve ulûm ve sanâyi’ kuvvetiyle yüz kişinin havâyic-i zarûriyyesini [zarûrî ihtiyaçlarını], on kişi hâsıl etmeye ve müddet-i medîde [uzun bir müddet] zarfında hâsıl olabilecek mevâd [maddeler], az vakit zarfında husûle gelmeye başlayıp, ol milletin evkâti [vakitleri], havâyic-i zarûriyye tahsîlinden fazla kalarak ve işbu fazla vakitler dahî hasâis-i kemâliyye-i insâniyye tekmîline masrûf [sarf edilmiş] olarak, hazeriyyet ve medeniyyet [köy ve şehir hayâtı], günden güne bu nisbet üzere müterakkî olup gider. Ancak ol milletde artık sâdelik ve sebükbârlık [az ile yaşama] kalmayıp, tecemmülât [süslenme] ve tekellüfât [gösteriş] artarak ihtiyâcât çoğalır. Ve ona göre menâfi’-i zâtiyye ve iğrâz-ı şahsiyye [şahsî davalar] tezâyüd [artma] ve terakkî [ilerleme] bulur. Ve gittikçe ol milletin idâresine su’ûbet [zorluk] gelerek hüsn-i idârenin husûl bulmasıyla devletin ilerlemesi ve milletin sa’âdet-i hâl kesb edebilmesi mahâret ve vukûf eshâbının sarf-ı ihtimâm ve dikkatine mevkûf [bağlı] olur. Böyle umûr-i siyâsiyyede mahâret ise, ancak tecrübe ile hâsıl olabilip, her sûreti tecrübeye dahî, bir adamın ömrü vâfî [vefâ gösteren] ve bir asrın tecrübesi kâfî [kifâyet gösteren] olmadığından ve ârif olanlar (اَلسَّعِيدُ مَنْ اِتَّعَظَ بِغَيْرِهِ) [Mutlu, kendinden başkasının nasihatini dinleyendir] hadîs-i şerîfi müeddâsınca [manasınca], her şeyi nefsinde tecrübeye kalkışmayarak, sâirinden ibret ve nasîhat alageldiklerinden, vükelâ ve havâs; ilm-i târîhden, sâir eşhâs gibi, ahvâl-i zâtiyyelerince [şahsî halleri cihetinden] müntefi’ [fayda gören] olduklarından başka mesâlih-i düveliyyece [devletin faydasına olacak işler cihetinden] dahî müstefîd [istifâde eden] ve mütemetti’ [kâr eden] olurlar. Binâenaleyh vatan ve memleketini seven ve devlet ve milletinin bekâsını isteyen eslâf-ı ma’ârif-ittisâf [irfan sahibi eskiler], kendi asırlarının vekâyi’ ve ahbârını [vakıa ve haberlerini] zabt ile, ahlâfa [sonrakilere] yâdigâr bırakarak, kendileri dahî mazhar-ı ed’iye-i hariyye-i ahlâf [sonrakilerin hayır dualarına mazhar] olagelmişlerdir. Kaldı ki, mâzî ve müstakbel ahvâline vâkıf ve belki ezel ve ebed esrârını ârif olmaya, insânda bir meyl-i tabî’î olduğundan, ale’l-umûm nev’-i beşerin bu fenne ihtiyâc-ı ma’nevîsi derkârdır.

لَا تَشْبَعُ الْعَيْنُ مِنْ نَظَرٍ وَ لَا السَّمْعُ مِنْ خَبَرٍ وَ لَا الاَرْضُ مِنْ مَطَرٍ
[Göz bakmaya, kulak habere, toprak yağmura doymaz]

Hıfz-ı nizâmât-ı düveliyye [devletler nizamının muhafazası], ilm-i târîh ile olup, usûl-i sâlifenin vakit ve hâle tatbîkâtında ise fevâid-i kesîre [çokça faydalar] mütehakkık [ispatlanmış] olduğundan, bazı ulemâ, ilm-i târîhin ta’lîm ve ta’allümü, derece-i vücûbdadır [vâcip mertebesindedir] dediler.

Ahmed Cevdet Paşa’nın Baş Şâhidesi

Asrımızın İbn-i Kemâli idi
Hayfâ ki terk-i hayât eyledi

Edîb idi hayli eser bırakdı
Tezyîn-i zât ü sıfât eyledi

Takdîre edip rızâsın izhâr
Allâh deyû azm-i Cennât eyledi

Târîhini yazan kalem kırılsın
Ahmed Cevdet Paşa vefât eyledi (1312)

Emir Ali Demirel

Emir Ali Demirel

Elektronik Müh. Tarih-Sanat Tarihi, Kültürel Seyahatler&Fotoğrafçılık

emiralid.blogspot.com

Yorum Yaz

Bu site reCAPTCHA ve Google tarafından korunmaktadır Gizlilik Politikası ve Kullanım Şartları uygula.

Bizi Takip Et!