Kelâmbaz

Hüküm Batı’nın Elinde

Dünya atlasına baktığımızda bütün kıtaların birbirinden ayrı ve etrafı okyanuslarla çevrilmiş büyük kara kütleleri olduğunu görürüz. Bunun tek bir istisnası vardır: Avrupa. Asya ile aynı kara parçası olmasına rağmen Avrupa’nın neden ayrı bir kıta olarak kabul edildiğini hiç sorgulamadan kabul ettik. Sorgulamak ve itiraz etmek bir öz güven meselesidir. Fakat, Batı’nın ilmî üstünlüğünün karşısında içine düştüğümüz aşağılık psikolojisi Batı’dan gelen bilgiyi sorgulamamıza mâni oluyor.

Avrupa kıtası için bir başka benzer torpil de haritalar marifetiyle yapılıyor. Düzleştirilmiş dünya haritasını önünüze koyduğunuzda tam ortada Avrupa olan Avrupa kıtası, büyüklüğüyle diğer kıtalardan geri kalmaz. Hâlbuki bu da bir illüzyondur. Merkator projeksiyonu metoduyla düzleştirilen haritalarda sadece Ekvator çizgisine yakın olan bölgeler hakiki yüzölçümlerine yakın olarak çizilebilir. Kutuplara doğru gittikçe şekiller bozulmaya başlar. Ekvatora yakın olan Afrika kıtası bu sebeple Avrupa gibi kuzeye yakın ülkelere nazaran gerçekte olduğundan daha küçük görünür. Yine aynı sebeple Avrupa, haritada Güney Amerika ile yakın büyüklükte görünür ancak Avrupa’nın toplam yüz ölçümü Güney Amerika’nın ancak yarısı kadardır.

Peki bütün bu gerçeklerin ışığında Avrupa neden kendini ayrı bir kıta olarak görüyor? Hodgson gibi aykırı dünya tarihçilerine göre bu durum tamamen Avrupa’nın Asya’dan kendini tarihî ve kültürel olarak tecrit etmek istemesinin neticesidir. Batı dünyasının, bilim ve modernleşmenin, dolayısıyla da medeniyetin sahibi vasfıyla kendine atfettiği ahlaki üstünlük inancının, kendini coğrafi olarak da tecrit ederek devam ettirmesinden başka bir şey değil. Bu misal, Batı’nın gerektiği zaman “bilim”in arkasına sığınarak hakikati kendi lehine çarpıtabilmekte mahir olduğunu da bizlere hatırlatıyor.

Bilgi Güçtür

Gerek ticaret gerekse sömürgecilik faaliyetleriyle kasaları çokça altınla dolan Avrupa kralları, Francis Bacon’ın başını çektiği filozoflarca dillendirilen “toplumların bilimle gelişeceği” ve “bilginin güç olduğu” inancına yatırım yaptı. Bilim adamları kraliyetlerin sponsorluğunda büyük bütçeli projelerin peşine düştü ve bu çalışmaların meyvesini de aldı. Yaklaşık iki yüz yılı aşkındır özellikle fen bilimleri sahasında Batılıların kesin bir üstünlüğü söz konusu. Bu ilmî çalışmalar sadece teknikle, fen bilimleriyle sınırlı kalmadı, farklı sahalara da yayıldı. Henüz 18. yüzyılda Fransızlar ve İngilizler Doğu’yu ve İslam dünyasını araştırmak için şarkiyat enstitüleri kurmuşlardı. Bu enstitülerden yetişen kimi bilim adamları İslam dünyasında dahi ilgiyle karşılanan, faydalanılan eserler kaleme aldılar. Alman şarkiyatçı Carl Brockelmann’ın Arapça yazma eserler literatürüne dair kitabı “Geschichte der Arabischen Litteratur” bunun en bilinen misallerindendir.

Francis Bacon

Bilim, Bacon’ın “Yeni Atlantis”inde tahayyül ettiği şekilde insanlığın istifadesine sunulduğu gibi bu idealin aksine kötü maksatlara da alet edildi. “Bilgi güçtür.” inancını makyevalizmin “Amaca giden yolda her şey mubahtır.” düsturuyla yoğuranlar, masum insanları bombalamak için nükleer bombayı keşfetmekten, kültürel sömürgecilik maksadıyla tarihin, dilin veya dinin sistematik tahrifine kadar birçok kötülüğün kapısını açtılar. En kötüsü de bütün bunlar bilim adına, bilim yüceltilerek yapıldı ve yapılmakta. Bilim tanrılaştırıldığı için bu şekilde kötü niyetli çalışma yapanlara ses ettiğinizde ise gericilikle itham edilip hükümsüzleştiriliyorsunuz. Hâlbuki bilimin tanrılaştırılması, hakikatin bulunmasına da mâni olmakta. Bilimde iman ve kesin doğrular olmaz. Bilim yanlışlanarak, doğru ise sanılandan şüphe edilerek ilerler. Hâl böyleyken biz modernitenin vatandaşları bilime iman eder, dinden ise şüphe eder olduk.

Çoğunlukla deneye, müşahedeye veya matematik modellemelere dayanan tabiat ilimlerinde nispeten objektiflikten bahsetmek mümkün olabiliyor. Fakat tarih, siyaset, edebiyat, psikoloji gibi kompleks ve göreceli sosyal ilimler çoğunlukla bakış açısına, yoruma dayalı neticeler üretiyor. Çoğunlukla başta istenen netice neyse, faraziye nasıl kurulmuşsa netice de ona göre çıkıyor. Ve bu hâliyle suiistimale de çok açık oluyor.

Bugün Batılı tarihçilerin önemli bir kısmı, İslam dünyasının miladi 11. asırdan sonra geri kaldığını iddia ediyor. “İslam dünyası geri kaldı!” derken bu geri kalmanın kime ve neye göre olduğunun, dahası geri kalmanın kıstasının ne olduğunun açık şekilde ortaya konulması gerekiyor. Zira tek bir mikyas üzerinden gerilik-ilerilik tahlili yapılması da yine çarpıtmalı neticelere varılmasına neden olacaktır. Hâlbuki 11. asır iddiasının penceresinden dahi baksak 1400’lerin karmakarışık Avrupa’sının aynı devirlerde her manada zirvede olan Osmanlı’dan daha ileri olduğunu kabul etmemiz ne kadar mümkün olur?

Yeri gelmişken çoğu zaman pek çok doğrunun Batıdaki akademik camialar tarafından hükümsüzleştirildiği de akıldan çıkarılmamalı. Ayrı bir yazı konusu olmakla beraber mevcut paradigmaya aykırı çalışmaların akademik dergilerde yayımlanması konusunda da üstü kapalı bir ambargo var. Bu durum, bilimin tarafsızlığına gölge düşürdüğü gibi ilerlemesini de yavaşlatıyor. İşte bilgi böylesine büyük bir güç! Hakikati istediğin gibi dizayn edebilme gücü…

Yeni Atlantis ütopya türünün ilk örneklerinden. Francis Bacon bu romanında, deniz seyahatinde fırtınaya yakalanan gemidekilerin tesadüfen sığındıkları Atlantis Adası’nda yaşadıklarını anlatır. Atlantis Adası, bilim sayesinde tabiata hükmetmeye başlamıştır ve bilimi, insanların rahatlığı için vasıta yapmıştır. Herkesin mutlu olduğu bu adadaki insanlar bilime itimat etmekle beraber aynı zamanda iyi ahlaklı birer Hristiyan’dırlar. Bacon’ın 15. yüzyılda yayımlanan bu eseri, kilise tahakkümündeki Avrupa’da bilimin yol gösterici olarak ön plana çıkarılmış olmasıyla da önemlidir.

Medeniyet Tarihi

George Orwell “1984”ünde devletin tarihi değiştirerek insanların hafızalarını yeniden programladığını, böylelikle insanların bugünkü fikirlerini kolayca manipüle edebildiğini anlatır. Alev Alatlı’nın tabiriyle, “Tarih, tarihçilere bırakılamayacak kadar kıymetli ve özeldir.”

Tarihin en mühim dallarından birisi medeniyet tarihidir. Bugün insanlığın içinde bulunduğu vaziyeti doğru okuyabilmek için medeniyet tarihini iyi bilmek gerekir. Üniversitelerimizde birçok bölüm, medeniyet/uygarlık tarihi alınmasını mecburi kılıyor. İnsaflı bir öğretim görevlisine denk gelmezseniz çoğu kez bu dersler Antik Yunan medeniyetiyle başlayıp Mısır, Çin, Hindistan gibi nice medeniyetlere uğramadan Avrupa’nın karanlık Orta Çağ’ı da bin bir maharetle atlatılarak aydınlanmaya, Rönesans’a bağlanıverir. Sonra Michelangelo’nun anadan üryan bütün tafsilatıyla resmettiği -hâşâ- aziz heykellerinin projeksiyonda yansıtılmasıyla da uygarlık nihayete vardırılır. Dersin adı Avrupa tarihi olsa hiç itirazımız olmaz. Fakat uygarlık tarihi deyip Antik Yunan ve Avrupa’nın kültürüne ve tarihine odaklanmak, dünyanın geri kalanını uygarlık dışı ve modern hayata katkı sunmamış olarak kodlamamıza yol açmıyor mu?

“Modern hayat sadece Batı’nın değil dünyanın ortak mülküdür.” diyen Fuat Sezgin Hoca, “Batı medeniyeti, İslam medeniyetinin çocuğudur.” derken de aslında bunu kastediyordu. Yani dünyadaki gelişmeleri tek bir bölgeye veya millete mâl etmenin doğru olmadığını söylüyordu. Fakat Batı’nın sömürgeci döneminin mahsulü fikirlerin takipçileri olan kimi akademisyenler(imiz!) ısrarla medeniyet tarihini Antik Yunan-Avrupa arasına sıkıştırmaya çalışıyor.

Modern Avrupa’yı salt Antik Yunan’ın mirası olarak görenler, unutulan Antik Yunan eserlerine Arapça tercümeleri sayesinde ulaşabildiklerini bilmiyorlar mı? Kâğıdı, barutu, pusulayı keşfeden Çin’in uygarlık tarihinde kendine yer bulabilmesi için daha neyi keşfetmesi gerekiyordu acaba? Louis’lerin sayılarını ezberleten öğretim görevlisi; Çin’den, Hindistan’dan bir hanedanın ismini sayabilir mi? Avrupa merkezli bilim, sadece medeniyet tarihi ile sınırlı kalmıyor maalesef. Keza sadece dünya tarihi değil bilim tarihi de Batı’nın tasallutu altında. Fuat Sezgin Hoca yaptığı çalışmalarla, İslam dünyasınca yapılan birçok keşiflerin çoğunlukla bu âlimlerin eserlerini mehaz vermeden tercüme eden Avrupalıların adına mâl edildiğini kitaplarında anlatıyor. Fuat Hoca’nın çalışmalarının Batı’da getirdiği aksülamele bakınca bütün mesuliyeti Batı’ya atmak yerine kendi bilim tarihçilerimizin hakikati ortaya koymak konusunda ne kadar gayret ettiklerini de sorgulamak hatırımıza geliyor.

Batı’nın Gözünden İslam Dünyası

“Onlar kendilerini temsil edemezler, temsil edilmeleri gerekir.”
Karl Marx

Edward Said’in “Şarkiyatçılık” isimli meşhur eseri bu epigrafla başlıyor. Marx bu sözü söylerken esasında köylüleri kastetse de Batı’nın İslam dünyasına bakışı da tam bu minvalde. İşin acı tarafı; Batı’da, İslam’a ve İslam dünyasına dair çalışmalar da çoğunlukla bu bakış açısının bir mahsulü olarak hazırlanıyor.

Batı’da ilk Kur’an-ı Kerim tercümesi 16. yüzyılda Sale tarafından yapılıyor. Tabii bu tercüme faaliyeti hoş karşılanmıyor, Sale ağır ithamlara maruz kalıp yargılanıyor. Bu esnada kendisine Protestan mezhebinin kurucusu Martin Luther sahip çıkıyor. Sahip çıkma gerekçesi basit: Bu tercüme faaliyeti ile Müslümanların sapıklıklarının daha iyi anlaşılmasının sağlanması. (Konuyla ilgili yazı: Aydınlanma Entelektüellerinin Gözünden Muhammed Aleyhisselam Tasviri).
Olur da bu tercümeyi fikir hürriyeti diye pazarlayanlar olursa bu satırları hatırlarsınız.

Bilim dünyasınca ilk İslâm ansiklopedisi olarak kabul edilen Fransız Şarkiyatçı Herbelot’un hazırladığı Bibliothèque Orientale (Şark Kitaplığı) isimli eserde Muhammed Aleyhisselam maddesi, Batılı objektif (!) tarihçilik fikrinin kıymet-i harbiyesini anlatmaya kifayet edecektir:

“Kendini din diye adlandıran, bizim Muhammetçilik dediğimiz bir sapkınlığın yaratıcısı, kurucusu olan ünlü sahtekâr Muhammet…” (Hâşâ ve kella…)

Böyle iftiralar sadece Herbelot’a mahsus değil. İlahi Komedya’nın yazarı Dante’nin Hazret-i Peygamber’e olan hakaretlerini misal olarak dahi vermek mümkün değil.

Batı’dan Bakmanın Dine Getirdikleri – Oryantalizm

Batı’nın İslam dünyasına sakat bakışına dair çok misaller verilebilir. Peki Batı’nın bakışı belliyken Batı’yı referans alarak İslam dünyasını dizayn etmeye kalkışan sözde İslam âlimlerine, İslami kanaat önderlerine, yazar çizer takımına ne demeli?

Müslümanların geri kalması gibi popüler meselelerde temcit pilavı gibi sürekli önümüze getirilen iddiaların çoğu şarkiyatçı-oryantalist orjinli, yani Batı menşeli. İmam-ı Gazali’nin felsefeye savaş açıp İslam dünyasında düşüncenin gelişimini durdurmasından tutun da içtihat kapısının kapanmasının Müslümanları geri bıraktığı iddiasına kadar sorgulanması tabu hâline getirilmiş birçok iddia var. Ne hazindir ki bugün kendisini Müslüman aydın gören bazı zevat, bu iddiaların arkasını araştırma zahmetine bile girmeden kolayca bunları kabul edip kitaplarına, köşe yazılarına malzeme yapıyor; Müslümanları da yanlış bilgileriyle maalesef yoldan çıkarıyor.

Türkiye’de ansiklopedi niyetine kullanılan bir sözlük sitesinde İmam-ı Gazali maddesinde şöyle yazıyor: “İslam dünyasından aklı, mantığı, bilimi, sorgulamayı rafa kaldırmış; yerine biati, ezberciliği getirmiş kişidir.” Bu, bir kişinin yorumu değil maalesef. İmam-ı Gazali’nin iki kitabının ismini peş peşe sayamayacak, eserlerinden bir satır okumamış ama yanılmaz, kesin inançlı okur yazar takımımızın umumi görüşü böyle.

Taha Akyol gibi modernist İslamcı isimler de Avrupa’nın bilim devriminin ve Rönesans’ının Endülüslü İbni Rüşd’ün Aristo şerhleriyle başladığını iddia etmekteler. Tabii bununla beraber İslam dünyasının, İmam-ı Gazali’nin çizdiği Aristo-felsefe karşıtı istikamete yönelerek geri kaldığını da araya eklemeden geçmiyor. Peki Avrupa aydınlanması gerçekten İbni Rüşd’ün Aristo tercümeleriyle mi başladı? Aksine bugün pek çok bilim tarihçisi, Avrupa aydınlanmasının Aristo’ya rağmen gerçekleştiğini savunuyor.

Aristo bilimden varlığa her konuda görüş sarf etmişti. Daha sonra gelen Thomas d’Aquinas, Aristo’nun görüşlerini Hristiyanlık akideleri hâline getirdi. Bu da engizisyon dediğimiz yapıya evrildi. Galileo, “Dünya, güneşin etrafında dönüyor.” derken kilise ise Aristo’nun bin yıl önce söylediği gibi bütün evrenin dünya etrafında döndüğünü savunuyordu. Yine aynı şekilde Aristo, dünyanın yörüngesinin dairesel olduğunu söylerken Keppler yörüngenin elips olduğunu ortaya koymuştu. Ve bütün bunları Aristo temelli kiliseye rağmen yapmıştı. Hâl böyle iken varılacak doğru kanaat belki şu olabilir: Avrupa, Aristo’dan kurtulduğu ölçüde kalkınabilmiştir. İmam-ı Gazali’yi tanıyan Batılıların hayranlığını belki de burada aramak gerekir.

Felsefe karşıtlığı derken neden hep Aristo’dan bahsettik? İmam-ı Gazali Hazretleri, İslam dünyasındaki Aristocular olarak nitelendirebileceğimiz Meşşailerle mücadele etmişti. Farabi, Kindi, İbni Rüşd, İbni Sina gibi meşhur isimler Meşşai Akımın temsilcileriydi. Meşşailer, Aristo felsefesine öyle bağlılardı ki Farabi’ye muallim-i sani (ikinci hoca), Aristo’ya ise muallim-i evvel (ilk hoca) diyorlardı.

Meşşailer; ruh, kader gibi konular başta olmak üzere birçok dinî konuda nakli değil aklı ön plana çıkaran ve nasslarla açıkça ters düşen yorumlarda bulundular. Kâinatın ve zamanın ezelî olduğu, Allahü Teâlâ’nın ilm sıfatının insanlar gibi sınırlı olduğu, kıyamette yeniden dirilmenin cismani olmadığı gibi birçok İslam dışı iddiaları da öne sürdüler. İmam-ı Gazali “Tehafütü’l Felasife” (filozofların tutarsızlığı) isimli eserinde Meşşai felsefesinin görüşlerini kesin şekilde çürüterek Meşşailere bir daha ayağa kalkamayacakları bir darbe indirmiştir.

Çok kapsamlı olan bu konuyu Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci’den bir iktibasla toparlamak uygun olacaktır:

“İmam-ı Gazalî gibi İslâm bilginleri, Yunan felsefecilerini reddederken bunların imansız olduğunu değil, fikirlerinin bugün için iman sayılmayacağını söyledi. Felsefeyi reddetmediler ama semâvî dinden haberi olanların, kâinatın sırrının akıl ile değil, öncelikle nakil ile anlamaya çalışılması gerektiğini bildirdiler. Yaratılmış olan aklın, yaratıcıyı hakkıyla kavramasının mümkün olmadığını söylediler. ‘Felsefe ile kâinatın sırları anlaşılır; dinin emirlerinin hikmetleri anlaşılır ama inanç esasları ve dinin hükümleri anlaşılamaz.’ dediler. İbni Sina ve Farabî gibi bazıları, rivayet doğru ise zekâları sebebiyle dinin hükümlerini akıl ile anlamaya çalışmışlar; âleme kadim demişler ve ulemâ tarafından bazı fikirleri dine aykırı bulunmuştur.”

E.B. Ekinci’nin Yazısının Tam Hâli: Felsefe mi Hikmet mi?

Batı Kibrine Tepkiler

Avrupa’nın dünya hakimiyeti her konuda haklı olabilme hakkını da beraberinde getirdi. Şarkiyatçıların Doğu ve İslam dünyasına dair tezleri tartışılmaz bir hakikatler olarak fikir dünyasındaki yerini aldı. İslam âleminin ilmî geri kalmışlığı, gerçek manada İslam âlimlerinin olmaması, olanlara da kıymet verilmemesi İslam düşmanlarının ekmeğine yağ sürdü. Öyle ki Ernest Renan’ın seküler bilim anlayışını ve pozitivizmi müdafaa ederek İslam’a saldırdığı meşhur beyannamesine cevap vermek Namık Kemal’e kadar düşmüştü. Dahası modernistlerin önderi Cemalettin Afgani, Renan’a cevap verip güya İslam’ı savunurken aslında İslam’a ve Müslümanlara hakaret ediyordu. Büyük çoğunluk ise Batı’dan gelen dalganın tesiriyle modernizme veya tarihselciliğe savruldu.

Artık entelektüel Müslümanlar kendi gündemlerini tayin edemez, kendi meselelerini tartışamaz hâle gelip Batı’ya cevap yetiştirmek derdine düştü. Elinizde tuttuğunuz mecmua dahi çoğunlukla Batı’dan gelen çeşitli akımlarla fikrî mücadele veriyor. Bu tavrı bir ölçüde makul karşılamak gerekir. Bir yandan fikrî, içtimai ve kültürel yoğun bir emperyal faaliyet söz konusu iken Müslümanların oturup izlemesi beklenemez. Fakat şunu da teslim etmek gerekir ki bütün sistematiği Batı karşıtlığı üzerinden kurgulamak, fikir ve siyasetimizi hatta dinimizi reaktif bir şekilde dizayn etmek Batı’dan gelen fikirlerden daha zararlı bir hâle geldi.

“Batı’dan gelen her şey yanlıştır!” türü bir fikre saplanmak da bizi geri bırakır. Bu bakış açısıyla sürekli bir şekilde Batı’ya cevap yetiştirmeye uğraşmak yerine artık kendimize ve kendi problemlerimize odaklanmamız gerekiyor. Özellikle Batıdaki İslam’a dair pervasızlığın bir noktada bizim güçsüzlüğümüzün, cehaletimizin, tembelliğimizin de neticesi olduğu aklımızdan çıkmamalı. Batı’da gerçekten insaf ehli bilim adamları da var. Gerçekten emek verilip yapılan çalışmaları bu insanlar da takdir edecektir.

Netice

Bugün bütün dünyada bilime yapılan yatırımın motivasyonu iki ana başlıkta toplanabilir: Bilginin güç olması ve bilimin topluma yarar sağlaması. “Bilgi güçtür.” görüşünün yeknesak anlaşılması, bilimin kötü niyetli kullanımına da zemin hazırlıyor. Bu sebeple özellikle sosyal bilimler sahasındaki çalışmalar dikkatli şekilde tetkik edilmeli.

İslam’a dair oryantalist orijinli iddialar hâlâ gündemimizi meşgul etmekte. Kendi dinimize dair artık Batı’ya hüküm verdirmesek… Bunu sağlamanın kesin bir yolu var fakat gerçekten çok meşakkatli: Din ve dünya işlerine hâkim İslam âlimleri yetiştirmek. Işığın olduğu yerde karanlık kendiliğinden yok olacaktır.

Bugün bilim dünyasının lideri Batı olduğu için tenkidimiz Batı üzerinden gerçekleşiyor. Fakat yanlışa yanlış dediğimiz noktada kesin olarak doğru olmuyoruz. “Batı’nın rolünde başka bir medeniyet olsa ne kadar masum olurdu?” sorusunun cevabı da tartışmalı. Netice olarak sadece Batı’da değil her yerde bilimin maksadı insanlığın yararı ve refahı olmalı.

*kelambaz.com‘da “Şerh Hâşiye Geleneği ve Modernistlerin Tenkitleri” başlıklı bir yazı hazırlamıştım, okumanızı tavsiye ederim.

Bünyamin Ekmen

Bünyamin Ekmen

Makina mühendisi, müteşebbis. Kelambaz mecrasının imtiyaz sahibi.

Okumayı ve paylaşmayı sever. Burada olmaktan dolayı çok mutlu.

Yorum Yaz

Bu site reCAPTCHA ve Google tarafından korunmaktadır Gizlilik Politikası ve Kullanım Şartları uygula.

Bizi Takip Et!