Kelâmbaz

İlber Ortaylı’nın Tarihçiliği Hakkında Az Bilinen Gerçekler

İlber Ortaylı ve tarihçiliği hakkında neler biliyorsunuz? Kitaplarını okurken kaynaklarından ne kadar eminsiniz? Her hangi bir kitabında yazdığıyla konuşmalarının çeliştiğini hiç fark ettiniz mi? Size bu kitapları başkaları yazıyor denilse ne cevap verirdiniz?

Ayağı topal tarihçiler

Evet. Uzun zamandan beri TV’de ve sosyal medyada reklamı (PR’ı) yapılan İlber Ortaylı hakkında bu soruları düşünüyordum. Çeşitli meclislerde dile getirdiğimde ise “hadi oradan sen nereden bileceksin” minvalinde kaba cevaplar alıyordum.

Bilhassa İlber Ortaylı ve Halil İnalcık için “tarihçilerin otoritesi” algısı Türkiye’deki tarih cehaletinin çok bariz bir göstergesi. Hani hep İlber Ortaylı fanları onun ağzıyla başkalarına “ay ne kadar cahil” derler ya. Şimdi bu iktibas ettiğimiz metni ve Halil İnalcık hakkında gerçekleri hiç okumuşlar mıdır acaba bu alim arkadaşlar?

Hangi Bağnazlığın Zaferi? – Bir İnalcık Kritiği

Aşağıdaki iktibas Boğaziçi Üni. , Oxford’da öğrenim gören, 1993-2002 yılları arasında Boğaziçi Üniversitesi’nde, 2002-2021 yılları arasında da Sabancı Üniversitesi’nde öğretim üyeliği yapan Prof. Dr. Y. Hakan Erdem’in Tarih-Lenk kitabından.

Y. Hakan Erdem’in pek çok çalışması bulunuyor. Yurt dışında 1996’da yayınlanan Slavery in the Ottoman Empire and its Demise adlı çalışmasıyla dikkatleri çeken Erdem,  2002’de Israel Gershoni ve Ursula Woköck ile Histories of the Modern Middle East ve 2006’da Israel Gershoni ve Amy Singer ile Middle East Historiographies adlı çalışmaları yayımlandı. Asıl ses getiren ve ilgileri toplayan kitabıysa 2008’de yayınlanan Tarih-Lenk oldu.

-Lenk eki Farsca topal manası verir [Timur-lenk topal/aksak Timur]. Topal tarih manasındaki bu kitap tarihi aksatan, topallaştıran kişileri ve konuları ele alıyor. Kitaba göre bu isimlerden biri de İlber Ortaylı’dır. İlk baskısı Doğankitap tarafından yapılan kitabı Timaş Yayınları, yeni ve genişletilmiş olarak yeniden yayınladı. Timaş Yayınları’ndan yeniden basılan kitaba şuradan ulaşabilirsiniz; TARİH-LENK /KUSURSUZ YAZARLAR, KAĞITTAN METİNLER

Bazı kitapların ayağı topaldır.

Hakan Erdem 496 sayfalık kitabında, tarih sahasında şöhret bulmuş pek çok konu ve ismi tahlil ederek ortaya koyuyor. Buraya sadece İlber Ortaylı’ya ait az bilinen gerçekleri iktibas ediyorum. Bu kadar uzun bir bahsi Ortaylı fanları okur mu bilmiyorum ama meraklısı eminim ki keyif alarak okuyacaktır. Ayrıca sosyal medyada gereksiz İlber Ortaylı güzellemesi yapanlar için hazır bir içerik olacaktır.

İyi okumalar…

***

Empresyonist bir ressam olarak tarihçinin portresi: İlber Ortaylı

  • Gel gönül yeniden keşfe çıkalım
  • Avcılar ile toplayıcılar buralarda ne arar?
  • Osmanlı idari tarihinden sayfalar
  • Sırplar sınmış kime ne?
  • Yahşi okumalar ve vahşi sığır avları
  • Sultan Muhammed Osmanoğlu, Bizans İmparatoru, 1481
  • Gel halaoğlu yamacıma gel
  • Fırçamı getir lala, resmedeyim cihânı!
  • Post scriptum: Ayn Câlut’un yenenleri ve yenilenleri

İlber Ortaylı’yı kim bilmez? Veya çevirip şöyle soralım: Hâlâ İlber Ortaylı’yı tanımayan kalmış mıdır? Velev ki Türkiye ahalisinin küçük bir kısmı Sayın Ortaylı’yı bilmiyor, tanımıyor olsun, o “cahilleri” de uzun uzadıya ben aydınlatacak değilim bu konuda. Burada, Ortaylı’nın kitaplarını, yayınlarını sadece alt alta sıralamakla yetinsek dahi kâfi. Tanzimattan Sonra Mahalli İdareler, 1840-1878,[50] Türkiye İdare Tarihi,[51]Tanzimat Devrinde Osmanlı Mahallî İdareleri, 1840-1880, [52] Tanzimatdan Cumhuriyete Yerel Yönetim Geleneği,[53] İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı, [54] Osmanlı İmparatorluğunda Alman Nüfuzu[55], Osmanlı Toplumunda Aile[56]  gibi (belki bu sonuncusu hariç olmak üzere) zararsız hatta eli yüzü düzgün akademik eserler vermiş bir tarihçidir Ortaylı. Ayrıca kişisel gözlemlerini aktardığı Eski Dünya Seyahatnamesi[57] adlı bir kitabı ve belki de yine bu kategoriye sokulabilecek bir çalışması daha vardır ki iki ayrı reenkarnasyon sonucu iki ayrı yayınevinden ama başka isimler altında doğarak okuyucuyla buluşmuştur.[58]

Peki, makaleleri çeşitli derlemelerle geniş bir okuyucu kitlesine ulaşmış,[59] kendisiyle nehir söyleşiler yapılmış,[60] uluslararası sempozyumlara konu olan büyük tarihçiler sırasına katılmış, [61] kendisiyle mütenevvi röportajlar yapılmış, sayısız televizyon programına konuk olmuş, televizyon programları yapmış ve yapmakta bulunan, kendisini bu toplumun adeta tarih öğretmeni suretinde inşa etmiş bir tarihçi olan Sayın Ortaylı’yı böylesi sahifelerde konuklamak kimin haddine olabilir ki bendenizin olsun?
Ama durun bir dakika, sanki satırlar arasında bir şeyler söyler gibi oldum, tarihi popülarize ederken kendisi de ister istemez popüler, hem de çok popüler olan Sayın Ortaylı sadece “sıkıcı” akademik yayınlar yapmıyor ki!

Ne şekilde üretildiğini tam olarak kestiremediğim ama kapaklarında “İlber Ortaylı” markasını iftiharla taşıyan bir edebiyat her geçen gün çığ gibi büyüyor. Bu kitapların epey bir kısmının iddialı ve cazip isimleri var. Mesela, üç kitaplık bir seri var: Osmanlı’yı Yeniden Keşfetmek.[62] Daha doğrusu, Osmanlı’yı Yeniden Keşfetmek adlı kitabı daha sonra Son İmparatorluk Osmanlı. Osmanlı’yı Yeniden Keşfetmek 2[63] ve Üç Kıtada Osmanlılar/Osmanlı’yı Yeniden Keşfetmek 3[64] adı verilen diğer ikisi izlemiş. Olmuş bir seri. Ortaylı’nın önsözlerinden anlaşıldığı kadarıyla bu kitaplar, Ortaylı’nın “çeşitli iletişim araçlarında” yaptığı konuşmalar, “bir nevi umumi konferans mahiyetindeki Osmanlı üzerine yorumlamalardır”.

Görünen o ki, bunlar bir şekilde Ortaylı’nın daha önceki araştırmalarına dayanmaktadır. Onların ciddi bir biçimde popülarize edilerek kamuya sunulması çabalarıdır. “Engin Atatimur’un kızı sevgili Neslihan Atatimur deşifre etti” denmesine bakarak, dipnot, sonnot, metiniçi vs herhangi bir referans sistemiyle veya bibliyografyayla hantallaştırılmamış durumda olan bu metinlerin çeşitli konuşma veya konferansların bant çözümleri olduğunu varsayabiliriz.

Biraz daha yakından bakmak istediğim İlber Ortaylı metinleri tabii ki bu seriyle sınırlı değil. Mesela, ilk baskısı ta 1982’de yapılmış olan, içeriğindeki değişiklikler ve eklemelerden dolayı “ikinci baskı” nitelemesini hakkıyla kullanabileceğimiz, popüler basındaki yazılarını toplayan bir kitabı var: Gelenekten Geleceğe [65] Bir iki adet de konferans metniyle zenginleştirilmiş bu kitaptaki yazılar, daha önce Tan, Mimarlık, Gösteri, Dost, Somut, Tiyatro 71, AÜ DTCF Tiyatro Araştırmaları Enstitüsü Dergisi, Milliyet ve Cumhuriyet’te yayımlanmış. Yine çeşitli yazılarını ve bazı konferanslarını toplayan Osmanlı Barışı adlı derleme de künyesine bakılırsa bu kabilden bir “genişletilmiş ve gözden geçirilmiş” ikinci baskı. [66]

Künyedeki bilgiye göre ilk baskısı 1982’de Hil Yayınları’ndan çıkmış! “Peki” diyerek kitabı karıştırmaya başlıyoruz ve bu yazıların da Türkiye Günlüğü, Cogito, Hürriyet Gösteri, Hürriyet, Hak-İş, Kubbealtı Akademi Mecmuası, Toplum ve Bilim, Yeni Türkiye gibi matbuatta çıktığını görüyoruz. İyi de bunların içinde 1982’den önce yayımlanmış sadece iki adet makale var. Kalanı 1986 ile 2000 yılları arasına serpilmiş çeşitli makaleler, yazılar, konferanslar. Hay Allah, ya bu Osmanlı Barışı gözden geçirilmiş, hem de fena halde gözden geçirilmiş bir ikinci baskıdır ya da daha basitçe, Ufuk Kitapları diğer derleme için hazırladığı künyeyi bir de bu yayın için kullanmıştır!

Neyse, huysuzluk etmeyelim ve bu satırları bir “kaynaklar ve yöntemler” dersine çevirmeden Sayın Ortaylı’nın nice emeklerle bu halk için oluşturulmuş popüler külliyatını tadad etmeye dönelim.

Efendim, sonra Ortaylı’yla yapılan röportajların toplandığı derlemeler var. Mustafa Armağan’ın hazırladığı İlber Ortaylı ile Tarihin Sınırlarına Yolculuk [67] böyle bir kitap. Sayın Ortaylı’yla çeşitli kişilerin çeşitli tarihlerde yaptığı söyleşiler, İzlenim, Milliyet, Türk Edebiyatı, Radikal Kitap, Türkiye Günlüğü, Zaman, Dergâh, Düşünen Siyaset, Hak-İş, İdea-Politika, Sabah gibi bize oldukça geniş bir yelpaze sunan mütenevvi matbuatta yayınlanmış ve şimdi kitap olarak raflarımızda yerini almış durumda.

İLBER ORTAYLI İLE TARİHİN SINIRLARINA YOLCULUK, İLBER ORTAYLI - İkinci El  Kitap - kitantik | #0062112000555

Bir tarihi kanaatler önderi olarak Ortaylı’ya duyulan ilgi o kadar büyük ki bazen de tek bir “medium” da kendisiyle yapılan söyleşilerin kitap suretine büründüğünü görüyoruz. Yani demem o ki, tek bir yerde yapılan söyleşiler bile bir kitapçık oluşturacak kadar malzeme üretebiliyor. Bakın, böyle bir kitap oluşturan ve Ortaylı’nın popülerliğine yaptığı katkılardan dolayı müftehir durumda olan Taha Akyol nasıl sunuyor meseleyi:

İlber Ortaylı gerçek bir tarih âlimidir ama pek az âlime nasip olmuş bir popülerliğe de sahiptir. Onun popülerleşmesinde benim de bir nebze katkım oldu: CNN Türk’te “Eğrisi Doğrusu” programında kendisiyle yaptığım sohbetler… Ortaylı’nın kitlelerce izlenen, dinlenen, aranan bir tarihçi olmasında elbette onun renkli kişiliğinin ve üslubunun rolü büyük… Ama ben bir fark daha görüyorum: Ortaylı, bilinen bilinmeyen tarih olaylarına değişik açılardan baktığı için anlattıkları normal tarih sohbetlerinin ötesinde ilgi çekiyor…

Evet, böyle diyor Taha Akyol, Ortaylı’yla konuşmalarını kitaplaştırdığı Osmanlı Mirasından Cumhuriyet Türkiyesi’ne adını verdiği yayında. [68] Münhasıran Ortaylı’ya ait yazılı bir Eğrisi Doğrusu… Bir miktar Kırk Ambar Sohbetleri’ne benziyor. [69] Hani, orada da Ortaylı’nın başka bir “medium” da Milliyet gazetesi Pazar ekindeki yazıları toplanmıştır ya…

Sonra? E, bir de popülerin popüleri, daha da popülerleştirilmiş bir kitabı daha var Ortaylı’nın: Tarihin İzinde.[70] Ortaylı’nın nitelendirmesiyle “bazı dergilerdeki uzun röportajlar” ve “kıyıda köşede kalmış makaleler”den oluşuyormuş. Bunları kendi de arayıp bulamıyormuş. Dolayısıyla, bu erişilmez röportaj ve makaleleri gün ışığına çıkaran öğrencisi ve editörü Cem Küçük’e şöyle teşekkür ediyor Ortaylı: “Şüphesiz her röportaj ve ya da makale hatırlanmaya değmez, ama bazılarına müracaat etmek için aradığımız oluyor.” Gel gör ki, röportajları kim yapmış, soruları kimler soruyor, hangi tarihlerde yapılmış bunlar, nerelerde yayınlanmış? Buraları bütünüyle anonim!

Okuyucuyu bu tür fuzuli ayrıntılar ile muazzeb etmeyen bir başyapıt! Peki, bu bilgileri bize sağlamıyorsa bu yayın, ona nasıl ve niye “müracaat” edeceğiz biz? Bunun da ötesinde, nasıl olacak da bir röportaj kitabında soruları soranların isimlerinin tamamen silinmesi veya hasıraltı edilmesinde etik açıdan herhangi bir ikircik yaşamayacağız? Bu soruları oluşturanların, soranların entelektüel veya fikri hakları hiç mi korunmaya değmiyor? Sahi, röportaj kimindir? Yapanın mı, kendisiyle röportaj yapılanın mı?

Tarihin İzinde - İlber Ortaylı | Nadir Kitap

Başka? Var tabii. Ortaylı’nın 1990’lı yılların başında, tek bir tema etrafında, Türkiye ve Avrupa ilişkileri üzerine “mali bürokrasimizin mensuplarına” verdiği konferansların aynı yıl iki ayrı yayınevinden basılmış hali de mevcut: Avrupa ve Biz[71].

Ayrıca, Ortaylı üşenmemiş, daha önceki konuşmalarının usaresini süzerek bir tür muhassala denebilecek bir yayın daha gerçekleştirmiş: Tarihimiz ve Biz [72]. “Bu kitap, çeşitli vesilelerle yaptığım konuşmaların gözden geçirilerek kitap haline getirilme projelerinden biridir”[73] diyor Ortaylı. Burada da hangi konuşmayı nerede ne zaman yapmış belli değil ama böyle bir sentez çalışmasında, üstelik arada röportajı yapanlar türü bir başka kategori olmadığı için, kendi konuşmaları söz konusu olduğu için tarihçiye hesap soracak değilim.

Demek ki, daha önceki konuşma yayınlarında birtakım aksaklıklar, eksiklikler olmuş ki Ortaylı değerli vaktinin bir kısmını bu konuşmaları gözden geçirerek haziran 2008’de yeniden yayımlama lüzumunu duymuş. Önemli olan popüler kategoride bir yayın olması. Bu da bana kâfi.

Gel gönül yeniden keşfe çıkalım

İşte izninizle burada, Sayın Ortaylı’nın akademik nitelikli veya kişisel gözlemlere ve izlenimlere dayanarak oluşturduğu metinlerini bir tarafa koyarak sadece bu popüler kategorideki yayınları üzerine biraz eğilmek istiyorum. Asla yanlış anlaşılmak istemem. Ortaylı’nın popüler kategorideki yayınlarını “Bunlarda niye dipnot, sonnot, referans yok?” diyerek bu naçiz referans verme sorunları bölümünde ele alıyor değilim! İşin aslına bakılacak olursa, ülkemizde epeyce yanlış olarak yerleşmiş bir kanının bize dayattığının aksine bazı tür yayınlarda referans aranmaz.

Mesela, ders kitaplarında aranmaz, popüler, yani akademik olmayan kitaplarda da aranmaz! Ders kitaplarında ve popüler kitaplardaki kaynak göstermeyişi kimse dert etmez, kimse de dipnot vermeden bu yayınlarda kendi görüşlerini aktardı diye birilerini “intihal” ile suçlamaz.

Peki, o zaman Ortaylı’nın popüler olduğu açıkça belirtilmiş yayınlarını ne diye konu ediniyorum? Bir tarihçi, defaetle belirttiği gibi kendi orijinal araştırmasını popüler seviyede ve “yeni bir uslup” la daha geniş kitlelere taşıyamaz mı? Burada ne gibi bir sorun veya sorunlar var? Sanırım bu soruya cevap vermeden önce açıkladığı kadarıyla Ortaylı’nın bu tür yayın yapmadaki niyetlerini, kendisini neden yorulmak usanmak bilmez bir şekilde topluma popüler kategoride eserler sunmak durumunda hissettiğini biraz daha iyi anlamak, belki bunun için de tarihe olan yaklaşımlarını biraz daha irdelemek gerekir. Bakın Ortaylı ilk basımı Ekim 2006’da yapılan ve elimdeki 9. baskısı Şubat 2008’de 83.000 gibi bir rakama ulaşan Osmanlı’yı Yeniden Keşfetmek serisinin ikinci kitabında, “Tarih Bilinci ve Osmanlı’ya Bakış” başlığı altında neler diyor, atlayarak, kısmi olarak alıntılıyorum:

Toplum bilincini şekillendiren en önemli unsur, geçmiştir. Hepimiz çok iyi biliyoruz ki, insanoğlunu “Tarih bilincine sahip olan hayvan” diye tarif etmemiz mümkündür…

Tarihin bilgisi ve getireceği bilinç, bir toplum için çok önemlidir ve uygar milletler özellikle 18. asırdan itibaren tarih eğitimine son derece önem vermişlerdir. Maalesef Türkiye’de bu anlamda bir tarih bilgisi, bir bilgi edinme ve toplumun tarih bilincine ulaşması son asrın olayıdır… Türk ulusu arasında bu tarih, [Osmanlı tarihi, HE] gereği gibi yazılmamıştır. Büyük sentezler yoktur orada. Büyük sentezlerin olmadığı bu ortamda, halka dönük vulgarize edebiyat dediğimiz basitleştirilmiş bir tarih yazımı da yoktur ve tabii okul kitapları da istenenden çok uzaktadır. Bu kitaplar pedagojik bakımdan zayıftır. Çocuklarımız, gençlerimiz tarihi sevecek durumda değiller…

Türkiye’de tarih okunmuyor. Türkiye için yazılan tarih sentezlerini, halka mal edilecek şekilde, yeni bir uslup ve yeni bir edebiyat ile kaleme alamıyoruz… Bizde “resmi tarih” dediğiniz de, “alternatif tarih” dediğiniz de birbirinden farksız. Hiçbiri somut bilgiye, malzemeye dayanmıyor… Tarihçinin kaynakları iyi kullanması, kendi tezini mesnetsiz laflarla, vesikasız iddialarla veyahut yanlış, saptırılmış vesika kullanımlarıyla desteklememesi lazım… Onun için tarih yaptığınız an, her şeyden evvel tarih bileceksiniz. Bu da maalesef okulda öğrenilmiyor galiba. Biraz doğuştan kabiliyet lazımdır… Bu şaşılacak bir şekilde tarihyazımında da etkili bir unsurdur. [74]

Ortaylı’nın çizdiği ve birçok haklı gözlemi içeren bu tablonun epeyce karamsar olduğu açıktır. Tabii, Sayın Ortaylı bunları veya benzer lafları durup durup ilk kez 2006 yılında söylemiş değildir. Belki biraz sıkıcı olacak ama birkaç örnek daha verelim. Mesela, 1996’da Mustafa Armağan’ın İzlenim için yaptığı röportajdan alayım:

Bu toplumdaki tarihe merak, bir Afrika kabilesindeki insanınkinden daha fazla değil. Bir şeyin künhüne inmek, soru sormak, somut delil aramak gibi bir merakımız yok. Bu çok az insana mahsus bir özellik Türkiye’de… Resmi tarih dediğimiz de, alternatif tarih dediğimiz de, övgümüz de, sövgümüz de, ilkelliklerimiz de birbirinden farksız. Hiç biri somut bilgiye, malzemeye dayanmıyor. [75]

Afrika kabilesi insanında neden bizlerden daha az tarih merakı olması gerektiği veya hangi kıyaslama sonucunda Afrika kabilesi insanlarının tarih merakı seviyesinin bize benzer olduğu gibi sonuçlara nasıl ulaşıldığına hiç bulaşmaksızın, Ortaylı’nın 1999’da, Mehmet Gündem’in Zaman için yaptığı röportajda da benzer düşünceleri ifade ettiğini söyleyeyim: “Bizimki, okuması yazması kıt, tarihçiliği sıfıra yakın, cihanşümul tarihçi hiçbir zaman çıkaramamış bir toplum.” [76] Tarih şuuru ve okullardaki tarih eğitimi bahsi de şöyle, 1999’da Köprü için röportaj yapan Cevher İlhan’dan gelen alakalı bir soru üzerine şunları söylemiş Ortaylı:

Tabii bir memlekette büyük tarih sentezleri olmayınca tarih şuuru küçük kalıyor.

Popüler kitap da kolay yazılıyor. Ne zaman ki büyük tarih kitaplarımız meydana gelir, o okullara akseder. Bu olmayınca bizim ortaöğretimde, maalesef öğretmen sınıfı da çok berbat bir vaziyette bugün. Bunların çoğunun Türkçesi de iyi değil. Kötü tarih kitapları yazılıyor. Belli ki, o kitaplardan tarih öğrenilmiyor. Yanlış öğretiliyor. Hepsinden öte, çok aşağılık bir üslûpları var. Tarih ve edebiyat okumuş bir insanın üslûbu değil.

Maalesef, bazıları bunları para kazanmak için yazıyor. Kazanmışlar da. Ama çocuklar tarih bilgisi ve şuuru kazanamamıştır. Bu açık bir şey. Bu zamanla ıslâh edilir. [77]

Tarihçiliğin içkin ve doğuştan gelen bir yetenek olduğunu düşünen Ortaylı’ya, Mehmet Gündem soruyor: “Yani tarihçi olunmaz, tarihçi doğulur kanısında mısınız?” Cevapları bu münazara sorusuna yakışır bir açıklıkta:

Evet. Demek ki tarihçi olmak, belirgin bir iletişim geleneği belirgin bir şekilde konuşma yeteneği ve asıl önemlisi kuvvetli bir hafıza istiyor. Bu özelliklerin hepsinin toplanması veya yoktan var edilmesi ve geliştirilmesi mümkün değil. Onun için galiba tarihçi olunmaz, doğulur, diyorum. Müzisyen doğulur, ressam doğulur, sporcu doğulur aslında. Sonraki antrenman insanı belirli bir yere kadar götürebilir. Esas olan kendi cevherimizdir. [78]

Atlayarak yaptığım alıntıları bir de haddim olmayarak özetleme pahasına şunları söyleyebilirim: Türkiye’de tarih bilinci zayıftır. Tarihçiliğimiz sıfıra yakındır. Osmanlı tarihi henüz yazılmamıştır. Büyük sentezler yoktur. Vulgarize edebiyat da ya yoktur veya yazılanı bir şeye benzemez. Olan sentezi de halka iyi bir üslupla aktaramıyoruz. Okul kitapları berbattır, maalesef bazıları para için tarih kitabı yazmaktadır. Kimse tarih okumamaktadır. Tarihçilerde zanaat seviyesinde bile büyük sorunlar vardır, somut malzemeye dayanmamakta, yazdıklarını belgelendirememektedirler. Dolayısıyla, insanlarla iletişim kurabilecek, konuşma yeteneğine sahip, hafızası güçlü, iyi kaynak kullanan, kullandığı belgeyi saptırmayan tarihçilere ihtiyaç vardır. Bunlar da doğuştan gelen yetenekle, cevherle olur. Nasıl? İçeriğine katılırsınız katılmazsınız o ayrı mesele ama adeta bir manifesto çıkmıyor mu bunlardan? Biraz sıkıcı olabilir ama Ortaylı’nın çıkış noktalarını biraz daha anlamak için birkaç alıntı daha yapayım.

Taha Akyol soruyor: “Böyle bir atmosfer içerisinde okula gittiniz ve tarihçi oldunuz. Niye avukat, hakim, doktor olmadınız?” Ortaylı’dan samimi bir cevap geliyor:

“Vallahi okulda olmadım tarihçi. Tarihçi evden olunuyor… Ben tarihçiliğin tıpkı müzisyenlik gibi, doğadan geldiğine inanıyorum. Merak, hafıza, tamamen fıtrî bir şey. Bizde görüldüğü gibi 30’undan sonra tarih okuyup tarihçilik yapılmaz.” [79] İkili bu temalara sonra yine dönüyor. Ortaylı, “Dünya tarihi denemeleri yapmamız lazım. Bunlardan sonra okunan, edibâne üslubu yerleşen memleketlerde de çocuklar çıkar; yoksa mümkün değil”. Akyol, fırsatı kaçırmıyor: “Böyle boğucu, tarih işkencesi yapacağımıza bir tür edebî tarih daha iyi olur” Bunun cevabı da “Ben hep tekrarlıyorum: ‘Lisede de tarih kitabı okumazdım” şeklinde geliyor. [80]

Lise veya genelde okul kitaplarını savunacak değilim şimdi ama peki, ne okurdu Ortaylı? Hoş ve edebi üslubunu nereden almıştır? Allah’tan bu meta- metinde bunun cevabı var: Halka mal olacak bir popüler edebiyat, tarih edebiyatı lazımdır. Bunun da çok yakın zamanlara kadar mevcut olmadığını söylemek lazım. Şunu unutmayalım ki, bizim kuşak, bu tip tarihi ‘Hayat Tarih Mecmuası’ ile okuyordu, Yılmaz Öztuna’nın kıtalarıyla okuyordu. Ondan evvel geniş kitlelerin, lise- üniversite öğrencilerinin okuyup merakla izleyebilecekleri bir değişik yorum bile söz konusu değildi. [81] Eh, bendenizin kafasında bir şeyler şekillenir gibi oluyor şimdi. Hakikaten de, Ortaylı’nın metinlerinde açık bir Öztuna üslubunu ben de sezinliyordum. Zaten, bunlarda Öztuna’ya karşı yönelmiş olan bastırılmamış bir hayranlık ve açık göndermeler var. Yılmaz Öztuna “tarihçimiz” dir.[82] İlginç yorumları olan “popüler tarihçi” dir.[83] “Gerçekten de yakın tarihi mütearifeleri değiştirmekte bir hayli payı” vardır. [84]

Akademik cephede Halil İnalcık, Ortaylı için neyse popüler tarafta da Öztuna odur, hatta bazı açılardan üstünlükleri vardır: Bizim bazı tarihçiler, Roma’yı ‘Romalı Perihan’ zannediyor. Hiçbir şekilde ‘dünya tarihi’ ya da ‘imparatorluğun ne olduğu’ bilgisi yok. Ben o teorinin değerlendirilişini Halil (İnalcık) Hoca’da gördüm ama asıl Yılmaz Öztuna’da gördüm. Belli ki genel bir tarih okumuş o. Biliyor. [85]

Başka bir tezinde de Nilgün Uysal’dan “karşılaştırmalı tarih” yaklaşımı üzerine bir soru gelince şunları söylüyor: Tarihçi dediğin, tarih okur ve bütün beşeriyetin tarihini okur. Mesela, Halil İnalcık Hoca öyledir. Hatta popüler tarihçimiz Yılmaz Öztuna da dünya tarihinin, kendi konusuyla ilgili jeneolojilerini… falan bilir. Yine müzik bilgisi bakımından Murat Bardakçı öyledir. İşin özü, tarih okumaktır. [86] Peki, tarih okuyan tarihçi bu bildiklerini nasıl yazar ve kamuyla paylaşır? Hoş bir üslupla nasıl “tarih” üretir?

 İşte anlaşılan o ki İlber Ortaylı irdelediği tüm bu sorunların en azından bir kısmına çare olmak üzere popüler tarih metinleri üretme işine girmiş, samimi olarak bu kitaplarının “beklenen bir ihtiyacı” karşılayacağını düşünmüştür.

Bakın, Mustafa Armağan’ın Ahmet Refik’ten sonra “tarihi sevdiren adam” olarak nitelediği ve “tebahhuru” na yani derin ve uzman bilgisine dikkat çektiği [87] İlber Ortaylı bu popüler kitaplarına yazdığı tipik önsözlerden birinde ne diyor:

Osmanlı’nın tarihini, kimliğini bilmek ve anlamak o kadar kolay değil; bütün etrafımızı, yani yeryüzünün en esaslı uygarlıklarını tanımamız, incelememiz lazım. Osmanlı’yı, etrafımızı tanıdıkça, kendimizi daha çok sevecek ve tarihimize ısınacağız… Osmanlı tarihine ait bahisleri, siyasi olayları, kurumları, kişileri ve Osmanlı’nın diğer devletlerle ilişkilerini bir sohbet havası içinde tek tek anlatıyoruz. Bu ele alış sırasında eğitim kitaplarında ve müfredatta yer almayan konulara, detaylara değiniyoruz. Okuyucu bunları serimizin ilk kitabı Osmanlı’yı Yeniden Keşfetmek’te fark etti ve ilgiliyle (sic. ilgiyle!) okudu. Bu yüzden Osmanlı üzerine bahisleri ikinci belki ileride üçüncü bir kitap halinde çıkarmak hâsıl oldu (sic). Bunu gerekli bir vazife olarak görüyorum ve memnuniyetle yerine getiriyorum. Hiç şüphesiz bazı iddialarımız tenkite ve tartışmaya açıktır. [88]

Ortaylı’nın, serinin üçüncüsü olan Üç Kıtada Osmanlılar’a yazdığı önsözde de böylesi bir kaderine razı olmuşluk, toplum tarafından kendine verilen aydınlatma görevini tevekkülle kabulleniş ve gereğini fedakârane ifa ediş hali var. O da birtakım konuşmaların “gözden geçirilerek kitap haline getirilme” projesi yani. Ama o da ne? Okurken ister istemez gözümüz takılıyor ki okuyucu bu kez serinin ilk iki kitabını burada da “ilgiliyle” okumuş! Burada da “çıkarmak hâsıl oldu” deniyor. “çıkarmak ihtiyacı” filan denmiyor. Gözden geçirip geçirip durdukları bu metinlerde herhalde bu hataları yapmazlar, acaba şu yukarıdaki “sic / böyle” uyarılarını koymada aceleci mi davrandık? Bir bildikleri mi var? Olur mu olur, belki de bu cahil halk, bir hoşça anlasın diye Ortaylı’nın metinlerini bir ilgilinin gözetimi altında okuyordur!

Şimdi denilecek ki “Arkadaş senin derdin ne? Sen bu mütebahhir, bu vazifeşinas tarih âliminden ne istiyorsun? Pek beğendiği üstadı ve diğer bir ‘mâderzâd’ tarihçi olan Yılmaz Öztuna gibi yazmış işte halk için, ‘halka dönük’, ‘halka mal etmek’ için, sohbet havasında vülgarize etmiş. Bizim için yazmamış ya!” Elhak öyle. Ama sanıyorum benim sorunum tam da bu noktada. Tabii anladık, popüler metinler bunlar. Tamam, dipnot vesaire olmasın. Ama şöyle bakalım: Referanssız yazmak bir tarihçiyi akademik ve bilimsel sorumluluktan azat eder mi? Ortaylı’nın kendi söylediklerinin pek çoğunu da dikkate alarak diyorum ki “Bilakis vülgarize edebiyat daha büyük sorumluluk ister”. Mademki, müfredattaki eksikliklere, ülkemizde tarih disiplininin acınası durumuna, tarihçilerin ilkelliklerine ve kifayetsizliklerine dikkat çekerek işe koyuldunuz ve bu halkı eğitmeye ve dahası tarihi sevdirmeye soyundunuz, çok, çok daha fazla dikkat ister! Yanılıyor muyum? Bir tarihçi “popüler metinler yazıyorum” gibisinden bir gerekçeyle hiçbir kayda kuyda bağlı olmaksızın, çok basit kontrolleri bile yapmaksızın tarih metinleri üretebilir mi?

Şimdi buyurun, Ortaylı’nın popüler metinlerinin ürettiği sorunlardan bir örnekleme, yakından bakalım. Müsaadeniz olursa önce isminde taşıdığı iddia ve çağrıştırdığı tatlı vaatlerden dolayı Osmanlı’yı Yeniden Keşfetmek’e gidelim. “Gidelim” dedim ama galiba o kadar aksi bir günümdeyim ki metnin ilk sayfasına takılıverdim. “İstanbul Tarihinden Esintiler” adlı bölümdeyim. Ortaylı, şehrin adının Osmanlı için hep “Konstantiniyye” olduğu bilgisini paylaşıyor orada bizimle: “Yüzyıllar boyu Osmanlı İmparatorluğu’nun bütün fermanlarında ve kayıtlarında şehrin adı böyle geçerdi: Konstantiniyye… Son döneme kadar, basılan bazı kitapların ilk sayfasında ‘Konstantiniyye… matbası’ (sic) künyesi vardır.” [89] E, değil midir? Yok mudur yani? Tabii ki bu ad Büyük Konstantin’in adından geliyor orası tamam da Osmanlılar bu adı Konstantiniyye diye yazmaz, bir “n” harfi eksiği ile “Kostantıniyye” olarak yazarlar. Peki, “Ortaylı, diplomatikaya önem verir, böyle bir yanlışlık yapmaz, herhalde konuştukları çözülürken oldu” demek mümkün. Çünkü bu kitaplarda bu türden çok sayıda hata var. Dolayısıyla, herhangi bir haksızlık yapmamak için girdiğim hızla bu kulaktan dolma metni terk ediyor ve Ortaylı’nın diğer yazdıklarına gidiyorum.

Bu kez Osmanlı Barışı’ndayız. Vaziyet orada da aynı. Şöyle diyor Ortaylı: “…[D]evletin başkenti, fetihten sonra da büyük kurucusunun adını taşımaya devam etti ve Konstantiniyye ismi, basılan paralarda (duribe fi Konstantiniyye), fermanlarda (bemakam- ı Konstantiniye- i mahmiyye el mahrusa- korunmuş, himaye edilmiş dünya başkenti Konstantiniye) olarak geçmeye devam etti. [90] Aa, metin içinde gayet kallavi bir gönderme yapmış Ortaylı. Paradan bahsediyor. E, biz tarihçiler için herhangi bir önermenin gerçeklikle bir çelişki yaratıp yaratmadığını anlamak için gerçekliğe bakmak gayet esaslı ve kestirme bir yol değil midir? Hakikaten, Osmanlı döneminde basılmış tek bir paraya bile bakmak bu hususu tesbit etmek için yeterli olur. Nitekim ben de şu anda uzanıyor ve masamın üzerinde bir zarf açacağı haline getirilmiş zavallı bir gümüş çeyreğin üzerini okuyorum: “Duribe fî Kostantıniyye 1327” (1327’de Kostantıniyye’de basıldı). Peki, var bir çelişki ama bu, gerçeklik ile Ortaylı’nın önermesi arasında mı yoksa naçizane benim Osmanlıca okumam ile onun okuması arasında mı?

Böyle düşünerek ve daha fazla veriye ihtiyaç duyarak İstanbul’dan Sayfalar’a gidiyorum. Orada da kitabın açış cümlesi “Be makam- ı Konstantiniyye el mahmiye” değil miymiş? Tuhaf bir sıkıntıyla ayrımına varıyorum ki Ortaylı’nın metinlerini birbirinden ayırmak oldukça yapay bir çabadır, önümüzde belki de devasa bir tek metin, bir meta- metin vardır. Biraz acıklı ama adında İstanbul olan bir kitabın “İstanbul yazarı” olarak ünlenmiş yazarı, kentin Osmanlıca adını böyle biliyor, böyle bellemiş. Yapacak bir şey yok. Sorun, en azından bu kez, popüler metinlerde değil. Tabii, bana hâlâ “Senin okuduğunun doğru olduğu ne malum?” sorusu yöneltilebilir. İşte o yüzden de, Ortaylı’nın haklı olarak çok değer verip saygı duyduğu, “[A]cımasız bir tarih teknisyenidir. Bizim nesil, ondan bilimsel titizlik ve dürüstlük öğrendi” [91] dediği Mübahat Kütükoğlu’nun hakemliğine sığınıyor ve kendisinin Osmanlı Belgelerinin Dili (Diplomatik) adlı kitabına gidiyorum. Mübahat Hanım da “Kostantıniyye” olarak okumuş ve İstanbul’a gönderme yapmış. [92]

İstanbul'dan Sayfalar : İlber Ortaylı: Amazon.com.tr: Kitap

Avcılar ile toplayıcılar buralarda ne arar?

Şimdi “Hah! ‘Tarih- Lenk zalimdir’ derken ne gevelediğin anlaşıldı, senin bütün kasdın bize mi? Tek bir harf üzerine kılı kırk yarmak neyin nesi oluyor?” diye söylendiğinizi duyar gibiyim. “Ama durun biraz! İşler gayet cümbüşlü” diyerek yine Osmanlı’yı Yeniden Keşfetmek’e, kaldığım noktaya dönüyorum. Bakın İstanbul güzellemeleri yaparken Ortaylı muhteşem Ayasofya’yı nasıl tarif etmiş: Ama beşeriyet ilk defa kubbeyi sütunlar ve kemerler üzerine bina etmeyi becerdi ve bir daha bunu bırakın başka milletler, Bizans halkının, Romalıların kendileri dahi geliştiremediler. 16. ve 17. asırda Osmanlı başkentini süsleyen büyük mabedlerin yapımına kadar Ayasofya’yı geçecek ne bir yükseklik ne de kubbe genişliği söz konusu olmuştur… [Y]aklaşık bin sene İstanbul hem bu büyük mabediyle hem de bizzat kendisi milletlerin dikkatini çekmişti.

Ona gitmek, onu gezmek, onu görmek bir imtiyazdı. İtalya’nın, Yunanistan’ın, Suriye’nin, Kafkas ülkelerinin, Kırım’ın, Uzak Rusya’nın hatta o zaman tamamıyla toplayıcı ve avcı milletlerin yaşadığı İskandinavya’nın bazı imtiyazlıları İstanbul’a gelmeyi bir saadet addederlerdi. [93] Mimari tarihçisi veya sanat tarihçisi değilim ama rahmetli Aptullah Kuran’ın derslerinden hayal meyal hatırlıyorum ki kubbe formunun ilk kullanılışlarından biri Ortadoğu’da, Sasani kültür bölgesinde gerçekleşmiştir… Pardon, bizim buradaki işimiz insanlık tarihinde kubbenin ilk kez nerede, ne zaman ortaya çıktığı değil ki! Soruyu şöyle soralım o zaman: Tüm insanlık tarihinde Ayasofya’nınki hakikaten de ilk yapılan kubbe midir?

Bilmem ki, 537 yılında hizmete açılan Ayasofya’nın kubbesi ilk ise Roma’da, 125 yılına tarihlenen Pantheon nedir? “Canım, tarihçi sütun ve kemerler üzerinde yükselen bir kubbeden bahsediyor, Pantheon sütunlar üzerine oturmaz!” denebilir. O zaman hiç İstanbul’dan çıkmayalım, hatta Ayasofya’nın burnunun dibinden bile ayrılmayalım, Konstantin (306-337) veya oğlu Konstantius’un (337-361) kapsamlı bir şekilde yeniden yaptırdığı [94] ve bence pekâlâ da kubbeli bir bina olan Aya İrini nedir? Bir de Sâî Mustafa Çelebi’den beri kalbimizde ukde, kafamızda takıntı yaptığımız bir husus var: “Bizim kendi camilerimiz Ayasofya’yı geçememiş midir yani?” Ortaylı ölmezoğlu cinsinden olan bu meseleyi de bir çırpıda aydınlatıveriyor, yüreklere soğuk sular serpiyor ki “evet, geçmiştir”. Hem de güzellik, estetik açılardan vesaire değil bayağıca, boy-pos olarak geçmiştir. Ama mademki Sâî Efendiye’de sataştık, önce ona bir söz verelim. Onun, Mimar Sinan’dan aktarımıyla koyalım meseleyi:

…Ayasofiya kubbesi gibi böyük kubbe devlet- i İslâmiyye’de binâ olınmamışdur, deyü kefere- i fecerenin mi’mâr geçinenleri: ‘Müslimânlara galebemiz vardur!’ derler idi. Zu’m-ı fasidlerince ‘ol kadar kubbe turgurmak gâyet müşkildür. Nazîre mümkin olsa iderler idi’ dedikleri bu hâkirün kalbinde ukde olup kalmış idi. Mezbûr câmi binâsında himmet edüp… devlet- i Sultân Selîm Han’da izhâr- ı kudret edüp bu kubbe- i âlînün andan altı zirâ’ kaddin ve dört zirâ’ devrin ziyade eyledüm. [95]

Sâî’nin demesi o ki Edirne’deki Selimiye’nin kubbesi Ayasofya’nın kubbesinden, çap olarak dört zira, yükseklik olarak da altı zira daha büyüktür. Tamam, Aptullah Kuran ve Doğan Kuban gibi üstatlar yazdı ki bu doğru değil, biz de şimdi bir erken modern dönem Osmanlı şehir efsanesini yerle bir etmeye çok uğraşmayalım, dağılmayalım. Meraklısı bu internet devrinde arasın bulsun. Ama şu haliyle bile bir garabet yok mu?

Yine İstanbul’a dönelim. Ortaylı’nın dediği gibi XVI. ve XVII. yüzyıl Osmanlı başkentini süsleyen mabetler, Ayasofya’yı nasıl geçsin? Sinan, Süleymaniye’de, Ayasofya kubbesini geçtiyse kalbinde niye hâlâ bir ukde kalsın? Yoksa daha sonra yapılan Sultanahmet’in kubbesi mi daha büyük? Çıplak göz bile yan yana duran Sultanahmet ve Ayasofya kubbelerinin hangisinin daha büyük olduğu konusunda insanın kulağına bir şeyler fısıldıyor ama güvenmeyelim. Anlaşıldı, küçük de olsa bir araştırma yapmak, Ortaylı’nın önermesini yine gerçeklikle çakıştırmak durumundayız ama mübarek kubbeler de sikke değil ki hemen ölçüp biçip, kıyaslayıp sonucu beyan edelim. Mecburen yazılı kaynaklara başvuracağız.

Yine eski dost Sumner- Boyd ve Freely’ye gidelim bakalım. Önce Ayasofya: Kubbe hafif elips şeklinde olduğu için, çapı doğubatı ekseninde 31 metre, kuzey- güney ekseninde de 33 metre civarındaymış. Kubbenin tepe noktasının tabandan yüksekliği ise 56 metre imiş. [96] Şimdi Süleymaniye: Kubbenin çapı 27,5 metre ve kubbe tepe noktasının tabandan yüksekliği de 47 metre imiş. [97]

Peki ya Sultanahmet? O da şöyle: Kubbenin çapı 23,5 metre ve yerden yüksekliği de 43 metre imiş. [98] Gelelim Ortaylı’dan yaptığımız şu kısacık alıntının kalanına. Bir sosyal tarihçi olarak işin bu yanıyla doğrusu daha çok ilgiliyim. Ne söyleniyordu, VI. yüzyıldan sonraki bin yıl boyunca Ayasofya ve İstanbul nasıl ve kimlerin ilgi odağı mı olmuştu? Yani, herhangi bir yanlış anlama olmasın Neolitik Devrim’den değil VI. Ve XVI. yüzyıllar arasındaki bir zaman diliminden bahsediyoruz. Aman Allah, İskandinavya’nın bütünü “avcı ve toplayıcı milletler” tarafından işgal edilmemiş mi o zamanlarda?

Hakikaten yazılı basılı olarak kâğıt üzerinde gördüğümüz şey, gördüğümüz şey midir? Tarih, antropoloji, etnografi, sosyoloji bilumum sosyal bilimler iki üç kelimede bundan âlâ daha nasıl katledilir? “İnsanlık ve Toplum” dersini alan lisans öğrencilerimiz yapsa biraz gülümseyerek ve “Derslere girmez, notlardan idare etmeye kalkarsan böyle olur kerata” diyerek notunu budarız ama biz şimdi koskoca bir tarih profesörüne onu da bırak koskoca bir toplumun tarih hocasına hicap duymaksızın ne diyeceğiz? Öyle bir şey ki insanlık tarihi hakkında bildiğimiz her şeyi altüst ediyor. Hangi tarafını düzeltelim biz bunun?

Avcılık- toplayıcılık- leş yiyicilik döneminde, yani Taş Devri’nde “millet” olmaz, hatta kabile bile olmaz, insanlar aile grupları, en fazla klanlar halinde yaşar, onu mu söyleyelim? Tarım Devrimi’nin son buz çağından sonra, MÖ 12000-10000 gibi Ortadoğu’da başladığını, Colin Renfrew’un tahminlerine göre Anadolu üzerinden Trakya ve Avrupa’nın kalanına atladığını ve MÖ 3000 civarlarında nihayet İskandinavya ve Britanya adalarına ulaştığını mı söyleyelim? O şiddet uygulamaya olan meraklarından ve savaşçı yaşam biçimlerinden dolayı olsa gerek “çok, pek çok geri” sanılan İskandinavyalıların, Ortaylı’nın sınırlarını çizdiği dönemde, değil Taş Devri seviyesinde olmak Bronz Çağı’nı bile geçtiklerini, hatta MS 800’lü yıllara doğru Demir Çağı’nı bile tamamlayarak Viking Dönemi’ne girdiklerini mi söylesek? Çoktandır tarımla uğraşan, sınıflı, yüksek derecede işbölümü yapmış, bir noktadan sonra devletli toplumlar olduklarını mı anlatsak? Yoksa anlatmasak mı? Galiba bıraksak da dağınık kalsa.

Geriye kaldı merak ettiğim tek şey: Tutalım ki İskandinavya ahalisi VI.- XVI. yüzyıllar arasında hâlâ avcıtoplayıcıdır, yiyecek üretmemekte, tabiat ana ne verirse “eyvallah” demekte ve Taş Devri’ne kazık kakmış durumdadır. Peki, bu avcı- toplayıcıları cezb edecek ne var ki bazıları Ayasofya’yı ve İstanbul’u görmeyi bir “saadet” sayıyor? Geyik sürüsü müdür, böğürtlen yığını mıdır şu bizim İstanbul? Sınıfsız, işbölümünün zayıf olduğu bir avcı- toplayıcılar toplumunda “imtiyaz” olarak bula bula İstanbul’a turistik bir gezi mi bulmuş bu adamlar?

Osmanlı idari tarihinden sayfalar

Mitik boyutlarda bir insanlık tarihi algısı ve temsilinden sonra sıkıcı olacak biliyorum ama bir anlamda elimizdeki malzemenin belirlemesiyle şimdi yine Ortaylı’yı izleyerek Osmanlı kurumlar tarihine sert bir geçiş yapacak ve Divan- ı Hümayun’un bileşimine bakacağız. Divan- ı Hümayun’a sadrazamdan başka Anadolu ve Rumeli Kazaskerleri girer. 16. asırdan itibaren, ilmiyenin reisi olmasına rağmen, Şeyhülislâm hazretleri buraya girmezdi. Divanın devamlı üyesi değildi. Tabii birinci, ikinci, üçüncü, dördüncü vezirler var. İçlerinde Kaptan- ı Derya, büyük amiral ve sonra Yeniçeri Ağası gelir. [99] Aynı kitapta, başka bir yerde de Ortaylı yine Divan- ı Hümayun’dan söz ederken şöyle diyor:

Tabii ki vezaret rütbesine sahip olanların hepsi asker değildir. Divan- ı Hümayun azalarından nişancılık görevini yapanlar buna örnek gösterilebilir. Diğer taraftan vezaret rütbesini taşıdığı halde kendisi Paşa diye anılmayanlar Yeniçeri ağaları idi. Yeniçeri Ocağı’nın komutanlarına ağa denirdi. En başta ocağın başındaki ağa Divan- ı Hümayun üyesidir. Vezirdir ve mareşal derecesindedir; ama ağa denir. [100]

 Ortaylı konunun büyüsünden kendisini koparamamış olacak ki aynı kitapta, bu kez bağımsız bir “Divan- ı Hümayun” başlığı altında “Kimler Divan- ı Hümayun üyesidir?” diye sorarak bir kez daha bu konuya el atıyor ve orada da “ilginç” bilgiler veriyor: Anadolu ve Rumeli Beylerbeyi payesini taşıyan beylerbeyi vezirler ise Divan- ı Hümayun’un en başından beri üyeleri idi… Nihayet müşavir durumundaki vezirlerden sonra Yeniçeri Ağası, askerin başı olarak buradaydı. [101]

Belirli bir tutarlılık gösterildiği ve ısrarla Divan üyesi olduğu yinelendiği için yeniçeri ağasından başlayayım. Benim bildiğim, yeniçeri ağasının Divan’ın üyesi olmadığı ve ancak vezir rütbesine yükselirse Divan’a girdiğidir. Ayrıca yeniçeri ağalarının otomatik olarak vezaret rütbesi taşımaları söz konusu değildir. Hele vezir rütbesini alıp “paşa” olarak anılmamaları ne demek oluyor? Vezir olurlarsa tabii ki ağalıkları gitmez ama “paşa” unvanını da unvanlarına ekler ve “ağapaşa” olarak anılırlardı. “Üyeler kimlerdir?” diye soruyorsunuz ve hiçbir seferinde Rumeli ve Anadolu defterdarları aklınıza bile gelmiyor, bu nasıl popülerleştirmek? Her nişancı niye vezaret unvanı taşısın? Anadolu ve Rumeli beylerbeyi payelileri mi Divan’ın üyesi yoksa bilfiil Anadolu ve Rumeli beylerbeyi olanlar mı? Bu ikinci durumda nasıl olacak da adam hem görevinin başında hem de daimi üye olarak İstanbul’da olacak? Hoş, bir ara sayıları çok artan payelileri de Divan’a sığdıramayız ya! Bunları düşünerek elimin altında bulunan bir ansiklopediye uzanıyor ve Divan- ı Hümayun üzerine doğrudan bir monografisi de bulunan Ahmet Mumcu’nun şu satırlarını ilgili makalede okuyorum:

Fonksiyonunu kaybetmediği devirlerde Dîvân- ı Hümâyun’un aslî üyeleri vezîriâzam, sayıları genellikle üçle yedi arasında değişen Kubbealtı vezirleri, Rumeli ve Anadolu kazaskerleri, nişancı, Rumeli ve Anadolu defterdarlarından teşekkül ediyordu. Ayrıca İstanbul’da bulunduğu sırada Rumeli beylerbeyi de divan üyeleri arasında yer alırdı. Vezirlik rütbesine yükseldikten sonra yeniçeri ağası ile kaptan-ı deryâ da aslî üye olurlardı. [102]

Bilmem ki artık daha başka bir şey eklemeye gerek var mı, ancak şunu da söylemeden edemeyeceğim: Osmanlı Divanı’nı merkezi bir danışma kurulu olarak İspanya ve Rusya’daki benzerleriyle karşılaştırırken Ortaylı’nın, “Ama onların içinde övünmek gibi olmasın en hususi ve özgün protokolü olan, ihtişama çok dikkat eden, etiketin en ince teferruatında, ayrıntısında bile bir hikmet gizli olan bizim Divan- ı Hümayun’dur” demesi, bu kadar çok şeyi atlamış, unutmuş, yanlış aktarmış, karıştırmış, icad etmiş biri, üstelik “Türk İdare Tarihi” profesörü olmuş biri için epeyce ironik kaçıyor. Hakikaten bu kadar zor, bu kadar çözülemez ve mistik bir konu mudur Divan- ı Hümayun’da kimlerin olduğunu bilmek? Bahusus, o horlanan okul müfredatında bıkılmadan usanılmadan öğretilen ve sınavlara banko soru veren bir bahisken bu? Ortaylı’nın sık sık üzerinde durduğu favori konulardan biri de devşirmeler ve devşirmelik:

Osmanlı askerî ricali klasik devirde genelde Enderun’dan yetişirdi; fakat Enderun’dan yetişmeyip acemi oğlanları kışlasında düz yeniçeri olarak yetişenler de vardı. Hiç şüphesiz ki sistemin kökeni devşirmeliğe dayanır. Bu devşirmeliğin de 17. asırdan itibaren daha çok Anadolu ve Rumeli’nin Türk çocuklarına münhasır olduğu bir gerçektir. [103]

Yeniçeriler arasında XVI. yüzyıldan sonra Anadolulu Türklerin girmeye başladığı doğru ama Anadolulu Türklere “devşirme” demek ne kadar doğru acaba? Veya şöyle diyelim, Anadolu’daki Türk köylerine çocuk devşirmekle sorumlu ocak ağaları gönderilmiş, çocuklar “sürü” halinde toplanmış, bunlara kızıl aba giydirilmiş, İstanbul’a yürütülmüş, orada arz odasında “birer birer” padişaha gösterilmiş, sonra kapı ağası tarafından “eyü”[104] bulunanlar sarayda alıkonulmuş ve kalanı lisan öğrensinler ve Müslüman olsunlar diye “Türk üzerine” mi verilmiş tekrar?

Eğer öyleyse neydiler ki neye devşirildiler? Tuhaf. Kaynaklarda da Türkler için devşirme nitelemesinin kullanıldığını hiç görmedim. Sadece, Ahmed Cevdet Paşa, III. Selim’e 1792’de “ne yapmalı” konusunda layiha verenlerden biri olan Koca Yusuf Paşa’nın Anadolu Türklerinden asker alınması önerisini nedense savaş esirlerinden ve/veya Müslümanlardan devşirme alınması önerisi olarak algılamış ve bunun niye olamayacağını uzun uzun anlatmıştır. “[Ü]serâdan asker tedariki kapusu dahi kapanmışdı” ve “eğer ehl-i İslâm çocuklarından devşirme tedariki murad ise bunlar ne vechile devşürülmek lâzım gelür asıl mesele burasıdır.” [105]

Dikkat buyurulsun, Cevdet Paşa’ya bile ne kadar olmaz bir iş olarak geliyor. Her halükârda Türk etnisitesinden kişilerin bir sosyal tırmanma mekanizması olarak gördükleri yeniçeri ocağına ve hatta Saray’a girmelerinin imparatorluğun gayrimüslim reayasına uygulanan devşirmeyle aynıyet içinde görülemeyeceği düşüncesindeyim. Tüm Osmanlı kurumları ve uygulamalarının ne kadar nev-i şahsına münhasır ve “ilginç” oldukları konusunda gayet ısrarlı bir tarihçi olan Ortaylı ise söz bu devşirmeye gelince her nedense farklı uygulamaları ayniyet içinde görerek ve göstererek bu idiosyncretismi feda etmekte ve özcü bir tavır benimsemekte bir an bile tereddüt etmiyor. Eğer, hocanız Ortaylı ise Türklere de devşirme uygulandığını hatta Türklerin arasında kendilerine böyle devşirme uygulanabilecek bir “kul sınıfı” yani ırsen köle olan bir sınıf olduğunu kaşla göz arasında öğrenmeniz işten bile değil!

Bakın Ortaylı Türklerin de devşirmeye tabii tutulduğu konusunda nasıl ısrarlı ve bu “kul sınıfı” Türklerin mevcudiyetine nasıl bir kanıt getiriyor:

Aslında devşirilen çocuğun istikbali aydınlık görüldüğünden bu bir imtiyaz olarak algılanır. Unutulmasın ki devşirilenlerin en iyileri Enderun’a kaydırılıp büyük devlet adamları olarak yetiştirilirler. Bu konuda gözden kaçırılmaması gereken bir şey daha vardır: Türk çocukları da bu devşirme kurumunun muhatapları olmuştur. Mesela Magrib’e, Kuzey Afrika’daki dominyonlara gidenler, kul sınıfından Anadolulu çocuklardır, Türklerdir. Bunu isimlerinden, cisimlerinden, götürdükleri kültürel öğelerden biliyoruz. [106]

Şimdi, popüler coğrafya dergilerine beğendiremedik ama yirmi yılı aşkın bir süredir Osmanlı köleliği üzerine çalışıyorum, hiçbir kaynakta Osmanlı’da Türklerin arasında da ırsi bir köle sınıfı olduğuna dair Ortaylı’nın şu iddiasından başka bir referansa rastlamadım. “Arasında da” dedim, çünkü malum, Müslüman bir halk olan ve ırsi bir köle sınıfına sahip olan Çerkesler, “kul cinsi” dedikleri bu sınıfa mensup insanları yani köle statüsünü ana-babasından tevarüs eden bu kişileri rahatlıkla satabiliyorlardı. Hatta bazı Çerkes esirciler sattıkları kişinin gerçekten de kul sınıfından olduğu yolundaki muhtemel şüpheleri dağıtmak ve tabii ki legal bir şekilde bu ticareti yaptıklarını göstermek için alıcıya, aldıkları kişinin “kul cinsi” olduğuna dair yazılı garanti dahi veriyordu. Tamam, Ortaylı bu popüler metinde söylediklerine referans vermek durumunda olmasın ama konuya profesyonel olarak bakan birini bile “heyecanlandıracak” bir sonuca ve bu sonucun dayandığı verilere nasıl ulaştı ki bu yaptığı sentezi kamuyla paylaşmakta beis görmüyor?

Mercek altına aldığım metinlerin doğası gereği burada tabii ki ancak bir akıl yürütmede bulunabilirim. Doğru, Osmanlı’nın “Garp Ocakları” dediği Tunus, Trablusgarp ve Cezayir’deki yeniçerilerin özellikle Batı Anadolu kökenli Türkler olduğu bilinen şeydir. Yeniçerilere de gerek merkezde, gerek taşrada hep “kul” denir. Çünkü ocağın temeli pencik ve devşirme olmak üzere iki tür askeri köleye dayanır. Fakat buradaki kritik nokta şudur ki bir noktadan sonra ocağın ne pencik ne de devşirmeyle ilgisi kalmıştır. Yine de “kul” denir. Tabii ki bu kullanımdan yola çıkarak devşirme kökenli olup olmadıklarına bakılmaksızın “kul” denmesinin, genelde askeri sınıfın özelde yeniçerilerin arasında bir “kul” kültürünün yayılması anlamına geldiği tartışılabilir.

Dolayısıyla, yeniçerilere “kul” denmesine, yeniçeri şairlerinin adeta bir alamet- i farika olarak isimlerinde “kul” sözcüğüne kullanmalarına ve tabii ki Kuzey Afrika’daki yeniçeriler ve yerli kadınların soyundan gelen ve belki bir tür “hidalgo” sınıfı olarak nitelendirilebilecek “kuloğlu” zümresinin varlığına rağmen Anadolu Türkleri arasında devşirmeye muhatap olan bir kul sınıfının varlığının söz konusu bile olamayacağı düşüncesindeyim. Aksi, tarihi verileri pek fazla eğip bükmek olur. Gerçi, haksızlık etmeyelim, Ortaylı bu çarpıcı iddiasını aynı sayfada bir dipnotla desteklemiş: “Mesela bugün Tunus’ta Milli Kütübhane olan eski kışladaki odaların üstüne (sic) ‘odabaşı’ olan zabıtların lakabları kazınmıştır. Gelenlerin nereli olduğunu ve köklerini buradan öğreniyoruz”.

İyi de biz burada Tunus yeniçerilerinin etnik aidiyetini sorgulamıyoruz ki. Zabitlerin lakablarında “Anadolu Türkü’yüz, kul sınıfıyız ve devşirmeye tabii tutulduk” mu yazıyor?

Sırplar sınmış kime ne?

Ortaylı’nın ürettiği veya onun adına kolektif bir girişim tarafından üretilen bu metinlerde “A, biz böyle bilmiyorduk, tam aksini biliyorduk” veya “Ya, ne kadar ilginç, keşke şunun bir referansı olaydı da nasıl üretildiği konusunda spekülasyon yapmasaydık” dedirten o kadar çok nokta var ki bunları salt sayıp dökmek bile bizim gariban Tarih- Lenk’i bütünüyle müfliç etmeye yeter. Dolayısıyla kendimi dizginlemeye ve muhtasar olmaya çalışarak birkaç örnek daha vereyim.

Ortaylı, Osmanlı- Macar ilişkilerine el atmış. Konu ise Sırpsındığı Savaşı. Hani bizim savaş mahallini bugünkü sınırlarımız içinde sandığımız, her sene kutladığımız ve Macarlar ve Sırpların dahil olduğu bir haçlı ittifakıyla dövüşüldüğüne karar verdiğimiz meşhur savaş. Münhasıran bu savaş ve historiografisi üzerine bir yüksek lisans tezi yazan ve şimdi Harvard’da doktora öğrenimine devam eden Makedonyalı öğrencim Aleksandar ˇSopov’un henüz yayımlanmamış çalışmasını [107] bir yana bırakıp mevcut literatürle idare etsek bile hakkında iyi kötü bir şeyler bildiğimiz bir çatışma bu.

 Doğru, daha 1940’larda rahmetli Uzunçarşılı ve İsmail Hami Danişmend gibi tarihçiler savaşın historiografisinin ne kadar karışık olduğunu biliyorlar ve 1364’te olduğunu düşündükleri bu savaşın 26 Eylül 1371’de Meriç boyunda dövüşülen Çirmen Savaşı ile aynı olma ihtimalini de akıllarında bulunduruyorlardı. “İki ayrı savaş mı var? Katılımcılar kimlerdir? Macarlar katılmış mıdır?” türü soruları zihinlerinde evirip çevirmelerine karşın Türk tarihçiliğinin o zaman bulduğu çözüm Hacı İlbey komutasındaki bir Osmanlı birliğinin bir gece baskını vererek haçlı ordusunu 1364’te yenilgiye uğrattığı ve 1371’deki savaşın İkinci Meriç veya Çirmen Savaşı olarak nitelendirilebilecek ayrı bir çatışma olduğuydu. [108]

Slav kayıtlarına dayanan Batı tarihçiliğinin ise 1371’de ve Macarların katılmadığı tek bir çatışma tezi üzerinde anlaştığını da ekleyelim. [109] Sorun burada değil. Her türlü karışıklığa karşın Sırpsındığı veya Çirmen Savaşı’nın veya ayrı ayrı her ikisinin de parlak bir Osmanlı zaferiyle sonuçlandığı konusunda yerli yabancı tüm tarihçiler anlaşmış durumda. Danişmend, “Balkanlarda Osmanlı hâkimiyetinin istikbalini temin eden bu parlak zafer”, Uzunçarşılı, “Hacı İlbeyi’nin kazanmış olduğu bu büyük muvaffakiyet” diyor. Zaten okul kitaplarına ve ansiklopedilere de öyle girdi. Yoksa neyi kutluyoruz? Yahut şöyle sorayım: Ortaylı’nın Sırpsındığı’nda kimler sıymış, kimler sınmış? Kutlanacak değil de taşlarla dövünülecek bir vak’a mıydı yoksa o savaş?

Bakalım müverrih neylemiş: Ta 15. asırdan beri Osmanlı İmparatorluğu, Balkanlar’da Macarlarla savaşmak durumunda kalmıştır. Daha Hacı İlbeyi zamanında Sırpsındığı dediğimiz savaştan sonra, Macarlar en önemli tarihî mareşallerinden Hunyadi Yanoş komutasında diğer Haçlı devletleri birleştirerek, hepimizin bildiği gibi Balkanlar’a sarkmıştır. Eğer II. Murad’ın dâhiyane savunması olmasa ve 1442’de Varna Savaşı’nı kazanmasa, Osmanlıların daha o tarihte Balkanlar’dan sökülüp atılması işten bile değildi. [110]

Vay terbiyesiz Yanoş! Demek ki bizim Balkanlarımıza sarkmış, ama oh olsun dersini de almış. Güzel de, 1364’teki Sırpsındığı nere, Varna Savaşı nere? Sırpsındığı’ndan ne kadar sonra sarkmış? Hadi, şöyle sorayım, birbirinden bu kadar uzak iki olay arasında nasıl bir ilişki görüyor Ortaylı ki bunları zikretmiş? Tabii, söylemeyi unuttum, Varna Savaşı 1442’de değil, 1444’te. “Haçlı devletleri” denince de, haçlı seferi düzenleyen herhangi bir devlet değil, Urfa, Antakya ve Kudüs’te haçlılar tarafından kurulan devletler anlaşılır. “Olur bu kadar” deyip geçmek de var, ama var bir şeyler bu pasajda beni derinden derine huzursuz eden. Ortaylı’nın kurgusundan öyle çıkarsıyorum ki, değerli müverrih bu savaşı Sırpsındığı gibi değil de sanki “Türksındığı” gibi görüyor. Yoksa Macarlar niye bu savaştan sonra takibe, tamam sıcak filan değil, seksen yıllık ve basbayağı bayat, ama takibe geçsin? Murad’ın savunmada kalması bile bize bir şey söylemiyor mu?

“A, kuşkuculuğun bu kadarı da fazla, adamcağıza söylemediği şeyleri söyletiyorsun. Hunyadi, Balkanlar’a indi mi? İndi. Bu da Sırpsındığı’ndan sonra mı? Sonra. Murad, Varna’da onu karşıladı mı? Karşıladı. Hani nerede söylüyor Sırpsındığı’nın bir Osmanlı yenilgisi olduğu?” denebilir tabii bendenize. Denmesin. Buyurun Ortaylı’nın 1990’larda verdiği bir konferansta “mali bürokrasimizin mensuplarını” işbu konuda nasıl aydınlattığına bakalım:

Bizim ordularımızın ise savaş gücü yüksekti, çarpışmayı bilirdi, bunları Machiavelli de belirliyor; ama ricat bilmezlerdi. Hakikaten hatırlayacaksınız, Sırpsındığı Savaşı dediğimiz 15. Yüzyılda Balkan geçitlerinde bizim bir ricatimiz vardır, ricat değil, bozgundur o. Ta ki II. Varna Savaşı’nda, II. Murat orduyu toparlayıp Hunyadi Yanoş komutasındaki Haçlıları yenene kadar etkileri epey süren bir bozgundur. İkincisi de, Viyana muhasarası’dır. Bozgun oluyor; çünkü ricat etmeyi bilmiyor ordu. Bu nakısa Balkan Savaşı’na kadar sürer. İlk defa ricat etmeyi İstiklal Savaşı’nda öğrenmiştir. Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın harp tarihimizdeki büyük katkısı düzenli çekilmeyi öğretmesidir. [111 ]

Yahu ne terbiyeli adamlar şu bizim maliyeciler, hiç bozmuyorlar Ortaylı’yı. “Hocam, İkinci Varna Savaşı yoktur, Sırpsındığı da adı üstünde, bir Osmanlı zaferidir” demiyorlar. Yoksa Ortaylı haklı ve kimse tarih bilmiyor mu bu memlekette?

Hakikaten ilginç olan, hiçbir konuşmasını yüzüstü bırakamayan ve kırpıp kırpıp yıldız yaparak defalarca basılmasını sağlayan Ortaylı’nın bu konuşmayı baskıya hazırladığı ilk seferinde duruma aymamış olması, dahası ikinci seferinde de ufak tefek değişiklikler yapmasına rağmen yine uyanmayarak büyük yanlışını aynen koruması. Hatta bu büyük bozgunu (!) komutanından ayırmaya içinin elvermemesi:

İlk seferinde sözünü etmediği Hacı İlbeyi’ni ekliyor da, savaşın sonucuna dokunmuyor! Peki, anlaşıldı, Ortaylı ya Sırpsındığı Savaşı’nı bilmiyor veya başka bir ihtimalle Hunyadi’nin bastırmasıyla 1442’den beri savunmada olan Osmanlı ordusunun 1443’te İzladi (Zlatitza) Derbendi’ndeki yenilgisiyle karıştırıyor. “İzladi” demek isterken “Sırpsındığı” diyor. Bu tabii fazla iyi niyetli bir yorum, çünkü XV. yüzyılın değil, XIV. yüzyılın adamı olan Hacı İlbeyi de ikinci kezinde bu tablodaki yerini almış. İlginç olan Ortaylı’nın bu veri parçasından çok emin olması. Bir seferinde Osmanlı- Macar çekişmesine örnek vermiş, diğerinde de ordu nasıl ricat edemez önermesinin kanıtı olarak kullanmış. Bağlam değişiyor, veriler, doğru veya yanlış, bellenmiş vaazlar gibi aynı kalıyor. Daha da ilginç olan husus ise XV. yüzyılın ortasındaki Osmanlı- Macar/ Haçlı çekişmesinde Osmanlı ordusunun kendisinden daha güçlü olan Macar ordusu karşısında tam anlamıyla askeri bir ricat örneği vermesi, birlikleri fazla hırpalatmadan çekilirken saldıran orduyu zor durumda bırakmak için kendi topraklarını yakıp yıkarak (scorched earth) taktikleri uygulaması ve Macar ordusunun lojistik desteğini kesmek için kendi reayalarını katliama varan bir şiddetle cezalandırması [112].

İzladi Derbendi Savaşı’ndan önceki Niş veya Morova çatışması için Danişmend, “Harp kaybedilmekle beraber bozgun olmamış ve Türk ordusu Balkan dağlarının arkasına çekilmiştir” diyor. [113] Halil İnalcık ise şöyle diyor: Büyük kısmı tımarlılardan oluşan Osmanlı ordusunun sonbaharda dağıldığını iyi bilen Yanko (Hunyadi Janos)… Tuna’yı aştı (Receb 847/ Ekim 1443); Rumeli kuvvetlerini bozarak Niş ve Sofya’yı aldı, Meriç vadisine yol veren son Balkan geçitlerine dayandı. II. Murad bunları Zlati ca /Zlatitsa (İzladi) geçidinde durdurdu.” [114]

Gerçekten de sert Osmanlı savunmasına karşın yenilgiyle biten İzladi Savaşı’ndan sonra da haçlı ordusunun karşısında, Yalvaç/ Yalowacs’da hazır durumda yine bir Osmanlı ordusu vardır. Her halükârda, ortada Ortaylı’nın tarif ettiği türden ricat ederken uğranılan bir bozgun görmüyoruz. Saldıran ve ona direnen olmak üzere iki ordu vardır. Her iki tarafın da aşırı hırpalanmasıyla taraflar Szegedin ahitleşmesine gitmek durumunda kalmışlardır! İnsan düşünmeden edemiyor, eksik gedik ama belki de Ortaylı lise tarih kitaplarını okusa iyi edermiş!

Yahşi okumalar ve vahşi sığır avları

Hazır, Sırpsındığı filan demişken Ortaylı’nın rehberliğinde bu erken Osmanlı dünyasında biraz daha dolaşalım. Aslında metodolojik bir noktadan girmiştir Ortaylı konuya: ‘Tarih nasıl yazılır?’ dediğiniz zaman söylenen genelde şudur: ‘Efendim, kroniklerimiz vardır’, yani Osmanlı’daki ‘vakayiname’ler vardır, bu kronikleri okursunuz, eğrisiyle doğrusuyla tarihin ana hatları buradan çıkar. İkincisi vergi defterlerine bakarsınız. Mahkeme kayıtlarına bakarsınız, toprak kayıtlarına bakarsınız, bu böyle gider. Nihayet denir ki: ‘Mektuplara bakarsınız.’ [115]

Bölüm başlığı olarak da kullanılan “Tarih Nasıl Yazılır?” sorusunun genelliğine karşın anlaşılıyor ki Ortaylı’nın kastettiği münhasıran Osmanlı tarihinin nasıl yazılabileceğidir, Osmanlı tarihinin kaynak sorunudur. Burada eleştirel olmaya karar veren Ortaylı, vurgulu cümlelerle yerli tarihçiliği sorgulamaktadır. Bir kez yapıyı sökmeye karar vermiş olmanın hızıyla devam ediyor: Ancak 1300’den aşağı yukarı 1440’lara kadar bu devletin kroniği, yani olayları günü gününe yazan vakayinamesi yok. Bu devri anlatan kroniklerin hepsi II. Murat ve Fatih Sultan Mehmet devrine ait. Bunların en akıllısı, ‘Yahşi fakihten duyduğumuza göre’ diyor. ‘Yahşi fakih’ diye, o devirleri görüp sözlü olarak nakleden, bize meçhul bir tarihçi var. Yalnız, bu tarihçinin de yazdığı bir şey yok, her şey şifahî. Gayet enteresan bir romantizmle sunulan bir tarih anlatımı. Fakat bu romantizm, bir kabile devleti, bir aşiret savaşçılığı romantizmi içinde değil; bir imparatorluğun insanlarının romantizmine benziyor; yani Titus Livius’un Roma’nın kuruluşunu anlatmasına. [116] Ortaylı’nın kronik tanımlamasından, yani kronikleri olayları “günü gününe yazan vakayiname” olarak nitelendirmesinden dolayı uç veren bir karışıklıktan başlayayım:

Eğer kronik, sadece olayları “günü gününe yazan vekayiname” ise ve Osmanlılarda da bu dönem için bunlardan yoksa (ki yoktur), o zaman “bu devri anlatan kroniklerin hepsi” nasıl II. Murad ve Fatih devrine ait olur? Burada bir çelişki, bir mantık hatası yok mu? Ayrıca, 1440’larda da olayları böyle “günü gününe” aktaran bir kroniğin varlığından haberdar değilim. İzladi ve Varna savaşlarının çağdaş bir anlatımı olan Gazavat-ı Sultan Murad b. Mehemmed Han bile bu tarife girmez. 1467’de Oruç’tan başlayarak ortaya çıktıklarında da erken Osmanlı kronikleri, olayları “günü gününe” kaydeden bir karakter taşımazlar. Osmanlı tarihi takvimleri de (annal) olayları günü gününe kaydetmezler. Bir iki satırla bir yılın önemli olaylarını not ederler [117] veya geçmişteki önemli bir olaydan kendi günlerine kadar kaç yıl geçtiğini aktarırlar. [118]

Ortaylı’nın tarif ettiği gibi olayları oldukça kaydeden türden bir “vekayiname” için çok daha sonrasını beklemek gerekir. Mesela, sonraki vakanüvisler türünden resmi bir statüsü yoksa da, geçmişi değil kendi dönemini yazan ve sık sık günün tarihini de belirtmek suretiyle 1563-1600 arasının olaylarını aktaran Selânikî Mustafa Efendi’nin, biraz ironik olarak Tarih-i Selânikî olarak bilinen metni bu tür bir “vekayiname” özelliği arzeder. [119] İyi kötü bir kronolojik düzen içinde geçmişi anlamaya ve anlamlandırmaya çalışan erken Osmanlı kroniklerinin o dünyadaki adları ise tarihtir. Bunlara, bugün bizim anladığımız şekilde tarih demenin pek anlamlı olmayacağı ise açıktır. Hepsini aynı kefeye koymak da pek doğru olmaz. Ama genelleme yaparsak, aziz menkıbeleri (hagiography) türünden pek çok unsur alan, anlatımlarında destan (epic) ve diğer kurgusal teknikleri kullanan metinlerdir bunlar. Bunları üretenler zaman veya mekân kısıtlamalarından dolayı kendilerinin bulunamadığı ortamlarda bulunan kişilerin sözlü veya yazılı tanıklıklarını aktarmış, onlardan bazen bütünüyle denecek denli kapsamlı alıntılar yapmış ve tarihi takvimler gibi yazılı malzemeyi kullanmışlardır. Yetişebildikleri dönem için sahiplerinin gözlemlerini aktaran, yer yer otobiyografik pasajlar da içerebilen, bu metinlere, bu çoğulculuklarından dolayı belki de kendilerini niteledikleri gibi “tevarih” yani tarihler demek en doğrusu olabilir. Nitekim Ortaylı’nın adını burada vermediği ama Yahşi Fakih’ten bahseden başka bir Osmanlı kroniği olmadığı için ondan başkasının olamayacağı, “bunların en akıllısı” dediği Âşık Paşazade Derviş Ahmed Âşıkî de bir Tevârih-i Âl-i Osman yazmıştır.

Çok katmanlı bu metnin, Anonim Tevarihler ve Oruç Beğ Tarihi gibi çağdaşı bulunan diğer kroniklerle olan metin ilişkisi, bunların hepsinin dayandığı yazılı ortak bir malzemeye işaret ediyor. Hadise, Ortaylı’nın başka bir yerde bu kronikçiler için söylediği gibi “eskiyi duydukları kadar naklediyorlar” şekline indirgenemez. [120]

Âşık Paşazade’nin tevarihi, gününün kaydını tutan bir rûznâmeci veya yine kendi gününün olaylarını ya da selefinin zaptettiği evraka dayanarak yakın bir dönemin vekayiini yazan bir vakanüvisin eserine benzemez. Âşık Paşazade oturmuş, meraklı bir dinleyici kitlesine Osmanlı’nın uzak geçmişini, kuruluş öyküsünü anlatmıştır. Öte yandan da uzun yaşamı sırasında duyduğu ve gördüğü olayları da katarak anlatımını, bir ihtimalle ölümünden kısa bir süre öncesine rastlayan 1485’e, belki de 1486’ya kadar getirmiştir.

İşte Ortaylı’ya göre Yahşı Fakih, Âşık Paşazade’nin sözlü kaynaklarından biri ve yazdığı hiçbir şey yok. Eğer 1920’lerden beri Osmanlı tarihçileri arasında süregelen akademik tartışmalardan kasıtlı bir uzak duruş söz konusu değilse, bu durumu, ancak ve ancak Ortaylı adına bir aşırı şüphecilik tezahürü olarak görebiliriz. Çünkü hakikaten de bugün için elimizde Yahşi Fakih tarafından yazılmış bağımsız bir metin yoktur. Kayıp durumdadır ve ancak Âşık Paşazade tarafından içerildiği şekliyle, dolaylı olarak vardır. Dolayısıyla bir tarihçi olarak Ortaylı’nın bu metnin mevcudiyetinden şüphe etmeye tabii ki hakkı vardır. Fakat ilim dünyası Âşık Paşazade’nin yazılı bir metin olarak Yahşi Fakih’i kullandığını, Âşık Paşazade Tarihi’nin 1914’te İstanbul’da basılmasından beri biliyor. Bu konuda, 1922’de Paul Wittek’ten başlayarak günümüzde Halil İnalcık ve Colin Imber’e varıncaya kadar çok sayıda yayın yapılmıştır. Burada geniş bir kaynak sıralamasına girişmeksizin, bugün artık kendisi de eskiyen ama dönemin tartışmalarının değerlendirildiği Langer ve Blake’in makalesi ile Ménage’ın makalesini zikretmekle yetinelim [121] ve Imber’in, Yahşi Fakih menakıbını, Ahmedi’nin Dâstân ve Tevârih- i Mülûk- i Âl-i Osman’ı ile birlikte 1390’lara kadar giden en erken iki yazılı Osmanlı kaynağı olarak kabul ettiğini belirtelim. [122]

Peki, Ortaylı’nın aksi yöndeki kategorik ifadelerine karşın ilim dünyasındaki bu fikir birliği nereden geliyor?

Gayet basit, her şeyden önce Âşık Paşazade’nin kendi metninden. Âşık Paşazade iki ayrı yerde Yahşı Fakih’ten bahsediyor, bahsetmekle kalmıyor Yıldırım zamanına kadar olan olayları ondan aldığını söylüyor. İstanbul’da köşesine çekilmiş otururken dervişleri ona Osmanoğullarının “tevarihi” ve “menakıbı” nı sormuşlar: Fakir dahı cevap verdüm ki Orhan Gazinün imamı İshak Fakı oğlı Yahşı Fakıdan kim ol Sultan Bayazıd Hana gelince bu menâkıbı ol Yahşı Fakıda yazılmış buldum kim Yahşı Fakı Orhan Gazinün imamı oğlıyidi, fakir dahı bilüb işitdüğümden, bazı hallarından ve makallerinden ihtisar edüp kalem diline verdim. [123] Bu eserin ilk sayfasında. İleride, metnin içinde nasıl olup da bu yazılı metinle tanıştığını da anlatıyor. Çelebi Mehmed’in maiyetindeyken ve Çelebi Mehmed kardeşi Musa ile savaşmak üzereyken kendisinin hastalandığını ve Geyve’de, Yahşı Fakih’in evinde misafir olduğunu söylüyor. Bu 1413 yılında oluyor. Hündkâr dahı devlet ile Bursadan çıktı. Yüridi, geldi Yurusa çıkdı. Fakîr Geyve’de kaldum. Orhan Begün imamı oğlı Yahşı Fakının evinde hasta oldum. Menâkıb-ı Âl-i Osmanı tâ Yıldırım Hana gelince imam oğlından nakl ederin. [124]

Âşık Paşazade kaynakları konusunda oldukça dikkatlidir. Ortaçağ kroniklerinin pek çoğunun aksine kaynaklarını söyler. Bu kaynak sözlüyse kimden duyduğunu söyler, “Yazılı buldum” diyorsa bunu da dikkate almak gerekir. Yahşi Fakih Menâkıbnâmesi veya Menâkıb- ı Yahşi Fakih olarak tanınan bu metnin yazarının gerçekten Yahşı Fakih olup olmadığı tabii ki tartışılmaya muhtaç bir konudur. Âşık Paşazade, “tevarih ve menakıbı” Yahşi Fakih’ten naklettiğini söylüyor ama oldukça muğlak bir şekilde de “yazılmış buldum” diyor, “o yazmıştı” anlamına gelecek bir cümle kurmuyor. Buradan çıkacak en sağlam sonuç, Âşık Paşazade’nin kaynağı olmuş olan ve büyük ihtimalle de Menâkıb- ı Âl-i Osman adını taşıyan erken bir metnin Yahşi Fakih’in mülkiyetinde bulunduğu. Ama ortada yazılı bir metin olmuş olduğuna dair bir başka ipucu da var.

1413’te çocuk sayılacak bir yaşta olan bir Âşık Paşazade’nin tarihini 1476’da yazmaya başladığını düşünürsek Yahşı Fakih menakıbını okuyuşunun üzerinden 63 sene geçtikten sonra salt hafızadan yazmasını oldukça uzak bir ihtimal olarak değerlendirmeliyiz. Acaba, o nüshayı yanına almış veya o elyazması kültüründe çok yaygın olduğu üzere kendine de bir nüsha istinsah etmiş olabilir mi? Evet, bu konuda bildiklerimiz bundan ibaret. Başladığımız noktaya dönersek, Ortaylı, böyle yazılı bir kaynak olmadığını ve Âşık Paşazade’nin sadece Yahşi Fakih’ten duyduklarını yazdığını söylüyor ama kendisinin Âşık Paşazade’nin açık beyanına karşın bu sonuca nasıl ulaştığını söylemiyor. Her halükârda ben Âşık Paşazade’nin bu ifadelerinden Yahşı Fakih’in hiçbir şey yazmadığı gibi kesinlik arz eden bir sonuca ulaşamıyorum.

Şimdi sıkı durun. Ortaylı’nın birkaç sözü üzerine erken Osmanlı tarihyazımcılığı üzerine şu yukarıdaki satırları yazmış, bir sürü laf üretmiş ve epeyce akıl yürütmüş olmaktan dolayı kendimi biraz aptal gibi hissediyorum. Yo, hayır yazdıklarımı aynen bırakacağım ki siz de göresiniz ama hakikaten de “Ortaylı neden ve nasıl bu sonuca ulaştı?” gibi sorularla kafa yormanın âlemi yokmuş! Benim için mesele çözülmüştür. Bu kadar umursamazlığın söz konusu olduğu yerde kim Yahşi Fakih için ne demiş, ne önemi var!

Ortaylı, “Osmanlıların Avrupa’ya Geçişi Nasıl Olmuştur” başlığı altında Âşık Paşazade’den bu kez adıyla bir kez daha bahsediyor: Romantik tarihçiliği biliyoruz. Âşıkpaşazade’ye göre; gaziler ay ışığında indiler Eceabat’a… Orada Öküzleri avlayıp kestiler. Kestikleri öküzlerin postlarını şeritlere ayırdılar. Sonra etraftaki ağaçları kestiler. Bu ağaçları öküz postlarının şeritleriyle birbirlerine bağlayıp sallar oluşturdular. Bu sallarla da Rumeli’ye geçtiler. Bu pek güzel bir hikâyedir; XV. yüzyılın insanı için söylenmiş emperyal bir formüldür. Gelin görün ki, iş bu kadar romantik ve kolay olmamıştır. Osmanlı için Rumeli’ye geçiş; sabır isteyen, askeri ve diplomatik hassasiyet gerektiren bir hadise olmuştur. [125]

Ortaylı’nın bilgece uyarılarına ancak müteşekkir olunur. Bu hikâyeyi “güzel” bulmasına bile diyecek bir şeyim olamaz. Ayışığı altında evcil öküzleri avlamak romantik ise romantik. Yukarıda şöyle bir değinip arkasını getirmemişti. Demek ki “bir kabile devleti, bir aşiret savaşçılığı romantizmi” olmayıp da “bir imparatorluğun insanlarının romantizmine” benzeyen romantizm, bu romantizmmiş! Roma’dan neyimiz eksik, pardon biz zaten Roma’ydık! Ha Âşık Paşazade ha Titus Livius! Var hakikaten bir romantizm. Şöyle tüylü saçaklı birtakım öküzler imparatorluk uğruna kendilerini feda ediyor… Emperyal formül kısmını da oturtmaya çalışıyorum:

“Öküz artı ağaç eşittir Rumeli fütûhatı” filan mı? Sorun şu ki, zavallı Âşık Paşazade’de böyle romantik bir hikâye yok!

“Nasıl?” derseniz, vallahi yok. Ne öküz var, ne de etraflarındaki malzemeyi kullanarak sal yapmayı ilk kez öğrenen “emperyal” insanların macerası! Üstelik “Acaba Ortaylı başka bir tevarihte mi gördü?” düşüncesiyle küçük bir araştırma bile yaptım. Anonim Tevârîh- i Âl-i Osman’a ve Oruç Beğ Tarihi’ne yani onun yazdığı Tevârîh- i Âl-i Osman’a da baktım. Hepsi, hakikaten de Yahşi Fakih veya değil ortak bir metne dayandıklarını her türlü şüphenin ötesinde kanıtlarcasına çok benzer kurgu ve cümlelerle bu “tarihi” geçiş olayını anlatıyorlar. Ama Ortaylı’nın kamuya sunduğu romantik hikâye hiçbirinde yok.

Doğal olarak nereden almış olabileceğini de bilemem ama Google’da yaptığım ufak bir gezinti sonunda Ortaylı’nın hikâyesine en yakın versiyonlarda öküzlerden tulum yaparak veya o tulumlar üzerine ağaçlar koyarak yapılan sallarla Rumeli’ye geçişin anlatıldığını gördüm.

Bu da bir şey, Ortaylı’nın öküz avı anlatımları ve sal nasıl yapılır tarifleri en azından henüz hiçbir yere sızmamış. Âşık Paşazade’de, Orhan’ın oğlu Süleyman Paşa, Ece Beğ’e karşı kıyıya geçmek düşüncesinde olduğunu “Bu denizi geçmeye fikr ederin. Şöyle geçsem ki kâfirün habarı olmasa” şeklinde ifade ediyor. Burada “Karşı kıyıya geçerken ne ile geçelim, nasıl geçebiliriz?” düşüncesinin değil habersizce geçmenin önemine dikkat çekerim.

Sonrası da şöyle: Ece Beğ ve Gazi Fazıl eyitdiler: ‘Biz ikimüz geçelim. Hanum görsün’ dediler. Süleyman Paşa eyüdür: ‘Ne yerden geçersiz?’ der. Eyitdiler: ‘Hanum! Yerler vardur kim yakındur. Geçecek yerlerdir.’ Göçdiler. Ol yere vardılar ki Viranca Hisardur. Göreceden aşağa deniz kıyısında Cimbinün karşusında tezcek Ece Beğ ile Gazi Fazıl bir sal çatdılar. Bindiler. Geceyile Cimbi hisarının nevâhisine çıkdılar. Bağlarınun arasında bir kafir ele girdi… İşte bu ele giren “kâfirin” işbirliği yapması ve Çimpe Kalesi’ne girilebilecek kolay bir yol göstermesiyle işler olur: “Tez bir nice dahı sal çatdılar. Süleyman Paşa yetmiş, seksen yarar er aldı. Geceyilen geçtiler. Bu kâfir doğrı Cimbi hisarının bir ters dökecek yeri var idi, bu Müslimanları anda iletdi. Hemin andan hisara girdiler.” [126]

Oruç’ta da şöyle: “Hemândem birkaç sal düzdiler. Süleymân Paşa, yetmiş seksen kişiyle sala yarar güzîde bahâdırlarla bindiler. Gice ile öte yakaya geçtiler.” [127] Anonim ise şöyle diyor: “Hemandem birkaç sal düzdiler. Süleyman Paşa yitmiş seksen kişiyle ve alp erenler ve bahadırlar sala bindiler. Geceyile öte yakaya geçtiler.” [128]

Bu erken Osmanlı kroniklerinin hepsi çok benzer ifadelerle olayı anlatıyorlar. Mesele nasıl sal yapılacağı değil. Karşıya nasıl ve nereden geçileceği. Karesi vilayetinin yabancısı olan Süleyman Paşa’ya herhalde bu tip geçişleri ilk kez yapmayan yerli gaziler kılavuzluk ediyor. Gece geçmenin de romantiklikle ilgisi yok. Yakalanmamakla var. Dolayısıyla kimse de ayışığı altında geçmek gibi bir salaklık yapmıyor, bilakis karanlıktan yararlanıyorlar. Çimpe’ye girişleri ise romantik mi bilmem. Kale duvarının dışına yığılmış ve duvarın boyunu aşan bir gübre yığının üstünden rahatlıkla içeri giriyorlar. Kimseyi öldürmüyor veya incitmiyorlar.

Lafı uzatmayayım, Ortaylı’nın, en azından şu anlatımını oluştururken Âşık Paşazade veya diğerlerine başvurduğunu sanmıyorum! Öyle görünüyor ki erken Osmanlı tarihinin kaynak daha doğrusu kaynaksızlık sorununa vurgu yapayım derken Ortaylı abartıyor ve eksik hatırlıyor.

Osmanlı İmparatorluğu’nu aşağı yukarı 150’nci yahut 140’ıncı kuruluş yıldönümüne kadarki vesikalardan etüt etmekten aciziz. En eski tahrir defterimiz ve en eski kadı sicillerimiz de gene 15’inci asrın ikinci yarısına aittir. Daha da tuhaf olanı, en eski tahrir defterimiz, bugünkü Türkiye’ye değil, Arnavutluk’a aittir, yani Fatih Sultan Mehmet devrine. Bunu Halil Hoca neşretmiştir, Halil Hoca’nın böylece Arnavutluk’un milli tarihine yaptığı katkı eşsizdir. [129]

Doğru, bu kadar eski bir dönem için belge veya resmi vesika seviyesinde bir kaynak sorunu sadece Osmanlı için değil pek çok geçmiş uygarlık için geçerlidir. Ama Halil İnalcık’ın yayımladığı Hicri 835 Tarihli Suret- i Defter- i Sancak- ı Arvanid de hâlâ ortalıktadır. [130] XV. yüzyılın ikinci yarısına ait filan değildir, birinci yarısına aittir. Fatih’in değil babası II. Murad devrine giden bir tahrir defteridir. Nereden mi biliyorum? Hicri 835 tarihi 1431/32’ye karşılık geliyor da oradan.

Sultan Muhammed Osmanoğlu, Bizans İmparatoru, 1481

Ortaylı’nın, İstanbul’un ve Osmanlı’nın “Üçüncü Roma” olduğu ve Moskova’nın olmadığı, onun Roma oluşunun “düzmece” olduğu yolunda sık sık tekrarladığı bir görüşü var. Roma, Bizans ve Osmanlı. Üç Roma. Görünürde, Osmanlı’yı yerellikten (parochial) olmaktan kurtarma çabası olarak algılanabilecek bu yaklaşımının arkasında ise aslında büyük bir Bizans dışlaması yatıyor. İstanbul, “Nea Roma” ise, Yeni Roma veya İkinci Roma ise, biz buradaysak o da hâlâ da buradaysa biz niye Üçüncü Roma oluyoruz, gerçekten anlamıyorum. Bu mantıkla İkinci Roma olmaya devam etmemiz gerekmez mi? Tüm sorun bir siyasi el değiştirme, dahası bir hanedan değişikliği değil mi?

Osmanlı, Türk ve Müslüman bir hanedandan bir ülkeyi devraldığı zaman onlara atfen “İkinci Karamanoğlu” veya “İkinci Akkoyunlu” olmuyor, oraların kimliği hemen Osmanlı içinde yerini buluyor da Bizans niye bulmuyor ve tarihin içinde taşlaşmış bir İkinci Roma olarak kalıyor ve yerini bir Üçüncü Roma’ya bırakıyor? Yoksa sorun Bizans’ın “Hıristiyan” ve “bizden” olmaması mı? Oysa bu Roma kimliği de Osmanlı’da yerini bulmuş durumda. Yoksa Ortaylı’nın kendisinin de sık sık vurguladığı üzere Osmanlı sultanlarına niye “Sultan- ı Rum”, geniş anlamda Anadolu ve Balkanlar’a niye “Rum” yani Roma densin? [131]

Hakikaten de bazı Osmanlı yazarlarına bakıldığında bir Büyük Roma (Rumiyetü’l- Kübrâ) bir de Küçük Roma (Rumiyetü’l- Suğra) ayrımı yapıyorlar. Rumiyetü’l- Kübrâ’nın neresi olduğu açık: hem şehir hem de imparatorluk olarak Roma. Gelibolulu Mustafa ‘Ali, “Rumiyye- i Kübrâ ki hâlâ Rim-Papa şehri dimekle ma‘rufdur” [132] diyor, İbrahim Müteferrika da “Romiyye- i kübradur kim bazılar Ruma (sic)ve bazılar Kızıl Elma tesmiye iderler” diyor. [133] Rumiyetü’l- Suğra’nın durumu biraz daha karışık.

Sadece Sivas- Amasya- Tokat bölgesi kastediliyor gibi. Mesela, yine Mustafa ‘Âli, Fatih’in, Uzun Hasan üzerine giderken “Rumiyye-i Sugrâ ve Sivas-ı Rum namı ile müsemmâ olan diyâr- ı fesihatü’l- ercaya” vardığını söylüyor. [134] Öte yandan, salt Anadolu’daki Rum eyaletine kıyasla Roma’ya “Rumiyetü’l- Kübrâ” denmesi de çok mantıklı gelmediği için bu nitelemenin “Bizans” veya Doğu Roma’ya nisbetle kullanıldığı akla geliyor. Her halükârda, Osmanlılar kendilerine “Rum, Rumi” demelerine karşın, bir, iki, üç diye saymıyorlar. Mesele onlar için bir din değişikliğidir. Nasıl ki Roma paganken Hıristiyan oldu, şimdi de Müslüman’dır. Her şeylerinden anlaşılıyor ki kendilerini süregiden bir Roma olarak görüyorlar.

Üstelik Ortaylı “Bizans” nitelemesinden de hoşnut değil. Nilgün Uysal, nehirsöyleşide soruyor: – Size ait olduğunu düşündüğüm bir temel özellik de ‘Bizans’ kavramına yaptığınız itiraz… – Bu bilinen bir şey. Ama az dikkat ediliyor. ‘Bizans’ lafı hep kullanılıyor ama yanlış bir kullanım. Bunun ‘Roma’ olduğunu vurgulamak lazım. İdeoloji bakımından, hayat tarzı bakımından bu çok önemli. Böyle yanlış isimlendirmelere çok karşıyım. Çünkü isimlerin bireyleri ve de toplumları ifade ettiğini unutmayalım. Bizans ismini o imparatorluğun insanları hiçbir zaman kullanmadılar. Bizans adı 16.yüzyılda Alman âlimlerden Hieronimus Wolf’ün uydurduğu bir isimdir. İmparatorluğa Bizans, bu şehre Bizans ve bu ülkenin insanlarına Bizanslılar demek, 16. asır Batı Avrupa’sının uydurmasıdır. Arkasında siyasi bir misyon yatmaktadır. [135]

E, “Bizans” diye bir şey yoksa “Roma” ise, bu sefer, şu bu nedenle Osmanlı’yı, bugün Karaman veya Akkoyunlu’dan ayrı tutmuyor ama Bizans’tan tutuyorsak, o açıdan bakınca da Osmanlı’nın hiç olmazsa İkinci Roma olması gerekmez mi? Bu tabii ki bir bakış açısı.

Öte yandan, Ortaylı’nın tüm bu “Bizans” işini Wolf’a yıkmasında da bir eksiklik var. Batı bunu çok daha önce yapmış olmalı. Ne kadar önce? İlk kez ne zaman? Bunları bilemem. Ama XVI. yüzyıldan daha önce. Belki de, Batı, bizatihi Osmanlılar için icat etmiştir Bizans’ı. Costanzo di Moysis (Costanzo de Ferrara) adlı bir sanatçının Fatih’i gösteren madalyonlarından birinin ön yüzündeki yazılar aynen şöyle: “Sultani Mohammeth Octhomani Uguli Bizantii Inperatoris 1481” yani “Sultan Muhammed Osmanoğlu, Bizans İmparatoru, 1481”. İlginç olan ise yine aynı sanatçıya ait olan ve muhtemelen 1478 tarihli madalyonda ise “Suitanus Mohameth Othomanus Turcorum Imperetor” yani “Osmanlı Sultan Muhammed, Türklerin İmparatoru” denmesi. [136]

Peki, Ortaylı gibi bu konuları diline dolamış bir tarihçinin bu literatürden haberi olması gerekmez mi?

Latincede, üstelik hanedanın adı olarak Türkçe bir ibare kullanılmasını doğal olarak ilginç bulan fakat “Bizans İmparatoru” unvanına hiç takılmayan Franz Babinger, aynı madalyonu ta ne zaman yorumlamadı mı? [137] Bahusus, 2000’de şehrimizde, Sultan’ın Portresi sergisinde sergilenmişken aynı madalyon? [138] Peki, “Bütün kuğular beyazdır” önermesinin bir gün bir siyah kuğu görünceye kadar geçerli olduğunu hatırlayalım, Wolf’u da bu ilk olma azabından kurtaralım ve geçelim.

Gel halaoğlu yamacıma gel!

İbn Bibi’yi kim bilmez? Yani artık Ortaylı tarafından sonra tanıtıldıktan sonra kim bilmez? Bibi, ama Brigitte Bardot olacak hali yok ya, isminden de anlaşılıyor ki “halaoğlu”. İyi de kimin halasının oğlu? Mütebahhir tarihçimiz kimseyi mahrum bırakmamış kimin nesi neyin fesi olduğu konusunda:

Selçuki Türkiye’sindeki loncalardan, meslek birliklerinden bahseden kitaplar hangisidir? İbni Bibi’nin Selçukname’si yahut El-Evâmirü’l-‘ Alâ’iyye fî’l- Umûri’l-‘ Alâiyye, Sultan Alâaddin devrine ait meşhur kitabıdır ki Adnan Sadık Erzi ve Necati Lügal (Sic. Lugal) bunu çevirmeye başladı ve tıpkıbasım neşrini yaptılar. Çevirisi bitmedi, Almanca çevirisi vardır, bizim eserlerin böyle talihsizliği var. İbni Bibi kendisi Sultan Alâaddin- i Keykubat’ın yeğenidir, İbn Bibi diye hâlâ (hala oğlu) ismini taşıyor. Padişah sülalesine, Sultan sülalesine ihtisab (Sic. İntisab) için bu ünvanı kullanıyor. [139]

Anlaşıldı mı? Bir şüphe kaldı mı bu hususta? Önce birkaç teknik şey: Selçuknâme tabii ki, İbni Bibi’nin kitabının diğer adı değil, onun Yazıcızade Ali tarafından yapılan uyarlama- çevirisinin adı. Bu tür kulaktan duyma yöntemiyle oluşturulmuş bir metinde olması doğal olan yanlışları aşağıda toplu olarak göstereceğim ama burada yeri gelmişken söyleyeyim bir kişiye veya gruba “ihtisab” değil “intisab” edilir, pazaryeri değil ya mübarekler. Tamam da, yine de bir tutarsızlık yok mu? İbn Bibi, Alâaddin Keykubat’ın halasının oğluysa, kendi sülalesine mi intisab edecek?

Neyse, bu rutin huysuzluklardan sonra gelelim önemli gördüğüm veriye, ne kadar ilginç Selçuklu tarihini yazan bir kişinin aynı zamanda o ailenin bir çocuğu olması! Erkek tarafından gelenlerin vakti ve fırsatı olmadı herhalde. Aferin sana yeğen!

Sıkıntı şu ki, bu bilgi parçasını Ortaylı’dan başka hiçbir yerde görmüyoruz.

Öte yandan, insan böyle spesifik bir şeyi, bir yerden almazsa, bildiğinden emin olmazsa niye söylesin ki? Biliyorsunuz artık, bunu böyle yarım bırakmayacak ve ansiklopedi karıştıracağız. Karıştırıyoruz. Adamcağızın annesinin adı Bibi Müneccime imiş. Oo, Selçukluların kadınlarına bak sen. Müneccimlik de yapıyorlarmış. E, sülaleye bir indirim yapar artık! Kadıncağız Nişabur’daki Şafilerin reisi Kemaleddin Simnani’nin kızıymış, e bu da bu adamı, Alâaddin Keykubat’ın dedesi ve bir Selçuk sultanı yapar! Peki uzatmayayım. İbn Bibi’nin ne anasının ne babasının Selçuklu hanedanı ile uzaktan yakından bir ilgisi var.

Bibi Müneccime’nin kocası Mecdüddin Muhammed Tercüman ise Cürcan kentinin ileri gelenlerindenmiş. Karı- koca, eskiden Celaleddin Harezmşah’a hizmet ederlerken Harezmşah’ın işlerinin karışması üzerine bir miktar dolaştıktan sonra Anadolu’ya gelmiş ve Selçuklu hizmetine girmişler. Kadın müneccimliğe devam etmiş, adam da sultanın yatağını hazırlamakla işe başlamış, ama sonunda emir rütbesine ulaşmış ve tercüman olarak çeşitli hükümdarlara gönderilen elçilik heyetlerine katılmış. Hani bilginiz olsun. Bu arada, hâlâ, “halaoğlu” meselesini tam çözmüş sayılmayız tabii. Anlaşıldı, adamcağızın Selçuklu ailesiyle akrabalığı yokmuş, peki nereden çıkmış bu lakap? Akla yakın gelen bir ihtimal var: “Bibi”, halanın yanında Farsçada kadınlar için kullanılan, “hanım” gibisinden bir saygı sözü. Bibi Müneccime de isim filan olmayıp da, yaptığı işten dolayı “müneccim hanım” demek olmasın sakın? Oğlu da o zaman “hanım oğlu” olmuş olur, kimsenin yeğeni olmasına gerek kalmaz. “Niye İbn Mütercim denmemiş?” diyorsanız, vallahi benden bu kadar.

Pardon, eşantiyon olarak küçük bir müjde vereyim: İbn Bibi’nin kitabının tamamı meğerse 1996’da Türkçeye çevrilmiş. [140]

Fırçamı getir lala, resmedeyim cihânı!

Peki, kişilerden söz açılmışken, Baron de Tott kimdir? Ortaylı, Tarihimiz ve Biz’de, “Osmanlı Batılılaşması’nda Yabancı Kadrolar” başlığı altında beyan ediyor:

“XVIII. yüzyılda Baron de Tott’la karşılaşıyoruz. Baron de Tott, yani Humbaracı Ahmet Paşa, sonradan Müslüman olmuş, Avrupalı bir aristokrattır.” [141]

İlahi! Yahu, o değil, öbürü, öbürü! Yani Comte de Bonneval olanı Humbaracı Ahmed Paşa’dır. Baron de Tott, Tott olarak kalmış, memlekette en ufak bir parçasını bırakmaksızın Avrupa’ya geri dönmüştür. Osmanlı’ya her gelen Müslüman olacak diye bir şey yok ya! Allah, Allah! “Nasılsa üstat okumuyor kendi yazdıklarını” diye biri muziplik olsun diye mi sokuşturuyor tüm bu “bilgileri” araya?

Yoksa İlber Ortaylı kapak bile açmadan mı yapıyor bu aydınlatıcı konuşmalarını, öyle mi kaleme alıyor vülgarize edilmiş makalelerini? Bilemiyoruz tabii, ama “cevher” de bir yere kadar birader. Hafıza bu yanıltır, vefası olmaz. Özellikle yer ve kişi, kavim, sülale adları, tarihler, deyimler, terimler pek fecidir. Vallahi bakmadan olmaz. “Errare humanum est” diye boşuna söylememiş Birinci Romalı atalarımız, “beşer, şaşar” diye çevirmemiş İkinci veya Üçüncü Romalı dedelerimiz. Tabii o kadar çok, o kadar çok var ki bu “zuhullerden”. Ne ben hepsini yazabilirim, ne siz sebat eder sonuna kadar okursunuz. Buyurun bir tane daha:

Toleransın Türkçedeki karşılığının hoşgörü olmadığını ve iyi kötü “tesamuh” u kullanmamız gerektiğini söyleyen Ortaylı şöyle devam ediyor: Bizim bilmemiz ve kabul etmemiz gereken tek bir şey vardır: Bütün Rönesans ve Aydınlanma boyunca Avrupa’nın vazgeçilmez bir hak ve hukukî statü olarak ileriye sürdüğü bu terim, ilk defa belli belirsiz 1792’de Avusturya İmparatoru II. Joseph tarafından tolerens patent [sic. Toleranzpatent] (tolerans beratı) adlı bir fermanla hukukileşmiştir. Burada imparatorluğun Yahudilerine şehirlerde yerleşme hakkı, bazı zanaatları ifa hakkı, Cizvit üniversiteleri hariç olmak üzere bazı üniversitelerde okuma hakkı sınırlı olarak bahşediliyor. [142]

Ne güzel. Ukalalıktan öleceğim ama lisans birinci sınıf öğrencilerine ders verdiğim için biliyorum, evvela Avusturya İmparatoru değil, Kutsal Roma- Cermen İmparatoru. Saniyen, 1792 değil, çünkü o tarihte II. Joseph değil, önce II. Leopold, sonra son Kutsal Roma İmparatoru II. Franz imparatorluk tahtında. Salisen, doğru, yayınlayan II. Joseph, ama bir tane yok bu beratlardan, iki tane var, biri 1781, diğeri 1782 tarihli. Ortaylı’nın sözünü ettiği bu 1782’de olanı. Birincisi de, memlekette bazı gayrı Katolik Hıristiyanlara dini özgürlükler tanıyor!

Dedim ya artık havlu atmak üzereyim, son bir gayretle şunları da sayayım, merak eden gitsin geniş bağlamlarına baksın: Karaosmanoğullarının Suriye’de ne işi var? [143] Kossuth 1838’de değil 1848’de ayaklandı. [144] Arabistanlı Lawrence, “İngilizcedeki en iyi Iliada ve Odiseus çevirisini” istese de yapamazdı, çünkü böyle bir eser yok, adamın yaptığı Odisseia çevirisidir. [145] Rikâb- ı hümâyûn “padişahın eğeri” değil, üzengisi demek. [146] İlm-i kıyafet, “fizyonomi” değil fizyognomidir. [147] Tanzimat Fermanı 1838’de değil 1839’da ilan edildi. [148] “Evangelidis Missalidis” diye biri değil Evangelinos Misailidis Temaşa- i Dünya’yı yazdı. [149]

Pardon, sırada Ortaylı’dan değil de konuşmalarını çözümleyenlerden kaynaklandığını sandığım ufak tefek hatalar var, söz vermiştim. Onları da karışık olarak listeleyeyim: Edirne, “Tuna ve Meriç nehirlerinin kesiştiği bölgede” kurulmamıştır, “Çok açıktır ki Tuna ve Meriç nehirlerinin kesiştiği bu bölge rutubetli ve sıcak olur” diye bir şey de yok, çünkü böyle bir kesişme yok. “Tunca” olacak. [150] “Runniman” değil Runciman, [151] “Mengiray” değil Mengli Giray, [152] “vezir- i meali semir’in” değil sonu “semirim” diye bitiyor, [153] “lahiya” değil layiha, [154] “Kitab- ul Haber” değil “Kitabü’l- İber”, [155] “üç celebi” değil “üç cebeli, [156] “komando dili” değil kumanda dili, [157] “softlar” değil soflar, [158] “elçilik üsameti” değil “elçilik ikameti” [159] “Putting aut” değil “putting out”, [160] “amatörlerini” değil armatörlerini, [161] “Hızr’ul-Mülûk” değil “Hırzü’l- Mülûk”, [162] “seciyeli nesir” değil sec’li, [163] “ABD’den Perny” değil Perry, [164] “Paissij Itilanderski” değil Paisiy Hilendarsky, [165] “Glab Paşa” da bir zahmet Glubb olarak yazılıyor. [166]

Bitti mi? Yok. Bir de resim altları var. Elim değmişken, sevaptır. Osmanlı’yı Yeniden Keşfetmek dizisinde ve Tarihimiz ve Biz’de bir resim altı yazıları var ki evlere şenlik. Hepi topu 15-20 adet çamur gibi, yarımşar, birer sayfa yiyen resmi evire çevire, tekrar mekrar basmışlar. Birkaçına dayanamadım, yazıyorum: Osmanlı’yı Yeniden Keşfetmek’ten bir resim, “Topkapı Sarayı arz odasında Avrupalı bir bakanla görüşme. De l’Espinasse” diyor. Hangi bakanmış o, veya Avrupalı bakanlar sık sık gelir miymiş, bilemiyorum. Sanırım Arz Odası’nda bir elçi kabulü. [167] Aynı resim bir kez daha, bu sefer Son İmparatorluk Osmanlı’da kullanılmış. “Topkapı Sarayı arz odası” kısmı çıkarılarak. Ne oldu, okurlardan şikâyet mi geldi? Oysa Arz Odası doğruydu. [168] Üç Kıtada Osmanlılar’da ise bir Dolmabahçe Sarayı görüntüsü var, açık ve seçik Saltanat Kapı! Burada ise “Bab-ı Ali. A. Ferdinandus” şeklinde açıklanma getirilmiş. [169] Bu yazıları hazırlayana nasıl anlatmalı bilmem ama her gösterişli ve yüksek kapı Bâb-ı Âli değildir. Bâb-ı Âli’nin bir haysiyeti vardır. Şöyle desek, bu Bâb-ı Âli ise aynı kitabın 112. sayfasındaki resim neresi oluyor?

Ayrıca aynı Saltanat Kapı resminin, aynı serinin bir önceki kitabı olan Son İmparatorluk Osmanlı’da “Dolmabahçe Sarayı Girişi. A. Ferdinands” olduğunu ne güzel biliyordunuz. [170] Neden unuttunuz? Tekrar, Üç Kıtada Osmanlılar’a dönüyoruz. Sayfa 62’de bir resim altı yazısı: “Fenerbahçe’de Büyük Patrikhane. B. Sprassberger”. Vallahi! Fenerbahçe yerine sakın Fener olmasın? Şükür, Tarihimiz ve Biz’de düzelmiş: “Fener Patrikhanesi ve Büyük Lise.” [171] Bravo! Yalnız benim naçizane tavsiyem çok geç olmadan ve bu patrikhaneden birer tane de Galatasaray ve Beşiktaş da istemeden önce diğer kitabı toplatmanız. Tarihimiz ve Biz’den bir başka resim. [172] Tam sayfa, tek kubbeli, tek minareli biraz mağribi etkiler taşıyan bir cami. Son dönem Osmanlı camilerinden. Hamidi bir şey mi? Yıldız Camii’ne pek benziyor, ama emin de olamıyorum. Kusura bakmayın, böyle kahve falı gibi okuyorum ama hakikaten emin değilim. E, resim altı yazısı? Ha, orası inanmamızı istiyor ki “Bursa Ulu Camii” dir. Bak orada dur arkadaş! Bu camiyi bilemedim ama Bursa Ulu Camii’ni, o çok kubbeli Yıldırım yapısını rana bilirim. E, aferin siz de fena değilmişsiniz, daha önce “Ulu Camii ve kentin bir bölümü. Freeman” alt yazısıyla doğru camiyi doğru kentte verdiğinize göre. [173]

Ne oldu, bu sefer yayınevinde nöbete kalan gece bekçisi daha dikkatsiz bir şey mi? Ortaylı’nın bu meta- metninden artık yavaş yavaş çıkma zamanı geliyor. Gördüklerimin bir kısmını yazarak dikkat çekmek istediğim sorunlara örnek verebildim diye düşünüyorum. Tabii ki katılıp katılmamak size kalmış. “Ne var ya bunlarda?” diyebilirsiniz. “Popüler metinler tanım gereği baştansavmacılığı ve kalitede büyük bir düşüşü beraberinde getirir” de diyebilirsiniz. Bu yolda düşünmediğimi de yeterince vurguladım sanırım. Dolayısıyla az da olsa benim gibi düşünüyorsanız sanırım sizin de zihninizi bir soru istila etmeye başlamış demektir:

Peki ama neden? İşin en zor kısmı bu. Aynı şeyleri temcit pilavı gibi ısıtıp ısıtıp okurun önüne koymanın, sürekli çaydanlığa su çekmenin böyle bir etkisi mi oluyor? Tavşanın suyunun suyu derken yahni gittikçe sulanıyor, yavanlaşıyor mu? Ama bu dediğim de bir ötelemeden başka bir şey değil ki. Nedenleri değil de sanki yine sonuçları anlatıyorum. Zihniyet tarihçisi olmak ne kadar zorsa bazen etrafımızdaki zihniyetleri kavramak veya anlamlandırabilmek de o kadar zor. Sonuçta kim, kimin kafasının içine girebilir ki? İster istemez ex post facto bakıyoruz, sonuçları konuşmak durumunda kalıyoruz. Dolayısıyla, benim bulacağım açıklama ancak spekülatif olabilir. Acaba şöyle olmuş olabilir mi:

İlber Ortaylı bir noktadan sonra yavan tarihçilikten, yayan yürümenin bin türlü meşakkatinden sıkılmış. Evet, dipnottu, referanstı, yazarken kontrol etmeydi gibi el emeği göz nuru gerektiren, sonuçta da sahibi dahil kimseye bir ödül getirmeyen zanaatçılık seviyesindeki tarihçilikten sıkılmışa benziyor. İsterseniz zanaatten “sanata” doğru ani bir kanat kırmış da diyebiliriz. Tarihçi artık prangalarını kırmış özgür bir sanatçıdır! Bu söylediğimin ilhamı da nereden mi geliyor? Tabii ki yine üstadın kendi söylediklerinden:

Tarihçi topladığı verileri yazarken, bir edebiyatçı bir yazın adamıdır. Burada topladığı malzemeyi adeta tuvalini istediği şekillerle, renklerle dolduran bir ressam gibi yansıtır. İlmi ve ciddi çalışan üç tarihçiye aynı konuyu verip… [Ü]çünün de önüne aynı vesikaları, yani arşivlerdeki mühimme kayıtlarını, vilayetlerdeki şeriyye sicillerini, name-i hümayunları veya başka kayıtları koyuyorsunuz, onlar da okuyorlar. Emin olunuz, sonunda çizilen üç resim birbirinden çok farklı olacaktır. Bu üç resim de namuslu, bilimsel, Osmanlıcayı doğru okuyan tarihçilerin eseridir; ama üç farklı resim çıkar gözünüzün önüne. [174]

Bu analojiye devam edelim. Varsayalım ki tarih resimdir, tarihçi de ressamdır. Çaba, dünyayı özümseme ve anlamlandırma sonra da gördüğünü bir ressam gibi yansıtma çabasıdır. Ama ressamımız ne görüyor? Mesele bir yol meselesidir. Ressamımız acaba realist midir? Fotoğraf kalitesinde resimler mi boyayacaktır? Yoksa sürrealist midir? Âlemi şaşkınlıklar içinde mi bırakacaktır? Yoksa olgular dünyasından bilinçli bir kopma yaşayacak, o dünyanın verilerinden kolay kolay etkilenmeyecek, kendi içinde tutarlı paradigmaların evrenine dalacak, soyut resme mi sardıracaktır? Naçizane ben, bir üslup olarak Ortaylı’ya empresyonizmi yakıştırıyorum. Ortaylı’nın yukarıdaki alıntıda söylediklerinin ışığı altında en zararsız düşünce şeklinin de bu olduğu kanısındayım.

Sanat tarihçisi olmadığım için sanatçının faaliyetinin hangi aşamasında bu üslubu benimsediğini tam olarak tesbit edemiyorum ama daha önce “boyadıklarının” farklı olduğunun ayrımındayım. Evet, artık izlenimciliği benimsemiştir sanatçımız. Tuvali üzerinde dünyayı yeniden yaratmaktansa, o dünyayı gören gözlerinin hissettiklerini, izlenimlerini yeniden yaratmaya adamıştır mesaisini, açık havada çalışmakta, anı yakalamaya uğraşmakta, geçici olanın peşinde koşmaktadır. Havaidir. Bütüne bakmakta, ayrıntıya takılmamaktadır. Hatlar, çizgiler pek umurunda değildir, renkleri öne çıkarır… Ne kadar da çok severim empresyonizmi! Böyle tatlı tatlı empresyonistleri ve muhteşem tablolarını düşünürken birden kendini dayatan bir uyanmanın buz gibi soğuk etkilerini yaşıyorum: Biz sanat âleminde değiliz! Gerçek yavan ve acımasız. Resim dünyasının kuralları çok farklı. Hiçbir şey değilse, ressamlar, tarihçilerin aksine boş bir tuvalin başına geçip yaratıcılıklarını gösterebiliyorlar. Bizim ise bagajımız yüklü. Tuvalimizi çeşitli figürlerle, şekillerle dolu buluyoruz. Öyle de olmak durumunda. Oraya yeni bir şeyler boyamanın kuralları var. Tarihle en fazla kesişme noktası olan edebiyatın bile kuralları farklı. Müzik? Söylemeye bile gerek yok. Maalesef, Ortaylı’nın ve benzerlerinin yaptığı şeyler, ancak ve ancak tarih hakikaten resim olsaydı meşru olabilirdi! Peki, Ortaylı’nın bu metin grubuna yönelik eleştirilerimi nasıl olsa nesnel olarak gösterdim, şimdi ben de biraz izlenimci eleştirmenliği kendime çok görmeyeyim ve şöyle bağlayayım: Durduk yerde kendini doğuştan yetenekli bir sanatçı olarak tahayyül etmekle sanatçı olunmuyor. Anladık “hoş üslup” diye bir şey var ama bal bal demekle de ağız tatlanmıyor. Evdeki tıngır mıngır piyanonun ise kimseyi doğuştan tarihçi edeceği yok.

Post scriptum: Ayn Câlut’un yenenleri ve yenilenleri

Daha önce de vurguladım. Bu bölümde Ortaylı’nın sadece bazı popüler metinlerini kendime konu edindim ve eleştirdim. Hemen söyleyeyim ki Ortaylı’nın akademik yayınları da doğal olarak, katiyen eleştiri üstü filan değildir, olamaz. Onları da kendi paradigmaları içinde eleştirmek pekâlâ mümkündür. Şu kadarını söyleyeyim ki Ortaylı’nın bilimsel nitelikli yayınlarına bakınca da çok etkilendiğimi söyleyemiyorum. Evet, “Yeri burası değil” diyerek onları bilinçli bir şekilde ayrı tuttum ama ben bu denemede somut kanıt göstermeden hiçbir yargıda bulunmamayı da şiar edindim. Şimdi “mesnetsiz, vesikasız” laflar edip tüyüyormuş gibi görünmeye içim elvermiyor.

Diyorum ki Ortaylı’nın kapı gibi referanslı bilimsel yayınlarında boy gösteren ama çok ilginç bir şekilde bu kez, bu popüler metinlerinde düzelttiği fahiş bir hatayı burada versem? Hem şu söylediklerime küçük bir kanıt olur, hem Ortaylı’nın iki metin grubu arasındaki tuhaf ilişkiye dikkati çeker hem de buraya saded harici bir malzeme taşımamış olurum. Ortaylı’nın ilk kez 1994 yılında Türkiye Günlüğü dergisinde yayınlamış olduğu bir makalesi var: “Hilâfet ve Türkiye İslâm Devletinde Hilâfet”. Hem 2004’te hem de 2007’de yeniden yayımlandı. [175] Ortaylı’nın aynı makaleleri başka başka yayınevlerinden ama sanki yeni şeylermiş gibi başka başlıklar altında toplayarak basma alışkanlığını göz önünde tutulursa bir kez daha basılmasının da eli kulağında olduğunu söyleyebiliriz. [176] Halife kelimesinin anlamından başlayan, erken İslami dönemde kurumu irdeleyen ve nihayet 1924’te Osmanlı hilafetinin ilgasına kadar kurumun tarihine değinen bir makale bu.

İşte bu makaleden öğreniyoruz ki İlhan Hülâgü 1256’da Bağdad’ı istila etmiş ve oradaki son Abbasi halifesi Mustasim’i idam ettirmiştir. Bu tarihi hemen 1258 olarak düzeltelim ve hiç üzerinde durmayalım. Zaten Ortaylı’nın popüler yayında düzelttiği hatası da bu değil. İşte, Ortaylı bu Abbasi sonrası dönemde pek çok İslam hükümdarının ayrı ayrı halife unvanını kullandığını belirtiyor ve bizatihi sultan unvanına da kutsallık atfedildiğini şu sözcüklerle anlatıyor: Esasen Abbasîlerden sonra ‘sultan’ ünvanı hakimiyet ve hakimiyetin menşeînin Allah’tan geldiğini gösteren bir ünvandır. İlhanlı hükümdarı Gazan Mahmud Han 1260 Ayn Callut Savaşından sonra fethettiği Şam’da bu görüşünü açıkça ilân etmiş; sultanlığın Allah vergisi olduğu ve Mısır’daki halife ve Memlûklerin tasdikini gerektirmediğini söylemiştir. Bu dönemde artık hilâfet ve Kureyş arasındaki bağlılık ve zorunluluk da siyasî literatürde açıkça gereksiz görülüyordu. [177]

Burada tekrarlamayayım ama bu şaşırtıcı pasaj için verdiği referansta Ortaylı tam dört tane kaynak sayıyor. “Şaşırtıcı” diyorum, çünkü her okuyuşta hayretten ağzım açık kalıyor. 1260’ta Gazan Han henüz doğmamıştı bile ama bakın bu dahi çok önemli değil. Asıl çarpıcı olan Ortaylı’nın Ayn Câlut Meydan Savaşı’nın bir Moğol zaferi olduğunu düşünmesi! Değilse, Moğollar bu savaştan sonra Şam’ı nasıl fethediyorlar? İnanılmaz. Gerçekten inanılmaz. Ayn Câlut Savaşı herhangi bir savaş değil. Çok önemli siyasi sonuçlarının yanı sıra sembolik anlamları da pek büyük olan bir savaş. Çünkü, 1258’de Abbasi halifeliğini düşüren ve Batı’ya karşı ileri hareketlerini sürdürerek Suriye’ye giren Moğolların, Memlukler tarafından durdurulması bu savaşla oldu. 3 Eylül 1260’ta, Mısır Memluk Sultanı Kutuz ve o yılın sonunda Kutuz’u öldürerek sultan olan komutanı Baybars, Ayn Câlut’ta, Ketbuğa komutasındaki bir Moğol ordusunu o kadar büyük bir yenilgiye uğrattılar ki Moğol yenilmezliği imajı o savaşla yerle bir oldu. Doğu yarısı Moğollar tarafından fethedilen İslam dünyasının batısı Moğol tehlikesinden uzak kaldı. İzleyen altmış yıl içinde de İran Moğolları, Memlukler karşısında bir türlü dikiş tutturamadılar! Suriye, Memluklerde kaldı. Münhasıran bu savaş ve genelde İlhanlı- Memluk ilişkileri üzerine çalışan Reuven Amitai’nin hemen bütün akademik hayatı bu konuları yazmakla geçti! [178]

Bizde de Amitai denli kendini Memlûk- Moğol savaşlarına kaptıran yoksa da Ayn Câlut’un ne olduğunu bilenlerin sayısı epeyce fazladır diye düşünüyorum. Hadise aslında gayet basit; Ortaylı, Gazan’ın sonuçsuz kalan seferlerinden birinde, 1300’de birkaç aylığına Şam’ı işgal etmesini 1260’taki Ayn Câlut’la karıştırıyor. [179] Daha doğrusu, kaynaklarından Gazan’ın Şam’a girdiği bilgisini alınca bunun olsa olsa Ayn Câlut’tan sonra ve dolayısıyla 1260’ta olacağını sanıyor.

Bu ipucundan yola çıkarak Ortaylı’nın İlhanlılar ve Memlukler arasında sadece tek bir savaş geçtiğini düşündüğünü de çıkarsayabiliriz. Ortaylı’nın bu herhangi bir maddi yanlışa benzemeyen yanlışını makalelerinin yeni basımlarında değil de popüler kitaplarından birinde düzeltmesi her ne kadar tuhaf ise de bir seferliğine olsun popüler kitap okurlarının doğruca bir şey okumasını sağladığı için yine de takdire şayandır. Tarihimiz ve Biz’de şöyle diyor: Fakat Haçlılara asıl darbeyi vuranlar, Ayn-ı Callut’ta Moğolları yenen Memluklardır. 1269’da Sultan Baybars, Moğollar gibi bir kuvveti durdurmaya muvaffak olmuştur. Bu sefer de, 1291’de onun evlatları, Haçlıları bu topraklardan sürebilmiştir. [180] Tamam, tamam, farkındayım. Ayn Câlut’ta Baybars sultan değildi, 1269’da ise sultandı ama Ayn Câlut o yıl değil 1260’ta olmuştu ama artık armudun sapı üzümün çöpü demeyelim. Ayn Câlut’un yenenleri ve yenilenlerini düzgünce tesbit edebilmek de az iş midir?

Dipnotlar

  1. Ortaylı, Tanzimattan Sonra Mahalli İdareler, 1840-1878, Türkiye ve Orta Doğu Amme İdaresi Enstitüsü, Ankara, 1975.
  2. Ortaylı, Türkiye İdare Tarihi, Türkiye ve Orta Doğu Amme İdaresi Enstitüsü, Ankara, 1979.
  3. Ortaylı, Tanzimat Devrinde Osmanlı Mahalli İdareleri, 1840-1880, TTK, Ankara, 2000.
  4. Ortaylı, Tanzimatdan Cumhuriyete Yerel Yönetim Geleneği, Hil, İstanbul, 1985.
  5. Ortaylı, İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı, Hil, İstanbul, 1983.
  6. Ortaylı, Osmanlı İmparatorluğunda Alman Nüfuzu, Hil, İstanbul 1983.
  7. Ortaylı, Osmanlı Toplumunda Aile, Pan, İstanbul, 2000
  8. Ortaylı, Eski Dünya Seyahatnamesi, Aşina Kitaplar, Ankara, 2007.
  9. Ortaylı, Mekânları ve Olaylarıyla Topkapı Sarayı, Kaynak Yayınları, İstanbul, 2007 ve Ortaylı, Osmanlı Sarayında Hayat, Yitik Hazine Yayınları, İstanbul, 2008.
  10. Bkz. Ortaylı, İstanbul’dan Sayfalar, Hil, İstanbul, 1986; Ortaylı, Osmanlı İmparatorluğu’nda İktisadi ve Sosyal Değişim, I, Turhan Kitabevi, Ankara, 2004; Ortaylı, Ottoman Studies, Bilgi Üniversitesi, İstanbul, 2004; Ortaylı, Batılılaşma Yolunda, Merkez Kitaplar, İstanbul, 2007.
  11. Nilgün Uysal, Zaman Kaybolmaz/ İlber Ortaylı Kitabı, Türkiye İş Bankası, 2006.
  12. Erol Özvar (Yayına haz.), Türk Tarihçiliğinde Dört Sima: Halil İnalcık, Halil Sahillioğlu, Mehmet Genç, İlber Ortaylı, İstanbul Büyükşehir Belediyesi, İstanbul, 2006.
  13. Ortaylı, Osmanlı’yı Yeniden Keşfetmek, Timaş, İstanbul, 2006.
  14. Ortaylı, Son İmparatorluk Osmanlı/ Osmanlı’yı Yeniden Keşfetmek 2, Timaş, İstanbul, 2006.
  15. Ortaylı, Üç Kıtada Osmanlılar/ Osmanlı’yı Yeniden Keşfetmek 3, Timaş, İstanbul, 2007.
  16. Ortaylı, Gelenekten Geleceğe, Ufuk Kitapları, İstanbul, 2001 (1.baskı: Hil Yayınları, 1982).
  17. Ortaylı, Osmanlı Barışı, Ufuk Kitapları, İstanbul, 2001.
  18. Mustafa Armağan, İlber Ortaylı ile Tarihin Sınırlarına Yolculuk, Ufuk Kitapları, İstanbul, 2001.
  19. Taha Akyol, Osmanlı Mirasından Cumhuriyet Türkiyesi’ne. İlber Ortaylı ile Konuşmalar, Ufuk Kitapları, İstanbul, 2002. Alıntı s. 7’den. 69. Ortaylı, Kırk Ambar Sohbetleri, Aşina Kitaplar, Ankara, 2006. 70. Ortaylı, Tarihin İzinde, Profil Yayıncılık, İstanbul, 2008.
  20. Ortaylı, Avrupa ve Biz, Turhan Kitabevi, Ankara, 2007 ve Ortaylı, Avrupa ve Biz. Seçme Eserler I, İş Bankası Yayınları, İstanbul, 2007. 72. Ortaylı, Tarihimiz ve Biz, Timaş, İstanbul, 2008. 73. Ortaylı, Tarihimiz ve Biz s. 7.
  21. Ortaylı, Son İmparatorluk Osmanlı, ss. 31-41. 75. Ortaylı, Tarihin Sınırlarına Yolculuk, ss. 8-9.
  22. Ortaylı, Tarihin Sınırlarına Yolculuk, s. 101. 77. Ortaylı, Tarihin Sınırlarına Yolculuk, ss. 45-46.
  23. Ortaylı., Tarihin Sınırlarına Yolculuk, ss. 91-92. 79. Akyol, op.cit., s. 15. 80. Akyol, op.cit., s. 30.Öz81. Ortaylı, Osmanlı’yı Yeniden Keşfetmek, s. 187. 82. Ortaylı, Osmanlı’yı Yeniden Keşfetmek, s. 118. 83. Ortaylı, Üç Kıtada Osmanlılar, s. 20. 84. Ortaylı, Üç Kıtada Osmanlılar, s. 87. 85. Nilgün Uysal, Zaman Kaybolmaz, s. 343.kabulle86. Nilgün Uysal, op.cit., s. 354. 87. Ortaylı, Osmanlı Barışı, s. 7. 88. Ortaylı, Son İmparatorluk Osmanlı, ss. 7-8.Ortaylı, Osmanlı’yı Yeniden Keşfetmek, s. 9. 90. Ortaylı, Osmanlı Barışı, s. 12. Vurgu benim. Nilgün Uysal, Zaman Kaybolmaz, s. 172. 92. Mübahat S. Kütükoğlu, Osmanlı Belgelerinin Dili (Diplomatik), Kubbealtı, İstanbul, 1998, s. 403.
  24. Ortaylı, Tarihimiz ve Biz s. 7.
  25. Ortaylı, Son İmparatorluk Osmanlı, ss. 31-41.
  26. Ortaylı, Tarihin Sınırlarına Yolculuk, ss. 8-9.
  27. Ortaylı, Tarihin Sınırlarına Yolculuk, s. 101.
  28. Ortaylı, Tarihin Sınırlarına Yolculuk, ss. 45-46.
  29. Ortaylı., Tarihin Sınırlarına Yolculuk, ss. 91-92.
  30. Akyol, op.cit., s. 15.
  31. Akyol, op.cit., s. 30.
  32. Ortaylı, Osmanlı’yı Yeniden Keşfetmek, s. 187.
  33. Ortaylı, Osmanlı’yı Yeniden Keşfetmek, s. 118.
  34. Ortaylı, Üç Kıtada Osmanlılar, s. 20.
  35. Ortaylı, Üç Kıtada Osmanlılar, s. 87.
  36. Nilgün Uysal, Zaman Kaybolmaz, s. 343.
  37. Nilgün Uysal, op.cit., s. 354.
  38. Ortaylı, Osmanlı Barışı, s. 7.
  39. Ortaylı, Son İmparatorluk Osmanlı, ss. 7-8.
  40. Ortaylı, Osmanlı’yı Yeniden Keşfetmek, s. 9.
  41. Ortaylı, Osmanlı Barışı, s. 12. Vurgu benim.
  42. Nilgün Uysal, Zaman Kaybolmaz, s. 172.
  43. Mübahat S. Kütükoğlu, Osmanlı Belgelerinin Dili (Diplomatik), Kubbealtı, İstanbul, 1998, s. 403.
  44. Ortaylı, Osmanlı’yı Yeniden Keşfetmek, s. 11 Vurgu benim.
  45. Hilary Sumner- Boyd ve John Freely, Strolling Though Istanbul, Redhouse, İstanbul, 1972, s. 99.
  46. Sâî Mustafa Çelebi (Haz. Hayati Develi), Yapılar Kitabı / Tezkireü’l- Bünyan ve Tezkiretü’l- Ebniye, Koçbank, İstanbul, 2002, s. 165.
  47. Sumner- Boyd ve Freely, op.cit., s. 46.
  48. Sumner- Boyd ve Freely, op.cit., s. 222.
  49. Sumner- Boyd ve Freely, op.cit., s. 121.
  50. Ortaylı, Osmanlı’yı Yeniden Keşfetmek, s. 47.
  51. Ortaylı, Osmanlı’yı Yeniden Keşfetmek, s. 118.
  52. Ortaylı, Osmanlı’yı Yeniden Keşfetmek, ss. 138-139.
  53. Ahmet Mumcu, “Divân- ı Hümâyun”, DİA, 1994, c. 9, s. 431.
  54. Ortaylı, Osmanlı’yı Yeniden Keşfetmek, s. 119.
  55. Yaşar Yücel (Haz.), ‘Kitâb- ı Müstetâb’, içinde, Osmanlı Devlet Teşkilâtına Dair Kaynaklar, TTK, Ankara, 1988, s. 6.
  56. Ahmed Cevdet, Tarih, c. vi, s. 12.
  57. Ortaylı, Tarihimiz ve Biz, ss. 59-60. Vurgu benim.
  58. Aleksandar ˇSopov, “Falling Like an Autumn Leaf”: The Historical Visions of the Battle of the Maritsa River/ Meriç River and the Quest for a Place Called Sırpsındığı, Sabancı Üniversitesi, Basılmamış MA tezi, 2007.
  59. İ. Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, c. 1, ss. 167-173 ve Danişmend, Kronoloji, c. 1, ss. 42-43, 53.
  60. John V. A. Fine, The Late Medieval Balkans, c. 2, The University of Michigan Press, Ann Arbor, 1994, ss. 379-382 ve Colin Imber, The Ottoman Empire, 1300-1481, Isis, İstanbul, 1990, s. 29.
  61. Ortaylı, Üç Kıtada Osmanlılar, ss. 27-28.
  62. Ortaylı, Avrupa ve Biz (Turhan), s. 39 ve Avrupa ve Biz (İş Bankası), s. 37. Vurgu benim.
  63. Halil İnalcık ve Mevlûd Oğuz, Gazavât- ı Sultân Murâd b. Mehemmed Hân. İzladi ve Varna Savaşları (1443-1444) Üzerinde Anonim Gazavâtnâme, TTK, Ankara, 1978, ss. 17-18.
  64. Danişmend, Kronoloji, c. i, s. 209.
  65. H. İnalcık, “Murad II”, DİA, İstanbul, 2006, c. 31, s. 168.
  66. Ortaylı, Tarihimiz ve Biz, ss. 22-23. Vurgu orijinalinde.
  67. Ortaylı, Tarihimiz ve Biz, s. 24, Vurgu orijinalinde.
  68. V. L. Ménage, “Annals of Murad II”, BSOAS, v. 39, No. 3, (1976), ss. 570-584.
  69. Osman Turan, İstanbul’un Fethinden Önce Yazılmış Tarihî Takvimler, TTK, Ankara, 1954.
  70. Selânikî Mustafa Efendi (Haz. Mehmet İpşirli), Tarih- i Selânikî, 2 cilt. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları, İstanbul, 1989.
  71. Ortaylı, Osmanlı’yı Yeniden Keşfetmek, s. 187.
  72. William L. Langer ve Robert P. Blake, “The Rise of the Ottoman Turks and its Historical Background”, The American Historical Review, v. 37, No. 3, (April 1932), ss. 468-505; V. L. Ménage, “The ‘Menâqib’ of Yakhshi Faqih”, BSOAS, v. 26, no.1, (1963), ss. 50-54.
  73. Colin Imber, The Ottoman Empire 1300-1481, Isis, Istanbul, 1990, s. 1.
  74. Ahmed Âşıkî (Haz. Nihal Atsız), “Tevârih- i Âl-i Osman”, Osmanlı Tarihleri’nde, Türkiye Yayınevi, İstanbul, 1949, s. 93. Vurgu benim. Ayrıca krş., Âşık Paşazade (Haz. Kemal Yavuz ve M. A. Yekta Saraç), Osmanoğulları’nın Tarihi, K Kitaplığı, 2003, s. 319.
  75. Atsız, op.cit., s. 148.
  76. Ortaylı, Tarihimiz ve Biz, ss. 68-69.
  77. Atsız, op.cit., s. 123.
  78. Oruç Beğ (Haz. Necdet Öztürk), Oruç Beğ Tarihi, Çamlıca Yayınları, İstanbul, 2007, s. 19.
  79. Nihat Azamat, Anonim Tevârîh- i Âl-i Osman, s. 18.
  80. Ortaylı, op.cit., s. 26.
  81. Halil İnalcık, Hicri 835 Tarihli Suret- i Defter- i Sancak- ı Arvanid, TTK, Ankara, 1954.
  82. Rûm / Rûmi için bkz. Salih Özbaran, Bir Osmanlı Kimliği/ 14-17. Yüzyıllarda Rûm / Rûmi Aidiyet ve İmgeleri, Kitap Yayınevi, İstanbul, 2004.
  83. 132. Mustafa Âli (Haz. M. Hüdai Şentürk), Künhü’l- Ahbar, c. ii., Fatih Sultan Mehmed Devri, TTK, Ankara, 2003, s. 54.
  84. 133. İbrahim Müteferrika (Haz. Halil Necatioğlu), Risâle- i İslâmiye, Ankara, 1982, s. 94
  85. .Mustafa Âli (Haz. M. Hüdai Şentürk), Künhü’l- Ahbar, s. 153.
  86. 135. Nilgün Uysal, Zaman Kaybolmaz, s. 161.
  87. Caroline Campbell ve Alan Chong, Bellini and the East, National Gallery Company London, 2007, s. 16, 17-18.
  88. 137. Franz Babinger, Mehmed the Conqueror and His Time, Princeton University Press, Princeton, 1978, s. 388.
  89. 138. Hans Georg Majer, “The Petancius Series”, The Sultan’s Portrait: Picturing the House of Osman, İçinde, İşBankası, İstanbul, 2000, s. 89.
  90. Ortaylı, Son İmparatorluk Osmanlı, s. 98.
  91. 140. Abdülkerim Özaydın, “İbn Bîbî”, DİA, c. 19, İstanbul, 1999, ss. 379-382; Adnan Sadık Erzi, “İbn Bîbî”, IA, c. 5/2, Eskişehir, 1997, ss. 712-718.
  92. Ortaylı, Tarihimiz ve Biz, s. 169.
  93. Ortaylı, Osmanlı Barışı, s. 54.de
  94. Ortaylı, Tarihin Sınırlarına, s. 27.
  95. Ortaylı, Tarihimiz ve Biz, s. 103.
  96. Ortaylı, Tarihimiz ve Biz, s. 27.
  97. Ortaylı, Osmanlı’yı Yeniden Keşfetmek, s. 115.
  98. Ortaylı, Osmanlı’yı Yeniden Keşfetmek, s. 28.
  99. Ortaylı, Osmanlı Barışı, s. 159.
  100. Ortaylı, Osmanlı Barışı, s. 27.
  101. Ortaylı, Son İmparatorluk, ss,179-180.
  102. Ortaylı, Osmanlı’yı Yeniden Keşfetmek, s. 63.
  103. Ortaylı, Osmanlı’yı Yeniden Keşfetmek, s. 110.
  104. Ortaylı, Osmanlı’yı Yeniden Keşfetmek, s. 136.
  105. Ortaylı, Üç Kıtada Osmanlılar, s. 18.
  106. Ortaylı, Üç Kıtada Osmanlılar, s. 38.
  107. Ortaylı, Üç Kıtada Osmanlılar, s. 52.
  108. Ortaylı, Üç Kıtada Osmanlılar, s. 62.
  109. Ortaylı, Üç Kıtada Osmanlılar, s. 105.
  110. Ortaylı, Üç Kıtada Osmanlılar, s. 169.
  111. Ortaylı, Osmanlı Barışı, s. 94.
  112. Ortaylı, Osmanlı Barışı, s. 124.
  113. Ortaylı, Osmanlı Barışı, s. 158.
  114. Ortaylı, Tarihimiz ve Biz, s. 18.
  115. Ortaylı, Tarihin Sınırlarına, s. 23.
  116. Ortaylı, Tarihin Sınırlarına, s. 25.
  117. Ortaylı, Tarihin Sınırlarına, s. 68.
  118. Ortaylı, Osmanlı’yı Yeniden Keşfetmek, s. 185.
  119. Ortaylı, Son İmparatorluk Osmanlı, s. 35.
  120. Ortaylı, ÜçKıtada Osmanlılar, s. 185.
  121. Ortaylı, Son İmparatorluk Osmanlı, s. 137.
  122. Ortaylı, Tarihimiz ve Biz, s. 189.
  123. Ortaylı, Tarihimiz ve Biz, s. 36.
  124. Ortaylı, Son İmparatorluk Osmanlı, s.
  125. Ortaylı, Osmanlı’ yı Yeniden Keşfetmek, s. 24.
  126. Ortaylı, “Hilâfet ve Türkiye İslâm Devletinde Hilâfet”, içinde. İ. Ortaylı, Osmanlı İmparatorluğu’nda İktisadi ve Sosyal Değişim/ Makaleler I, Turhan Kitabevi, Ankara, 2004, ss. 257-265 ve Ortaylı, ,“Hilâfet ve Türkiye İslâm Devletinde Hilâfet”, içinde. İ. Ortaylı, Batılılaşma Yolunda, Merkez Kitaplar, İstanbul, 2007, ss. 146-155.Abba
  127. Ortaylı, Turhan Yayınevi’nden çıkan makale derlemesindeki ilk 24 makaleyi, hem de aynı sırayla bu kez İşBankası’ndan, güncel ama oldukça yanıltıcı başka bir başlıkla bir kez daha bastırmış bulunmaktadır. Üstelik bu derlemedeki makalelerin daha önce basıldıkları bilgisi bile okuyucudan esirgenmiştir. Bkz. İ. Ortaylı, Osmanlı’da Değişim ve Anayasal Rejim Sorunu/ Seçme Eserleri, II, İşBankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2008.
  128. Ortaylı, İktisadi ve Sosyal Değişim, Turhan, s. 260 ve Batılılaşma Yolunda, ss. 149-150. Vurgu benim.
  129. Ayn Calut Savaşı için bkz. Reuven Amitai- Preiss, Mongols and Mamluks. The Mamluk- İlkhanid War, 1260-1281, Cambridge University Press, Cambridge, 1995, özellikle ss. 26-48.
  130. Reuven Amitai- Preiss, “Mongol Imperial Ideology and the Ilkhanid War against the Mamluks”, içinde Reuven Amitai- Preiss ve David O. Morgan, The Mongol Empire & its Legacy, Brill, Leiden, 1999, s. 68. Ayrıca bkz. Reuven Amitai, “Whither the Ilkhanid Army? Ghazan’s First Campaign into Syria (1299-1300)”, içinde. Nicola di Cosmo, Warfare in Inner Asian History (ed), Brill, Leiden, 2002, ss. 221-264
  131. Ortaylı, Tarihimiz ve Biz, s. 43. Vurgu benim.

Yorum Yaz

Bu site reCAPTCHA ve Google tarafından korunmaktadır Gizlilik Politikası ve Kullanım Şartları uygula.

Bizi Takip Et!