Kelâmbaz

Renan Müdafaanamesi (Tam Metin)

Fransız yazar Ernest Renan “İslamiyet ve Bilim” isimli meşhur konferansında İslamiyetin terakkiye mani olduğunu savunmuştur. Bu iddiaya İslam dünyasında çok aksülamel olmuş ve bazı zevat muhtelif cevaplar gelmiştir. Bunların içinde en meşhurları Cemaleddin Efgani ve Namık Kemal’inkilerdir. Efgani’nin cevabında tam bir aşağılık psikolojisi hakimken, Namık Kemal eserinde dik bir duruş sergilemiş ve İslamiyeti savunmuştur.

Namık Kemal’in bu müdaafanamesi 1983’te yazılmış olup 1908’de 56 sahife olarak basılmıştır. Eserde -zaten ehli olanın okuyacağı için- sadeleştirmeye gidilmemiştir. Eserin tam metni aşağıdadır;

«Fransa Akademisi âzasından müteveffa Ernest Renan tarafından İslâmiyet’in gûya mânî-i terakkıyat ve mâni-i maârif olduğuna dâir îfad edilmiş olan bir hitâbeye karşı berâhin-i katıayı câmi reddiyyedir ki şân-ı celil-i İslâmiyeti delâil-i münevvere-i şer’iyye ve mantıkıyye ile bihakkın î‘lâ eder.»

RENAN müdafaanamesi Fransız erbâb-ı kaleminden Renan’ın îrad ve (neşrettiği İslâmiyet ve Maârîf unvanlı bir hutbe, hayli zamandan beri gazetelere sermâye-i bahs olmaktadır.

Aynı, daha yeni elime geçti. Hutbe kısa birşey ise de, mündericâtı birkaçyüz cild kitap ile cerh olunmağa müsâid bulunduğu için, mütâlaamı yazmakla, söylenilmiş şeyleri tekrar etmek tarz-i bîhude-pûyânesini iltizam etmiş olamıyacağımdan eminim. İslâmiyet’in maarife mani değil, bilakis mürebbi olduğunu isbat için, yanımda lüzûmu kadar kitap mevcut olmadığına teessüf ederim. Mamafih, Sahib-i hutbe, kendi dâvasının butlanına yine kendi sözlerinde o kadar çok delil cem etmiştir ki, şu cevabı yazabilmek için başka kitaplara müracaat mecbûriyeti sakıt hükmüne girmiştir.

Makalenin tedkîkine girişmeden evvel, kailin meşreb ve mezhebini öğrenmek, ileride îrad olunacak istidlalatın suhuletle fehmine yardım edeceği için tercüme-i halini birkaç satır ile telhis ediyorum.

Şimdi 60 yaşına vâsıl olmuş olan Renan, çocukluğunda âilesi tarafından papas mektebine verilmiş idi. Mebâdî-i tahsilde gösterdiği kabiliyyet üzerine hocaları tarafındaki Akaid-i Nasrâniyye ile iştigale sevk olundu. Renan işte o zaman elsine ve hikmet derslerinden zevk alarak, İbranî ve Arabi ve Süryânî’yi tahsil eylemiştir; fakat, hürriyet-i efkârı papaslığa tevâfuk edemediği için, o sınıfı terk ile kendi kendine tahsile başladı. Sonraları hikmet ve Elsine-i Sâmiye (Sâm’ın evladının tekellüm ettiği lisanların) imtihanlarına girerek birinci mükâfatı kazandı. [İbrani ve Süryâni’ye olan vukufunun derecesini bilemeyiz; fakat Arabi bilmediğine, kendi risâlesinde birçok delil göstereceğiz.]

Fransa Encümen-i Maarif’i tarafından edebiyata müteallik bir hizmet için İtalya’ya gönderilmekle, oralarda cem edebildiği tahkikatı İbnü’r-Rüşd’e dâir bir kitap şekline ifrağ etmiştir. Bundan sonra Fransa’nın Millet Kütüphanesi hizmetine ve anı müteâkıb Encümen-i Maarif âzâlığına nasbolunmuş ve yine ulûma müteallik bir hizmet ile Suriye’ye gitmiştir.

Renan’ın en ziyade dağdağa-nümâ-yı iştihâr olan eseri Tercüme-i Hâl-i İsâ ünvaniyle yazdığı kitaptır. Bunun tedkîk ve cerhine dâir yazılan kitaplar, risaleler bir yere toplansa, ayrıca bir kütübhâne teşekkül eder. Papaslar tarafından bu kitap hakkında vuku bulan tâ‘rîzât-ı şedîdenin netâyicinden olarak, kendisi, me‘mur olduğu Lisan-ı İbranî hocalığından infisâl etmiştir.

Tercüme-i halinden daha ziyade bahse hacet göremedim. Çünki bu hülâsa, Renan’ı, papaslar ve husûsiyle Engizisyon tarafından Avrupa’da asırlarca icra olunan taaddiyât-ı mel‘ûneyi muâhaze ede ede, her fenalığı dinin te’sîrâtına hamletmek istiyen ve her dîni bir meziyyette kıyas eden gulât-ı münkirînden olduğunu göstermeğe kifayet eder.

Şimdi, sâhib-i hutbe’nin bu mezhebine, bahsettiği meseleden tamâmıyle cehaleti ilâve olunur ise, makalesinin ne kadar saçma birşey olması lâzım geleceğine zihinde bir ilm-i icmali hâsıl edilebilir.

Renan elsine-i Şarkıyye’de ihâta-i külliyesi itibariyle Fransa Encümen-i Dâniş’inin âzâlığı gibi menî’ü’l-vüsûl bir mevkii hâiz iken, İslâmiyet bahsinde cehâletini iddia ettiğim garib görünmesin. Yalnız Renan değil, Avrupa’da Ulûm-ı Şarkıyye’ye intisab ile mârûf olanların Diyânet-i İslâmiyye mebhasinde zihinlere hayret verecek kadar câhil olduklarını pek kolay isbat edebilirim.

Birçok seneler İstanbul’da oturmuş ve Arabî ve Farisî’den başka o 2 lisana müftekır olması ve kavâidinin lâyıkiyla mazbut bulunamaması cihetleriyle bir ecnebiye göre tâhsîl-i elsine-i islâmiyyenin kâffesinden müşkil görünen Türkçe’de oldukça güzel yazacak kadar meharet kesbetmiş olan Târih-i Osmani sahibi Hammer bile, Diyânet-i İslâmiyye mebhasine atf-ı mekal edince, Şark’a dâir bir kitap okumıyan ecnebiler kadar fakat onlardan daha garib bir vukufsuzluk gösterir.

Tarih’inden 10. cildin 400. ve 101. sahifelerinde şu fıkraya dikkat buyurulsun : «Ahkâm- ı İslâmiyet’e göre zühr namazı şemsin nokta-i zevâle geldiği zaman kılınmaz, ancak 1-2 dakika sonra edâ olunur. Çünki ehâdîs-i enbiyâya itimat olunur ise hergün sâat-i zevâlde Şeytan güneşi iki boynuzunun arasına alarak Sultanü’l-avâlim’in tacı olmak itibariyle nahvetkârâne başına giyer, fakat Allahü Ekber sadasını işittiği gibi bırakır. Devlet-i Aliyye müverrihleri, işte bu suretle «Sultan Murad-ı Râbi’ ve Sultan İbrahim zamanlariyle Sultan Mehmed-i Râbi‘in devr-i sebâvetinde hırs ve sefâhet ve isyan ve mefsedet şeyâtîni semtü’r-re’s-i zevâle vâsıl olmuşlar idi» demişlerdir.» [Bu tarih 18 cild üzerine matbu olarak Saltanat-ı Osmaniyye’nin zuhûrundan başlar; Kaynarca muahedesi’nde hitam bulur. Bir hayli ağrâz ve hatiât ve birtakım, yanlış muhâkemât ile şâibedâr olmakla beraber, vuku’ât-ı dâhiliyye ve hususiyle münasebât-ı hâriciyyece birçok tafsilâtı hâvi olduğundan, milletin tarihini bilenlere, tezyîd-i mâlûmât için mütalaası lâzım bir eserdir.]

Millet-i Muhammediyye’ye müntakıl olan ehâdîs-i enbiyâda bu itikadı ima eder harf-i vâhid var mıdır? Zaten dühûl-i vakitten evvel salâvat-i hamsin hiçbirini edâ etmek câiz olamaz; zevâlde ise vakt-ı zuhr henüz dahil olmadığı için tabiî namaz kılınmaz. Hammer’in, adî bir çömeze de sorsa bu hakikati öğrenmeğe muktedir iken, kim bilir kimden işittiği bir maskaralığı kavâid-ı râsiha-i dinden addetmesi, kavâid-i islâmiyyeye cehaletin müntehây-i derecâtı değildir de nedir? Boynuzlu Şeytan bâzı kiliselerde görülüyor ise de, İslâm kitaplarının hangisinde Şeytan’a öyle bir hayvan şekli verildiği görülmüştür?

Hayır! «3 padişahın zamanında hırs ve sefâhet ve isyan ve mefsedet şeyâtîni semtü’r-re’s-i zevale vâsıl; olmuşlar idi» diyen hiçbir Osmanlı müverrihi yoktur. Hattâ ibârede mânâ bulunamıyor ki, bir Osmanlı, müverrihine isnadı câiz olabilsin. Velev biri öyle bir hezeyan söylemiş olsa bile; bu ifâde, İslâm arasında Şeytan’ın zevâl vakti güneşi boynuzlariyle tutup da başına giydiğine dâir bir itikat mevcut olduğunu îcab etmez. Ahvâl-i islâmiyye’de Avrupa’yı haberdâr etmeğe herkesten ziyade muvaffâk olmakla mâruf olan ve Şark Kütüphanesi ilamındaki eseri hâlâ Avrupa’da Elsine-i Şarkıyye ve Maârif-i islâmiyye ile meşgûl olanların en büyük mercilerden bulunan meşhur D’Herbelot el-Kur’an ünvanlı makalesinde şu fıkrayı yazar;

«Peygamberlerine pereştiş eden (!) Muhammedîler bu Kitab’ı (yâni Kur’ân-ı Kerim’i) pek ilâ ederler. Zîrâ derler ki, Kur’ân ibtida-yı hilkatte levh-i takdir-i ilâhî’den tefrik edilerek/felek-i sevâbitin zirinde bulunan yedi kat göklerin birinde emaneten hıfzolunmuş. Ve birinci mertebedeki melâikten olan Cibril’in kendi eliyle o gökten Hazret-i Muhammet’e (Sallâllahu Aleyhi ve sellem) sûre be-sûre getirilmiştir.»

Târif iktiza etmez ki, böyle bir söz söylemiş, böyle itikada sahip olmuş hiçbir müslüman yoktur. Avrupa’da birtakım eshâb-ı himmet, meselâ en küçük böceklerin cinsini tefrik ve envaını tâyin gibi şeylere sarf-ı ömr ederek say kuvvetiyle hayâl ve hâtıra gelmez bunca keşfiyyât vücûde getiriyor; bunlardan binlerce eshâb-ı fikir ve hüner ise Elsine-i şarkiyye ile uğraşıp duruyor da, 1300 seneden beri kürenin pek büyük bir kısmını ihata etmiş bir milletin, elde yüzbinlerce te’lîfâtı tedâvül edip dururken, dinlerinin hakikati Avrupa’ya bu kadar meçhûl kalıyor! Bu hâl şayân-ı taaccüb değil midir?

Evet, şayân-ı taaccübdür; fakat esbâbı da meydanda görünüyor.

Bu babda olan mutâlaamı beyan edeyim: Mâlûmdur ki, Avrupa’da Diyânet-i İslâmiyye’nin tedkikiyle uğraşanlar, ya Hıristiyanlık’a mu’tekıddir, ya değildir. Eğer Hıristiyanlık’a mu‘tekıd ise, fikr-i aslîsi bu tedkîkatın tecrid-i nefs ve iltizâm-ı Hak ile icrâsına mâni oluyor.

Bizlerce Hristiyanlık edyân-ı mensûhâ’dan. olduğundan, ulemâ-yı islâmiyyeden biri akaid-i Nasrâniyyeyi tedkik edecek olur ise, cihât-ı mensûhasının, yâni Diyânet-i Muhammediyye’ye tevâfuk etmiyen mesâilinin zâhire ihracı için taharrîyâtını pek
bîtarafâne, pek hakayık-cûyâne icrâ edebilir. Hâlbuki Diyânet-i İslâmiyye Hristiyanlar nazarında ilâhi olmadığı için, ulemâ-yı Nasrâniyyetin din-i İslâm için icra ettikleri tahkikat dâ, papaslar ellerine geçen kitapta mahall-i ta‘rîz a ramaktan ibarettir.

Mu’tekıd olmayanlara gelince, – Avrupa’ca da mübâlât-ı diniyye ile me’lûf olmıyanlanın hemen kâffesi, umûm edyâna, efkâr-ı beşerin en ağır zincîr-i esareti, terakkıyat-ı ma’rifetin en kuvvetli sedd-i hâili nazariyle bakmaktadırlar.

İşte bu fikrin intişârından dolayıdır ki, onların din-i İslâm için icra ettikleri tahkikat da, papaslar gibi, ellerine geçen kitapta mahall-i ta’rîz -aramaktır. Zaten bir dinin ilâhi olmadığına hükmetmek hürmet ve ciddiyetini izale edeceğinden, (hâşâ) zevzeklik belki iğfâlât nazariyle bakılan birşeyin mâhiyyetini cidden tahkik için, binde bir sahib-i sabr uzun uzadı tekelİüf ihtiyâr etmez.

Bunlardan başka, Avrupalılar’ın bir garip îtikadları vardır ki, o itikadın bir cüz’ünü Renan , cevabiyle meşgûl olduğum risâle’sinin tercümesini zîrde naklettiğim fıkrasında pek güzel hülâsa etmiştir:

«Bir İslâm çocuğu 10- 12 yaşına doğru umûr-ı diniyyesinin tahsiline başlayınca, o zamana kadar oldukça müteyakkız iken birdenbire mutaassıb olur ve hakikat i mücerrede zannettiği şeye temellükten dolayı bir nahvet-i eblehâne ile mâlâmâl olarak, hadd-i zatında şâirlerin mâdûnunda bulunan bu hâlden dolayı bir imtiyaza mâlik imiş gibi kendini bahtiyar bilir. Bu gurûr-ı mecnûnâne İslâmın en esaslı seyyiesidir.»

Bunlar, İslâm’ı, kendisine sâir milletlerden büyük nazariyle bakar zannederler de, kaziyyenin aksini iltizam ederek, kendileri İslâm’â sair milletlerden küçük nazariyle bakarlar. Böyle küçük bir kavmin akaidine ise zanlarınca ehemmiyet vermek iltisam-ı mâlâyelzem kabîlinden olacağı için, Şark’a müteallik mesâil ile uğraşanların en çoğu, Diyânet-i İslâmiyye’yi de, bâzı akvâm-ı vahşiyyenin mezâhibi gibi, eğlence kabilinden olarak tahkik ederler.

Şayân-ı dikkat bir cihet daha vardır ki gerek kavâid’in vüs’at ve suûbeti ve gerek yazı’nın hâli cihetiyle, bir ecnebi için Elsine-i Şarkıyye’de meharet hâsıl etmek es‘ab-ı umûr addolunabilir. Bir derecede ki, Avrupa’da, Lisan-ı Osmani’nin allâmelerinden mâ’dûd olan Hammer, t’âbîrât-ı tahkiriyyeden ma’dûd “gidi” kelimesinin mânâsını anlıyamadığından, serhat dilâverlerinin nekarât-ı celâdetlerinden olan «Yoktur sizinle viremiz — Eğrili gidi Eğrili» beytindeki gidi lâfzını « hirre» mânâsına olan kedi zannetmiş de Tarih’inde o mânâ ile tercüme eylemiştir.

Lisân-i Arab’da ihâta-i külliyye (!) ile müstehir olan Renan da, bu risâlesinde feylesof lâfzını Arablar’ın kesr-i fa ve imâle-i yâ ve sukûn-ı lâm ile telâffuz eylediklerinden, bahsediyor! Elsine-i islâmiyye’yi merak eden Avrupalıların birtakımı, her kavmin kaide- kitapları’ndan öğrenemedikleri lisanları, başkalarına kolaylıkla öğretmek için, kendi kendilerine kaide kitapları tertip ediyorlar; birtakımı, bu kitapları, okumakla istedikleri lisanı öğrenmiş olmak îtikadında bulunuyorlar; Öğrendikleri, öğrettikleri şeyler ise o kadar gariptir ki, Paris’te iken bir Türkçe ders-i âmmında bulundum, hocanın takririnden bir kelime ahlamağa muktedir olamadım. Arada 3-4 Türkî edat işitmemiş olsa idim, hiç bilmediğim bir lisan tedris olunuyor zannetmekte ma’zur olurdum.

Bundan başka, Avrupalılar’ın İslâmiyet’e dair yazdıkları mesâilde yarım âlimliğe de bir büyük hisse ifraz etmek lâzım gelir. Mâlûmât-ı sathiyye eshâhına göre, okuduğu kitaplarda, anlayamadığı mebahise, velev ne kadar muvafık-ı hakikat olsa, gevezelik nazariyle bakmak tabiî değil midir?

Şimdi bir Avrupalı, mâhiyyet ve meziyyetini anlamak, senelerce ta‘mik-ı fikre muhtaç olan Diyânet-i celîle-i Muhammediyye’yi hürriyet-i efkâra hâil ve terakkî-i medeniyete mâni bilerek pîş-i nazara alır, bu fikrin netâyicinden olarak, tahkikatını, zorla, mu‘tekadât-ı gayr-ı ma’kûle teharrisine hasreder; tesadüf ettiği her mes’eleye, hâşâ mine’t-teşbih, guyâ Zulu halkı’nın mezhebiyle uğraşır kadar sathî bir imâle-i nigâhı zihninde hâsıl edeceği fikir için kâfî görür de, tevaggulünün mevkûfün-aleyhi olan elsineye intisabı da daha kelimelerini doğru telâffuz edemiyecek derecede bulunur ise, yazacağı şeylerin hezeyandan başka birşey olabilmesi aklen kabil midir?

Şu hakikâti de söyleyim: Avrupa’da Elsine-i İslâmiyye’den bir veya birkaçına gerçekte intisab etmiş hiç kimse yoktur denilemez; fakat, bu muvaffakiyeti hâiz olan eshâb-ı imtiyaz Şark’ı bilmek ve herkese bildirmek dâiyesinde bulunup da risale yazanların, hutbe îrad edenlerin ekseriyeti gibi – Diyânet-i İslâmiyye’nin terakkıyât-ı maarifçe olan te’sîrâtını böyle 40 sahifelik bir risâleçik’te muâhaze ve tedkîk edebilmek dâiye-i hod-nümâyânesine kalkışmaz.

İşte Şark ile uğraşan ekser Avrupalılar’ın Diyanet-i İslâmiyye’ye ve belki İslâm’ın ekser ahvâline bütün bütün vukufsuzlukları ne türlü esbâbtan münbais olduğu, yukarıdaki izahattan anlaşıldı. Renan’ında İslâmiyet mesailine, o esbaba mağlûp olan mâlûmât-ı kâzibe ve tahkikat-ı nakısa eshâbından olduğu pîş-i nazardan ayrılmasın.

Gerek kailin gerek akranının mahiyyetlerini tâyin için daha ziyade söz söylemeğe ihtiyaç kalmamıştır zannederim. Binaenaleyh risâle’nin mündericâtınâ atf-ı mekal ediyorum. Renan’ın Risâle’sini görmeden, bu kadar az lâkırdıya o kadar çok hatâ sığabileceğini me’mûl etmezdim, Bahsettiğim hatîâtı birer birer ta‘dâd edeyim.

Sahib-i hutbe, «akvâmın bir hüviyette kalmadığına dâir» herkesin bildiği bir hakikati yeni keşfolunmuş bir serîre-i hikmet gibi mukaddime-i mekal ederek Arab maârifi, Arab medeniyeti, Arab hikmeti ve Arab sanayii, Ulûm-ı İslâmiyye, Medeniyyet-i İslamiyye tâbirlerinde mevcut iltibası kaldırmak istediğinden bahsediyor; Kendi rivâyetinçe, bu iltibas, zihinlerde birtakım gayr-ı vazıh mutâlealar (hâsıl etmekte ve o gayr-ı vâzıh mutâlealar ise birtakım yanlış fikirler ve hattâ fi‘liyyatta(bile ağır ağır hatâlar tevellüdüne sebep olmakta imiş!

Bahsettiği tâbirler’de ise hiç iltibas olmadığı malûmdur. Mâmâfih, müellif, İslâm’ın maârifini, medeniyetini, hikmetini, san‘atini bütün bütün inkâr edecek efkârı istihzar için, mebâdî-i makalede, yalnız tâbirlerde iltibas olduğunu beyan ile iktifa ediyor. Bu iltibastan zuhûr eden gayr-ı vâzih mütâleaların ise, birtakım yanlış fikirler, birtakım ağır hatâlar tevlid ettiğine dâir bir iddia meydana koyuyor da, dâvasına hiçbir delil göstermiyor.

Göstermediğine de istiğrab edilmesin ki Renan meşrebinde olan Avrupa ulemâsının bize müteallik her kavli, kendilerince, her türlü burhan ihtiyâcından berî olan bedîhiyât-ı evveliyyeden ma‘dûddur. Bu zavâtın birçoğundan, Şark’a müteallik mebâhis arasında, kavillerine delil istenildikçe, delile bedel «ben söylüyorum» cevabını aldığımız pek kesîrü’l-vuku’dur.

Renan, bu dâvâ-yı mücerredesini müteâkıb şöyle bir iddia daha meydana koyuyor: «Zamanlımızın ahvâlinden biraz mâlûmâtı olan zevâtın kaffesi, memâlik-i islâmiyyenin tedenniyyât-ı hâzıra’siyle, tahsil ve terbiyelerini mücerred İslâmiyet’ten istinbat eden akvâmın kabiliyyât-ı zihniyyece hiç hükmünde olduğunu vâzıhan müşahede etmektedirler. Şark ve Afrika taraflarında olanlar, bir mümin-i sahihin fikrini tahdid eden ve başını ihâta ile fünûna dâima mesdûd ve birşey öğrenmek veya bir fikr-i cedide açılabilmek kabiliyyekinden mahrum eyleyen bir nevi demir dâire içinde mahsurdurlar»

İslâm’ı, idrâk Ve ma’rifetçe, Çin’de ateşe, Hind’de hayvanât’a ibadet eden, arâzî-i meçhûlede, Cezâyir-i Bahr-i Muhît’te insan yiyen ebnâyı cinsimizden, de daha aşağı görmek» dâvasında delil göstermeğe lüzum görmeyen Renan için kabildir; fakat, bu saçma sözlere okuyanların itimadını me’mul ederse, şöhret-i ma’rifetine pek sade dilâne bir itmi’nan göstermiş olur.

Acâyib şey! Meğer İslâm olduğumuz için başımızın’ etrafına bir demir halka geçirilmiş, o halka havass-ı bâtınâmızı her türlü ulûma, her türlü tahsile, her türlü efkâr-ı cedîdeye mesdûd tutarmış da bizim hâlâ haberimiz yok! İslâm’ın, mekteb bulabildikleri yerlerde, vesâit-i tahsilde mevcut olan bin türlü noksan ile, o mekteplere devam eden milel-i saire talebesine dâima tefevvuk edegeldiklerini Renan nasıl inkâr edebilir? Yoksa, dâvasına delil göstermemek şanından olduğu gibi, muarız tarafından gösterilen delili kabul etmemek de ihtiyâr eylediği tarz-ı münâzara iktizasından mıdır?

Risâle’sinden anlaşılan ve aşağıda mevzû-ı bahis edilecek olan fikrine bakılırsa, tabîiyât ve riyâziyât’a müntesib olan, İslâm’a, bieyyihâlin, mübâlât-ı dîniyyeden müteberrî nazarıyla bakacaktır. Mamafih, biraz kendileriyle bahsetse, o Müslümanlar’ı herkesten ziyade diyânet-i râsiha’ya mâlik bulur. Çünki fünûn-ı riyâziyye ve tabîiyye ile iştigal eden Muhammediler, o fünûnun mebâhisinde «Güneş de kendi mustakarrinda (mahrekinde) devr ve hareket eder. Bu, azîz ye alîm olan Allah’ın, takdiridir.(Yâsin, 38) : «O sıkıb yağdırıcı bulutlardan bol bol akıcı bir su inzâl eyledik.» (En-Nebe, 14) : «Sizi çift çift (Erkekli, dişili) yarattık.» (en-Nebe, 8) gibi âyât-ı kerimeye bedihiyât’tan burhanlar görürler de îmanlarında bir kat daha rüsûh hâsıl ederler.

Renan’ın bâlâda bâhsolunan ve «bir İslâm çocuğu» terkibiyle ibtida ederek «en esaslı seyyi’esidir» sözlerime hitam bulan fıkrası, bu ibâresini tâkib etmiştir. Renan’ın o iddiasını da cevapsız bırakmıyalım:

Acaba sâhib-i hutbe’nin îtikadınca, dillini edyân-ı sâireden, milletini . diğer milletlerden eşref bilmek yalnız Müslümanlar’a mı münhasırdır? Hristiyanlıkla, Yahudilik’e, Ateşperestlik’e, Putperestlik’e itikad edenlerin, kendi dinîmi başka dinlerden, kendi milletini başka milletlerden aşağı veya onlara müsâvî tuttuklarını iddia etmek kabil midir? Elbette, değildir, ya, itikadınca dîn-i hakk’a tâbi olduğu için kâvmini akvâm-ı. dâireden şerîf addetmek, neden dolayı İslâm’a göre sâir milletlerin dununda kalmağı mucib olsun da, Hristiyanlar’a, Yahudiler’e filânlara göre olmasın? «İslâmiyet’in maâ’rifçe te’sîrâtı» kadar mühim bir mesele bu türlü istidlallerle mi hallolunacak!…

Yine sâhib-i makale der ki; «Ehl-i İslâm’a, a‘mal-i diniyyesinin sadeliği, edyân-ı saire hakkında pek de haklı add olunamıyacak bir fikr-i tahkir ilka eder.» Renan bilmezse eshâb-ı vukûfa lâyıkıyla malumdur ki, ehil-i İslâm a‘mâl-i diniyyesinin sadeliğini, suûbetini hiçbir vakit düşünmemiştir ve düşünmez. Sair edyâma da hiçbir müslimin nazar-r tahkir ile bâktığı yoktur. Sâir dinler kütüb-i semâviyye’ye müstenid ise, onlar İslâm indinde muhakkar değil mensuhtur. Eliyle yaptığı sanem’e kendini halk etmiş zanniyle tapınanların mezâhibi kabilinden olan mu‘tekadât-ı bâtılaya ise Müslümanlar da, Hristiyanlar da, Yahudiler de, dinsizler de yalnız, nazar-ı tahkîr ile değil, tabiî nazar-ı tezyîf ile bakarlar.

Hiçbir dine mensup olmayan Renan için, Hristiyanlâr’in, Yahudiler’in İslâmiyet’i edyân-ı sahiha’dan addetmemesi ma’zûr tutulduğu hâlde, İslâm’ın Hristiyanlık’ı, Yahudilik’i mensûh bilmesi, acaba nasıl medâr-ı ta’rîz olabilir? Putperest’lere, ateşperest’lere dâir ehl-i kitab’ın umûmiyle beraber, hattâ dinsizler’e dahi şâmil olan bir fikirden dolayı da Renan yalnız Müslümanlar’ı muâteb tutamaz zannederim. Sâhib-i makale’nin tevehhümüne göre ehl-i islâm, Cenâb-ı Hak ikbâl ve-kuvveti -meziyyet-i zâtiyye kaydından vareste olarak- kime irâde buyurursa ona ihsan eder İtikadında bulundukları için, terbiye ve marifet’e ve Avrupa fikrini teşkil eden her türlü meziyyet’e Müslümanlar Kemal-i hakaret’le bakarlar imiş! Mu‘ti-i hakikînin ihsanını her türlü kayıd ve vesileden vareste bilmek yanlış bir itikad mıdır? Hatîb-i şehîr dünyada ikbâle, kudrete mâlik olanlardan kâffesinin ma’rifet ve meziyyet eshâbından olduğunu ve her marifet ve meziyyet eshâbının bir mevki-i ikbâl ve kuvvete geldiğini iddia edebilir ise, eshâb-ı mütâleayı bu dâvasına ikna için, tarih-i insâniyeti hem kütabhânelerden, hem fikirlerden bütün bütün kaldırmak da kifayet etmez. Muasırların hâlini de birbirinden setretmeğe bir çare bulmak lâzım gelir.

Bir de, İslâm’ın bu îtikadda bulunması maârife niçin nazar-ı tahkir ile bakmasını icab etsin? İlim mücerred kudret ve ikbâle nâil olmak için mi tahsil olunur? Renan’ın mensub olduğu Fransa kavmi içinde zâdegândan olmadıkça bir mevki-i kudret ve ikbâle nâil olmak muhâl derecesinde müşkil olduğu zamanlar, sunûf-ı ma’rifetle tahliyemi nefs etmiş olan Descartes’lar, Pascal’lar, ne türlü kudret ve ikbâle nâil olmak için çalışmışlar idi? Copernic Lehistan’da krallığa, Galilee Roma’da papalığa intihab olunmak için mi maârife bezl-i vücûd etmişlerdi?

Ma‘rifet bir nâzenîn-i dilrübâdır ki, mübtelâları yalnız neyl-i visâliyçün ifnâ-yı ömr eder. İlmi vesîle-i istifade etmek için istihsâle çalışanların, hiçbir vakit, mâlûmâtca bir mevki-i imtiyaz ve kemâle vâsıl olduğu bilinemez. Bu delâil-i akliyyeye de: hâcet yok. İsbât-ı hakikate fi‘liyyât kâfidir. Eğer İslâm maârife nazar-ı tahkir ile bakmış olsaydı, içlerinde bir âlim zuhûr etmezdi. Renam, İslâm’dan âlim zuhûr etmemiştir diyecekse beyan eylesin’de ona göre bahsedelim. Renan gittikçe tuhaflaşıyor, dikkat buyurulsun.

Yukarıda beyan olunduğu üzre İslam’ın terbiye ve maarifete ve Avrupa fikrini teşkil eden her türlü meziyyete kemâl-i hakaretle baktığını beyan ettikten sonra der ki: «İtikad-ı İslâm ile telkih olunmuş olan bu ceriha o kadar kuvvetlidir ki, her nevi, kavmiyyet ve milliyet mubayenetleri yalnız kabûl-i islâm ile mahvolur. Berber, Sudanlı, Çerkeş, Efganlı, Malez, Mısırlı, Nube gibi akvam, bir kere Müslüman olunca, artık Berber, Mısırlı, Sudanlı değil, yalnız Müslüman’dır.»

Mukaddime île neticenin cihet-i istilzâmını keşfedebilenlere bir büyük mükafat verilse şâyestedir!

Ne olmuş? İslâm her türlü ikbâl ve kuvveti Mu‘tî-i hakikî’den bilirmiş, binaenaleyh terbiye ve marifete nazar-ı tahkir ile bakar imiş ve binaenaleyh bu cerihanın te’sîriyle herkim Müslüman olur ise kavmiyyetini kaybeder, yalnız Müslüman kalırmış!

Şimdi, maârife nazar-ı tahkir ile bakmakla, Müslüman olanların kavmiyyetini kaybetmesi meselelerinin biribirine münâsebeti var mıdır? Müellif geçinen bir adam için, hutbe îrad ederken değil, belki sayıklarken bile bu kadar saçma, söylemek ayıp olur.

Tarihçe musbettir ki, düvel-i îslâmiyye arasında zuhûr eden birtakım ihtilâfât üzerine İslâmiyet’e dâhil olan akvamın hemen kâffesi, kavmiyyetini muhafaza edebilmiştir. Yalnız, hangisine sorulsa, İslâm sıfatını, meselâ Çerkeş veya Efgan unvanıma takdim eder ki bu tercîh edyan-ı sâire mutekıdlerince dahi câridir.

Fakat sâhib-i hutbe’ye şurasını sual edelim ki, İslâmiyet birçok kavmiyyetlerin mahvine sebep olup da ebnây-ı beşerin mevâni-i itilâfından birini mümkün mertebe taklil etmiş olsaydı, fikr-i hîkmetçe takdir olunamıyacak bir hâl mi hudûs etmiş olurdu? Yine sâhib-i makale der ki:

«Bu hâlden yalnız İran müstesna olarak fikr-i mahsûsunu muhâfaza edebilmiştir. Çünki İran, İslâm arasında bir mevki-i mahsûs ihraz etmiştir. İranlılar Müslümanlıktan birkaç kat ziyade şî*î’dir.»

Müslümanlıktan ziyade Şî‘îyyet ne demek oluyor? Müslüman, olmadık şî‘î de mi varmış! Bu türlü bâzîce-i elfâza bâzı letâif-i edebiyyede cevaz olabilir; fakat ciddî bir esere mânâsız söz karıştırmakta bir münâsebet yoktur. Renan, Şiiyyet’i İran’a mahsus -bir mezheb ve o husûsiyyeti de İranlıların İslâm arasında bir mevkı-i mahsûs ihraz etmesine sebep gösteriyor! İslâm’ın tarihine vâkıf olsaydı, Şî‘îlik’in Memâlik-i İslâmiyye’de dolaşmadığı bir cihet ve dâhil olmadığı bir kavim kalmadığını öğrenmiş olurdu:

Mâlûmdur ki Şî‘îlik’in İran’da bütün bütün takarrürü, daha 3 asırlık bir meseledir; tekarrür edinceye kadar İranlılar’dan yüzbinlercesinin kanı döküldüğü de tarih ile müsbettir; İslâm mülkünün bir hayli taraflarında İran’dan birkaç asır evvel o mezhebe sülük ederek Şî‘iyyet’i bu zamana kadar muhafaza etmiş kavimler de bulunur.

Bu bedahetlere karşı, İranlılârı îslâm içinde kendilerine ayrı bir mevki ihrâz etmiş, Müslümanlık’tan ziyade Şî‘îyyet’e mâil bir kavim itibar etmek caiz ise, ne diyelim?

Renan bu kadar garibeler meydana koyduktan sonra, istikbâle husûl-i emniyet için mâzîye atf-ı nigâh edip de: «Şimdi (zannımca) bu derece tedennî etmiş olan medeniyyet-i İslâmiyye bir zaman pek parlak idi; bu kadar âlimler, hakimler yetiştirdi; asırlarca Garp’taki Hristiyanlık âleminin hocası oldu; bir hâl ki, bir zaman vücûde gelmiştir, bundan sonra niçin gelemezsin» diyenlerin fikrini de beğenmiyerek ve «Benim de asıl bahsedeceğim, bu noktadır» diyerek, «Sahîhan-ı ulûm-ı İslâmiyye, veya hiç olmazsa, îslâm tarafından kabûl ve müsâadeye mazhar olmuş bir ilim var mıydı?» meselesini meydana koyuyor. Mes’elenin halli için söze başladığı sırada 3 asır kadar bir müddette Memâlik-i İslâmiyye’de pek mümtaz âlimler, hakimler mevcut olduğunu ve o zamanlar cihân-ı İslâmiyet, marifetçe Hıristiyanlık âlemine müreccah bulunduğunu itiraf eyledikten sonra, bu delâlilin, birtakım yanlış neticeler tevellüd edebilmek için, lâyıkiyle tahlil edilmesine ve bunun için de Şark’ın tarih-i medeniyyetini asır beasır tetebbü ederek İslâm’ın o rüchân-ı muvakkatini istihzar eden eczâ-yı mütenevvi‘anın hissesi tefrik olunmasına lüzum gösteriyor. İşte arzu ettiği tâhlile şu sözlerle başlıyor

«İlim ve hikmete en ziyade bigâne bir zaman var ise, birkaç asırlar imtidad eden ve Araplar’ın vicdanını tevhidin turûk-ı mütenevviası arasında mütereddid bırakan, münâzaât-ı mezhebiyyenin neticesi olan İslamiyet’in birinci asrı ’dır.»

Ne buyurursunuz, kable’l-İslâm Arablar beyninde «tevhidin turûk-ı mütenevviasından mütehaddis mücadeleler» de var imiş! İslâm’ın 1. asrından birkaç asır evvel Arabistan’da Tevhîd-i Bârî itikadının mevcut olduğuna ve hattâ bundan dolayı kabâil arasında mücadeleler, muharebeler bile vuku bulduğuna dâir Renan’ın keşfedip de meydana koyduğu hakikati – şimdiye kadar hiçbir kitapta görülmediği, hiçbir delili de olmadığı için – kendisinden başka dünyada kimse kabul edemez. Asr-ı evvelde İslâm arasında ilim münteşir değil imiş; eğer ilimden murad yalnız riyâziyât ve tabîiyât ise, filhakika değildi. Fakat bundan İslâmiyet’in mâni-i maârif olması mı iktiza eder? Dîn-i Muhammedî, münteşir olduğu yerlerde halkı âlim bulmuş da cehl’e mi sevketmiş?

Hikmet bahsine gelince : Renan eshâb-ı kirâmın kelimâtını câmi’ olan kitapları, hiç olmazsa Nehcü’l-Belâga’yı görmüş olsa idi, kolaylıkla böyle bir iddiaya kıyam edemezdi, sanırım. Sâhib-i makale bu iddiasını müteâkip hiç muktezâ-yı makama münâsebeti olmadığı hâlde, biraz da Bedeviler’in şairliklerini ve fakat âlim olmadıklarını beyan ettikten ve Hazret-i Ömer (Radiyallahu anh)’in İskenderiye Kitabhânesi’ni ihrak ettirmediğini itiraf ile beraber, dünyada galibiyetine hizmet ettikleri kavâid-i celilenin hâşâ efkârın taharriyât-ı âlimâne ve mesâî-i mütenevviasını harap edegeldiğine dâir bir hezeyan daha fırlattıktan sonra, şu fıkraları söylemeğe başlar :

«750 tarih-i mîlâdisine doğru İran tefevvuk edip de Âl-i Abbâs’ın Benî Ümeyye’ye galebesini istihsâl edince, her hâl tebeddül eyledi. İslâm’ın merkezi Şat ve Furat arasına intikal etti; orası ise Şark’ın gördüğü en parlak medeniyetlerden birinin âsâr-ı bâkıyesiyle mâlâmâl idi. Bu da İran’ın Devlet-i Sâsâniyye medeniyetidir ki, Nûşîrvân devrinde merkez-i kemâle vâsıl olmuştu. Oralarda sanâyi‘ a‘sâr-ı adîdeden beri terakkî etmiş îdi; Husrev buna bir de kemalât-ı fikriyye ilâve eyledi. İstanbul’dan tardolunmuş olan felsefîyât, İran’a ilticâ etti. Hüsrev, Hind’in kitablarını tercüme ettirdi; ahâlînin en kesreti unsurunu teşkil eden Hristiyanlar, Yunan’ın ilim ve hikmet’ine vâkıf idiler; tıb bütün bütün onların elinde idi; pâpaslar hem mantık, hem de hendese bilirlerdi. Sıfât-ı mümeyyizesi Sâsânîler devrinden alınmış olan Şehnâme’de, Rüstem’in köprü yaptırmak istediği zaman mühendislik için bir câselîk (caslık) çağırttığı beyan olunmuştur; câselîk ise Nastûrîler’in patrik veya papaslarına ünvan olan katolikos demektir. İslamiyet’in sadme-i şedîdesi İran’ın bu güzel terâkkiyatını 100 sene kadar tehir ettiyse de, AbbâsîIer’in tesâltünü, Husrev zamanı’nın parlaklığını tekrar ihya eyledi. Âl-i Abbâs saltanatına, vâsıl olan inkılâbı vücûde getirenler İranlı rüesânın zîr-i idaresinde bulunan İran askeri idi; Devlet-i Âbbâsiyye’nin müessisi olan Ebûl-Abbâs’ın ve husûsiyle Mansûr’un etrafında bulunanlar dâima İranlı idi. Gûya ki, SâsâniIer yeniden dirilmişler idi; mahrem müsteşarlar:, şehzade hocaları, reîsü’l-vükelâlar İran’ın eski hânedânlarından ve mâlûmât-ı, kâmile «eshâbındân olan ve kavimlerinin mezhebine sâdık kalarak İslâmiyet’i hem pek geç; hem de bilâ-kanâat kabûl eden Bermekiler idi. Nastûrîler de, tâhammül-itikad olmıyan bu halîfeleri ihâta ederek, bir imtiyaz-ı mahsûs olmak üzre hekim başlık’ları hizmetini istihsâl ettiler.»

Sâhib-i makâle’nin bu kadar gevezeliğini, İslâmiyet’in maârife mâni olduğuna delil makamında istima ediyoruz. İfadelerde ise öyle bir delâletten eser olmadığı şöyle dursun, doğru bir şey var ise, o da Hazret-i Faruk, (Radiyallahu anh) efendimizin İskenderiye Kitabhânesi’ni ihrak ettirdiğine dâir papaslar lisanında mevcut olan iftirâ’nın cerhinden ibarettir. Bir de, bâzı Hristiyanlar’ın Hulefâ’yı Abbâsiyye’den, birkaç zâte hekimlik ettikleri sahihtir.

Diğer iddialara gelince: Evvelâ, merkez-i hilâfetin Bağdad’a naklolunması İslâmiyet’in terakkıyât-ı medeniyyesine nasıl te’sîr hâsıl edebilirdi ki, Renan’ın İran taraflarında tevehhüm ettiği Medeniyyet-i Sâsâniyye ancak 30-40 yıl sürebilmiş ve İslâm’ın zuhûru üzerine bir hâl-i vukûf’a düşmüş, bir şekl-i terakkiden ibaret idi. Neden iktiza etsin ki, kavm-i necib-i Arab daha merkez-i hükümeti Şam’da iken Yunan medeniyyetinden, o bin seneden ziyade bu kadar meâsir-i azîme izhar ile hikmet ve medeniyyetin âlem-i insaniyette naşir ve müessisi olmuş ve hattâ Re­nan’ın kavline Sâsâniler’in terakkıyât-ı fikriyyelerini de – bunlar Kütüb-i Yunaniyye’yi tercüme ettikleri cihetle – te’min etmiş, olan Maârif-i Yunâniyye ’den ibret-bîn olmasın da, ilmin fevâidini Medeniyyet-i Sâsânîyye’den, alsın?

Acaba İran medeniyyeti’nin Şat ve Furat arasındaki âsâr-ı bakiyesi Yunan maârifi’nin Şam’daki âsârından daha ziyade mi idi?

Nûşırvân ve Husrev zamanlarında İran’ın maârifçe öyle bir mevki-i kemâle vâsıl olduğunu isbat için, Renan’ın kavl-i mücerredinden başka bir emare göremiyoruz. Birkaç sene Yunan’ın felsefiyât’ından istifade etmek ve Hind’den birkaç kitap tercüme ettirmek ile bir kavmin maârifte mertebe-i kemâle vâsıl olması mümkin midir? Devlet-i Sâsâniyye’nin Arab’a intikal edecek kadar maârifi olduğuna Renan İran’ın hangi müellefât-ı ilmiyye ve edebiyyesiyle hükmediyor? İraniler o zaman, ilim ile mütehallî idi de kitapları nerede kaldı? Yoksa, bunların da İskenderiye Kitaphânesi gibi İslâm tarafından yakıldığına dâir bir yalan daha mı ihtira olunacak? Âlim olan bir kavim, kendi efrâdında köprüye mimarlık edecek adam bulamaz da sair milletlerin din me’murlarından mı istiâne eder?

Renan, o zamanın İranîler’inde ilim ve ma‘rifet dâvâ ediyor; hâlbuki Âl-i Abbâstan birinci olarak hilâfet iddiasına kıyam eden İmam İbrahim hiç de bu îtikadda değildi. Hattâ Horasan’daki nükabâsına dâima : «Oralarda Arab’tan hiç kimseyi sağ bırakmayınız, ilim ve zekâları ber-veçh-i matlûb idarelerine mânidir; hâlbuki yerliler, cehâletleri cihetiyle hayvan gibidir, meharlarından tutar, istediğiniz yere götürebilirsiniz» yollu emirler gönderirdi.

Acaba Renan, Âl-i Abbâs’ın esnâ-yı zuhûrunda İranlılar’ın meziyyât-ı fikriyyece bulundukları mertebeyi muâsirları’ndan daha iyi bilmek iddiasında mıdır?

Devlet-i Sâsâniyye zamanında, ahâlinin en külliyetli unsurunu teşkil eden Hristiyanlar olmak, akıl kabûl edecek hâllerden midir? Hiç o zaman İran’daki ahâlinin ekseriyyeti Hristiyan olsa idi, Hristiyanlıkın en büyük hâmilerinden olan Şark împaratorluğu’na karşı Devlet-i Sâsâniyye nasıl istiklâlini muhafaza edebilirdi?

Hânedânı kendine mensub olan Bermek’in oğlu Hâlid Müslüman idi; bir hânedân içinde yalnız bir adamın kabûl-i din etmemesi, o hânedânın îslâmıyeti geç kabûl ettiğine mi delâlet eder? Ya hele Bermekîler’in izhâr-ı İslâm etmeleri îman-ı hakikî üzerine olmadığını Renan nereden biliyor? Kendileriyle görüşüp de serâir-i kalbiyyelerine vâkıf olmamıştır sanırım! Bermekîler’in nifak veya irtidad’a delâlet edecek bir fiil veya kavilleri işitilmemiştir; hattâ îtikadlarının fesad’ını gösterecek hiçbir kitapta bir fıkracığa bile tesadüf olunmaz; hiç Bermekîler’in sû’-i itikadına elde bir delil mevcut olsa idi, o aileyi kahrettikten sonra kendilerini halkın lisan-ı tacizinden kurtarmak için Bermekîler hakkında bin türlü seyyiât î’lâmını mehâm-ı devletin en büyüklerinden addeyliyen uzemây-ı devlet, Berâmike’yi halk indinde melûn edecek böyle bir hâlin neşrini 11 asır sonra dünyaya gelecek olan Renan’a mı bırakırlardı?

Bermekîler’in ikbâli yalnızca Hârûn devrinin bir cüz’üne münhasır iken, Abbâsiler’in asr-ı marifetinde, umûmen mahrem müsteşarlıklarını, şehzâde hocalıklarını, vezâretlerini Bermekîler’e hasretmek pek Acemâne bir mübalağa değil midir? Renan, Ebûl-Abbâs Seffâh ile Ebû Cafer Mansûr’un da tâmmül-i‘tikad olmadıklarını iddia ediyor; zîra, makalenin her fıkrasından, İslâmiyet’e mu‘tekıd olan bir adamın muhibb-i ilim olmasına zihninde bir türlü ihtimâl veremediği anlaşılıyor. Kur’ân-ı Kerîm’de

“(Allah) hikmeti kime dilerse ona verir. Kime d£ hikmet verilirse muhakkak ki ona çok hayır verilmiştir. Bunları ancak kâmil akıl sahipleri tezekkür ve teemmül eder.” (Bakara 269)

«And olsun ki biz Lukmân’a hikmet verdik ve ‘Sana verilen hikmetten dolayı şükr et dedik. Kim şükr ederse kendi nefsi için şükr eder; küfrân-ı nimetde bulunan da kendisine etmiş olur. Zira Allah ganîyy-i hamıddir.» (Lokman 12)

«Ey îman edenler, size meclislerde ‘yer açın’ denildiği zaman hemen yer verin ki Allah da size açıklık ve genişlik versin. ‘Kalkın* denilince de kalkıverm. Allah içinizde imara etmiş olanlarla kendilerine ilim verilmiş bulunanların derecelerini artırır. Allah sizin yaptıklarınızdan haberdardır.» (Mücadele 11)

«De ki: Bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?» (Zumer 9)

«‘Ey rabbim, benim ilmimi arttır” de!» (Taha 114)

gibi nice âyât-ı kerîme ve kütüb-i muteberede

«Âlimler Peygamberlerin vârisleridir.»
«Bir âlimin ölmesi âlemin göçmesi gibidir.»
«Beşikten mezâra kadar ilim taleb ediniz.»
«Çinde de olsa ilmi taleb edin. Çünkü ilim talebi her müslime farzdır.»

gibi bunca ehâdîs-i şerîf mevcuddur ki, cümlesi, dînen âlimin şerefine ve her müzminin tahsîl-i ilim ve hikmetle mükellefiyetine delîl-i kat’ıdır.

Hâl böyle iken, mu‘tekid olduğu din tarafından tahsîl-i ilim ve hikmet’e me’mur olan bir millet efrâdının, «mübâlât-ı diniyyeden teberrî etmedikçe ilim ve hikmete meyledemiyeceğini» iddiâ etmek, zulmetin indifaını güneşin gurûbuna mevkûf addeylemek kadar bedihiyyul-butlân bir maskaralık değil midir?


Farz-ı muhâl olarak tutalım ki, Sâhib-i makale’nin tevehhümü gibi, tâmmü’l-i’tikad olan Müslümanlar’dâ hikmet ve ma‘rifet’e hizmet etmiş hiç kimse bulunmasın ve hattâ ehl-i İslam’ın ilme nazar-ı hakaret’le baktığı da sahih olsun; ilim ve hikmet’in şerefine
ve tahsilinin vücûbuna dâir bu kadar evâmir-i ilâhiyye ve nebeviyye meydanda dururken, milletin o evâmire ittiba etmemesinden dolayı, dine bir nakîsa terettüb etmek ihtimâli var mıdır?

Sâhib-i makale, Bağdad yeniden hayat bulmağa başlamış olan İran’ın payitahtı olunca,
fâtihlerin lisanı olan Arabça’nnı ortadan kaldırılmasına ve dinin bütün bütün inkârına
imkân bulunmamış ise de, vücûde gelen medeniyyet-i cedîdenin mahlût olduğunu ve Acemlerle Hıristıyanlar galebe ederek idare ve husûsiyle zâbıta’nın bütün bütün Hıristiyanlar elinde kaldığını ıddiâ eder.

Sübhânallah! Âl-i Abbâs Arabi’yi ortadan kaldırıp da hangi lisan ile tekellüm edecekler
idi? Halîfe-i İslâm olmak itibariyle dünyanın en büyük taht-ı saltanatına nâil olmuş iken, dinin lisanını ve dini red ve inkâr ile devletlerini esasından harab etmeğe çare teharrîsiyle mi meşgul olacaklar idi?

Hulefâ-yı Abbâsiyye’nin vezirleri, idârenin her şûbesine müvekkel olan me’murları, zâbıta nazırı bulunan sâhib-i şurta’ları, isimleriyle, ünvanlariyle tarihlerde yazılıdır; içlerinde bir Hıristiyan bulup da göstermeğe Renan muktedir midir? Böyle mübâhaselerde halkayık-ı târihiyyeyi tahrif ile, isbat-ı müddeâ mı olunabilir?

Renan, Hârunü’r-Reşid ile Me’mûn’un da İslâmiyet’e mu’tekıd olmadıklarını iddiâ ediyor; hâlbuki Hârûn, saltanatının ekser eyyâmını hac ve gazada imrâr etmek cihetiyle İslam indinde aizze-i kirâm’dan ma’dûddur; Me’mûn’un ise itikadında hıffet değil, belki taassub bulunduğunu, tâbi olduğu Mezheb-i itizâl’in tervicinde istimal ettiği cebirler
isbat eder. Mübâlât-ı diniyyesi olmayan bir hükümdar bir mezhebi terviç yolunda cebre müracaat etsin de ahâlînin birçoğunu kendisinden ne sebeble tenfîr eylesin? O Me’mun’a mı bî-mezheb diyebileceğiz ki, sâika-i îtikad ile İmâm Rızâ hazretlerini ekaribine, evlâdına tercih ederek, kendisinden sonra velîahd eylemişti.

Yukarıda isbat olunduğu üzere Seffâh’ın, Mansûr’un, Hârûn ’un ve Memûn’un mübâlât-ı diniyyeden berî olmasiyle «İslâmiyet maârife mâni‘dir» dâvâsı kat‘â sabit olmak lâzım gelmezken, Sâhib-i makale’nin 4 Müslüman padişahını – gûyâ mecâlis-i mahremiyyetlerine yıllarca mülâzemet etmiş de hafâyâ-yı kalbiyyelerini öğrenmiş gibi – hizmetlerinde bulunan ekâbir’in kâffesiyle beraber dinsizlikle itham etmek istemesi, ne garip bir hıffettir!

İşte Renan, Bağdâd’daki terakkıyâtın, sırf bu padişahlarla mukarribleri tarafından bezlolunan himâye’den ve o himâyenin ise dinsizlik’ten neş’et eylediği iddiâsında ısrar ederek, bu iddiânın akabinde dahi vaktiyle Bağdâd’a Kayravân’dan sofî bir zât gelerek orada her nevi edyân ve mezâhib eshâbından mürekkeb bir encümen-i ilme dâhil olmuş ve bu encümende, islâm olmayanlardan birinin ulemâ-yı islâma karşı: «Biz buraya istidlâlât-ı akliyye üzerine bahs için geldik; bize Kur’ân ve Hadîs’ten istinbât olunmuş berâhîn îrad etmeyiniz ki, onlara îmanımız yoktur» dediğini işitmiş olduğuna dâir bir fıkra naklediyor.

Şübhesizdir ki Renan, bu hürriyet-i bahsi, mübâlât-ı diniyyeden berî zannettiği eshâb-ı hükümetin ma’kûlât – perverliğine; hamletmek ister. Biraz insaf ile düşünülsün! Eğer tedikîkat ve muhâverât-ı mezhebiyyede bu hürriyet, şer’ an mücaz olmasaydı, o asırlarda, alâ-mele’i’n-nâs öyle ahkâm-ı diniyyenin hilâfına birtakım mübâhaselere cevaz yermek, dünyada hiçbir hükümet için kabil olabilir miydi?

Renan, risâle’sinin birçok sahifelerini de, tercüme ve te’lif kuvvetiyle «Arab’ın vâsıl olduğu mertebe-i marifetten» gayet nakıs /bâzı mâlûmât i’tâsına hasretmiştir. Bu mebâhisin arasına da şâyân-ı dikkat bâzı fıkralar sıkıştırmıştır; meselâ Arablar hükemâ’ya (yukarıda beyan olunduğu üzre) fa ve lâm’ın kesri ve ze’hin meddiyle filizûf (philisophe) ıtlak ederler imiş; bu tâbir ise zındık lâfzı kadar muhâtaralı bir ünvan
olarak ekseri mevt ve işkence’yi mûcib olur imiş!

Kurûn-ı kadîme’de medeniyyetin mûcid’i addolunan Yunanlılar, hikmet’in gerçekten müridi olan Sokrat’ı, Tevhid-i Bârî itikadında bulunduğu için îdam ettiler.

Kurûn-ı vustâ’da ihyâ-yı medeniyyetçe pişvâ-yı akvâm olan İtalyanlar hey’et-i cedîde’yi te’yid ve isbat ile uğraştığı için Galilee’yi îdam etmediler ise, îdama yakın işkencelere uğrattılar. Kurûn-ı ahîre’de hürriyet-i efkâra mehd-i zuhûr addolunan Fransızlar, Jean Jacques Rousseau’nun kendi tarafından tabettirilmeyen Emile ünvanlı kitabını yaktırdıktan başka, kendisini de alız ve tevkif etmek istediler.

Bu vak’aları tarihlerde görüp duruyoruz. Renan, bize Arab’ın devr-i marifetinde «felsefiyyât» ile uğraştığı için îdam olunmuş veya işkence edilmiş bir zât bulabilir mi? Kendisinin de bahsettiği El-Kindî’nin, Farâbî’nin, İbn-i Sînâ’nın tercume-i hâlleri, Sokrat’ın, Galilee’nin, Rousseau’nun sergüzeştine kıyas mı kabûl eder?

Sahib-i makale yine bu uzun ibârede, Endülüslüler’in de Bağdâd’dan sonra tahsil-i marifete (başladıklarını söylüyor da, Endülüs hükümdârlarının, eshâb-ı nüfûzunun Bağdâd’dakiler gibi «mübâlât-ı dîniyyeden berî» olduğunu söylemiyor. Bu şükütu, acaba, iddiasının hilâfına bin delil gösterilebileceğini bildiğinden midir? Yoksa, «Bir ?adam ki müslümandır, mâil-i maarifet olamaz» dâvâsını kendisi bir bahiste nakarât-ı mekal ettiği için, herkesçe de ulûm-ı müteârefe hükmüne girmiş mi kıyas eder?

Renan’ın tuhaf bir kavli de Hikemiyyât-ı Arab’a hakîkat-i hâlde « Sâsânî ve Yunânî hikemiyyâtı» denilmek lâzım geleceğini ve hikmet-i Yunâniyye denilse daha doğru olacağını beyan etmesidir. Renan zihninde bir karar verse de, Arab’ın maârifine, makalesinin mukaddimelerinde iddia ettiği gibi Sâsânî maârifi ünvanını mı verecek? Sâsânî ve Yunan maârifinin mahlûtu mudur diyecek? Sırf Yunan hikmeti nazariyle mi bakacak? Ne îtikadda bulunacak ise anı beyan eylese, herkes ifâdâtını anlamakta bu kadar suû’betlere duçar olmazdı.

Şurası câ-yi suâldir: Arab’ın hikmet ve ma’rifeti, gerek Sâsânîler’den, gerek Yunânîler’den alınmış olsun, tamamiyle Arablar tarafından îcad olunmadığı için Arab’ın meksûbât-ı fikriyye’sinden ma‘dûd olamayacak mıdır? Olamayacak ise, sair kavimlerin Yunanistan’dan aldığı ilim ve hikmet’i tamamiyle Yunanlılar’ın îcad ettiğini nasıl isbat edeceğiz? Anlarında kendilerinden evvel gelen akvamdan birçok şeyler iktibas ettiğine dâir delilleriyle, burhanlariyle meydana konulan bunca tahkikatı nasıl reddeyliyeceğiz de o ilimlerin, o hikmetlerin nâmına Yunan ilim ve hikmeti diyeceğiz? Yâhud, Arâb’ın maârifçe yalnız Yunânîler’den aldığı şeylerle iktifa ederek, bunlara hiçbir şey ilâve etmedikleri mi iddia olunacak!…

Renan, kudret-i ma’neviyye, «çerâğ-ı fikr-i beşer bir kavmin elinde söneceği zaman, anı ahz-ü iş‘âl edecek bir kavm-i diğer peydâ edegeldiğinden, Arab hukemâsının ahiri olan İbnü’r-Rüşd Merâkeş’te mahzûn ve metuk olarak vefat eylediği sıralarda, Abelard’ın neşr-i tedkîkata başladığını beyan ediyor.

Evvelâ, Renan, yukarıda, hikmet ve ma’rifet «İslâm’ın 3 asrına» münhasır olduğunu iddia etmişti; şimdi ise İbnu’r-Rüşd’ü İslâm arasında hâtime-i hukemâ olmak üzre kabûl ediyor. Abbasîler’in zuhûru – ki Renan’ın kendi ifâdesine göre Arablar’ca «hikmetin; mebdei» dir – hicretin 132’nci senesine tesadüf eder. İbnü’r-Rüşd ise bir rîvâyette 595 ve bir rivayette 603 tarihinde vefat etmiştir. Acaba, sâhib-i makale’nin hesabınca, 132 senesiyle 595 ve 603 senelerinin arasındaki zaman yalnızca 3 asırdan ibaret midir?

Sâniyen, İbnü’r Rüşd ’ün metruk ve mahzun olarak vefat ettiğinden bahseden Renan, acaba, bir kız ile, velîsinin rızâsı olmaksızın teehhül ettiğinden dolayı rucûliyyetinden mahrûm edilmiş ve tâlim ettiği ulûm ve hikemiyyât için ölünceye kadar eza ve işkence’den kurtulmamış olan Abelard’ın sürûr ve ıkbâl içinde mi irtihâl ettiğinden bahsedecek!

Sâhib-i makale’nin bu ibâreciğinde bir de tarih yanlışı var: Vakia îbnü’r-Rüşd bir müddet Merâkeş’te mahzûn ve metrûk kalmıştır; fakat irtihâl ettiği zaman, hem büyük bir memûriyet’e ve hem de birçok servet’e mâlik idi. Renan, hikmet’in islâm arasında dâima muhakkar olduğunu ve 120 sene-i mîlâdiyyesinden sonra Memâlik~i îslâmiyye’de bütün bütün ilga olunduğunu ve müverrihler ile her fenden bahseden müellifler, bir vakitler hikmet’in vücûdünden bahsetmişler ise de, zâil olmuş bir fenâlık yolunda bahsettiklerini de iddiadan çekinmiyor!

Hukemâ-yı Arab’ın en büyüklerinden olan İbn-i Sinâ ile İbnü’r-Rüşd’ün birincisi iki devlet-i İslâmiyye’de vezîr-i âzamlık, İkincisi kezâlik 2 devlet-i îslâmiye’de kadı’l-kudât’lık mesnedlerine nâil olmuşlar idi. Bu hakikat, İslâm indine de hikmet muhakkar mı yoksa muazzez mi tutulmuştu, fi’len isbat eder. İstanbul’u 1453 tarih-i milâdîsinde fethetmiş olan cennet-mekân Sultan Mehmed Hân-i Gazinin camii şerifi civarında inşa ettirdiği Tıb Medreseleri meydanda duruyor; Ona da hâcet yok: Elyevm cevâmi‘-i şerîfenin herbirinde hikmet kitapları tedris olunmakta olduğunu gözümüzle görüp duruyoruz. Bir fennin «ibadethaneler derûnuna varıncaya kadar» okutulmasına cevaz verilmek, o fennîn bir mülkten ilgası mı demektir?

Memâlik-İ İslâmiyye’de şimdi tedris olunan hikmet’in, Avrupa’da tedâvül eden hikmet olmadığı medâr-ı ta‘rîz addolunmasın: Renan’ın îslâm içinden ilga edildiğini iddiâ ettiği hikmet, Arab’tan mevrûs olan ve şimdi elimizde bulunan hikmet’tir. Hikmet’ten, «zail olmuş bir fenâlık» gibi bahseden müverrihler, müellifler kimlerdir, diye Renan’dan suâl olunmak lâzım gelse, ma‘rûf ve muteber bir isim beyan edemeyeceğinden eminiz

Sâhib-i makale der ki :
«El yazısiyle olan hikmet kitapları paralandığından, nedret bulmuştu; fenn-i hey’et’in ise yalnızca kıble’yi tâyin edecek kadar tahsiline cevâz kalmıştır.»

Acaba bu zât, Şark’ta Tatar müşrikleri, Garp’ta Ehl-i Salîb mutaassıbları tarafından ihrak olunan milyonlarca kitabın zıyâını da İslâmiyet’in te’sîrine mi hamletmek ister? Renan, fenn-i hey’etin tahsiline cevâzı yalnız kıble’nin tâyinine hasretmemiş olsa idi de, hiç olmazsa «evkat-ı salâtı bilmek için irtifa almak da İslâm için memnû olmadığını» söylese idi, hakkımızda bir mürüvvet göstermiş olurdu!

Bilmem ki 823 tarih-i hicrisinde Ulug Bey’in Semerkand’de inşâsına yeni mübaşeret ettirdiği rasadhâne’de 30 sene çalışarak Ulug Bey Zîci’ni meydana getiren eshâb-ı fen,
ehl-i İslâm’dan değil mi idiler? Devr-i Süleymânî’de bir taraftan İspanya ve bir taraftan Hind sâhillerine giden Osmanlı donanmasını heyetten yalnız kıble tâyin edece’ kadar mâlûmâtı olanlar mı sevketmişlerdi?

Voltaire, İsveç kıralı XII. Charles’ın zamanına dâir yazdığı tarih’te, Rusyalılar’ın o zamanki cehaletlerini tasvir ederken şöyle bir fıkracık nakleder :

«Daha pek çok zaman olmamıştır ki, güneşin tutulacağını haber verdiği için İran sefiri’nİn kâtibini Moskova’da ahâlî yakmak istemişlerdi >

Acaba Renan’ın itikadınca, Moskova halkını hey’et bilen bir adamın etrafına sevkeden yine İslâmiyet mi idi? Hergün göz önünde duran yüzbin delile karşı Memâlik-i İslâmiyye’de hey’et’in tahsiline cevâz olmadığından bahsetmek, yıldızların vücûdünü inkâr eylemek kabilinden değil midir?

Sâhib-i makale, keşfiyyât-ı mahsûsasında devam ederek : «O zamandan (yâni 1200 sene-i mîlâdiyyesinden) sonra, İbn-i Haldûn gibi bâzı nâdir müştesnâlar’dan başka, İslâm’da efkâr-ı vâsi’a eshâbından adam zuhur etmemiş ve İslâmiyet ilim ve hikmeti mahvetmiştir» iddiâ-yı hodserânesini meydana koymağa cesaret etmiştir. İbn-i Haldûn’un muâsırîni olanı Sadeddin’leri, Seyyid’leri ve onlardan sonra gelip de isimlerinin ta’dâdı bir koca kitâp tertibine ihtiyaç gösteren eâzım-ı islâmı, Renan nereden bilsin de böyle bir kavl-i cahilanede bulunmasın?

Yukarıda da söylemiştim, Renan’ın her kavli sahih olsa da «dünyada, İslâm’dan hiç kimse hikmet ve ma’rifet’e sa‘y etmemiş» bulunsa, yine bundan «İslâmiyet’in ilim ve hikmete hâil olduğu» yeni bir mantık yaratılmadıkça, isbat edilmek kabil değildir. Gerek ilmin ve gerek hikmetin tafdîline dâir ve tahsîlini âmir bunca âyât ve ehâdîs ise meydanda duruyor. Biraz insaf etse Renan da itirafa mecbur olur ki, Kurtuba’nın, Gırnata’nın, Bağdad’ın, Semerkand’ın ve daha bunlar gibi yüzlerce bilâd-i îslâmiyyenin nice yüzbin kütüb-i muhalledesini, nice bin âlimim, ateşler içinde, at ayakları altında mahveden Salîbîler, Tatarlar, dîn-i İslama tâbi değil idiler!

Akvâm-ı vahşiyyenin istilâsından sonra Avrupalılar da asırlarca ‘amây-ı cehalet içinde kalmışlar idi. O zamanlar memâlik-i garbiyye’deki ilim ve hikmeti mahveden Goth’lar, Hunlar, Avarlar değildi de Hristiyanlık mı idi? Hristiyanlık idiyse, hiçin İslâm’da mevcud olan ilim ve hikmet’i mahvolmak derecesine getiren, Hristiyanlar, Tatarlar olmuyor da Müslümanlık oluyor? Renan, tarihin en mühim mesailinden birine dâir bu kadar hiffetle düşünülmüş bir hutbe ırad etmekten ne kazanır, bilemem; fakat eshâb-ı tedkîk nazarında, ahvâl-i Şark’a vukufça olan şöhretinin belki %90’ını kaybetmiş olacağından eminim.

Voltaire, Hıristiyanlığın en büyük düşmanları’ndan olduğu hâlde, sevk-ı menfaatle Papa’ya çatmak merâkına düşerek, maksadına vesile-i husul olmak için Muhammed nâmında bir tiyatro tertib etmiş ve bunda, İslâm’ın gerek tarih, gerek ahlâkını bütün bütün tağyir ile beraber, lisan-ı Arab’a (3 nokta ile) pa harfini idhâl edecek kadar cehâlet göstererek kendini masharâ-i âlem eylemiş idi. Bilmem Renan da, bir çatacak yeri, bir hâsıl olacak maksadı mı vardır ki, 40 sahifelik bir makaleye binlerce yalan istîâb ettirmeğe uzun uzadıya himmetler sarfeylemiş!

Mâlûmdur ki, hasbî olarak bu kadar gevezelik ihtiyâr olunmaz. Renan, bu nakliyattan sonra, birdenbire tarîk-i insâfa girer gibi görünerek: «Arab’a nisbet edilen maârifin te’sîrâtını tenkîs etmek istemediğini» söyler de, yine iltizam ettiği mesleke atf-ı efkâr ederek : «Arab’a isnad olunan bu maârifin Arablar’la münâsebeti yalnız lisan’dan ibaret olacağını» ve îbn-i Sinâ gibi, Îbnü’r-Rüşd gibi zevatın arablığı, Bacon’un, Spinoza’nın lâtinliği kabilinden bulunduğunu beyan eder.

Bir milletin devr-i âzamet ve şevketinde, velev, neslen o milletten olmasın, «dînen ve terbiyeten dâire-i ittihâdına girmiş olan» zevât ile, «başka bir kavime mensûb olduğu ve o kâvmin lisanını söylediği hâlde, mahvolmuş bir kavmin lisanıyle kitap te’lif eden» insanlar arasında bir nisbet aramak, felsefiyâttan bahseden bir zâta yakışır münasebetsizliklerden değildir.

İtalya’lı bir aileye mensûp olan Napoleon nasıl Fransız, ecdadı Slâv kavminden olduğu mervi bulunan Bismarck nasıl Alman ise İbn-i Sinâ, Îbnü’r-Rüşd, Fârâbî de öylece Arab addolunmak lâzım geleceğinde biç şüphe var mıdır?

Renan, hukemâ-yı Arab’dan El-Kindi’yi istisna ettikten sonra hiçbirini cinsen Arab, addetmedikten başka «fikren dahi Arablık’la münasebetleri yoktur» diyor. Sahib-i makale’nin fikren Arablık’tan ne murad eylediğini anlayamadık ki, kavlinin sahîh olup olmadığını tahkik edelim! Bir kavmin, kendine mahsus ve sâir akvam ile iştirakten beri bir fikri de mi olur imiş! Renan’ın agreb bir iddiası daha var. Diyor ki:

«Bu hükemâ Lisan-ı Arab’ı isti’mâl ederlerdi; fakat isti‘mâlinde pek sıkıntı çekerlerdi: Arabi’nin eş‘âra ve bir nevi fesâhat-ı beyâna pek müsâid olan üslûbu, ilâhiyyât için pek asîrü’l isti’mâl bir âlettir; Arab’ın hukema ve ulemâsı, ekseriyyet üzre fena yazarlar.»

Arabi’nin kelimelerini doğruca telâffuzdan âciz olan bir adama göre böyle bir itikada sâhib olmak, istiğrab olunacak şeylerden değildir. Fakat, bu vukûfiyle beraber Arab’ın lisanını, ilmini, hikmet’ini muhakemeye kalkışmasına ve cihân-ı medeniyete de hâsıl edebildiği hatîât ve ekâzibin kâffesini birer hakikat sûretinde göstermeğe muvaffak olabilmesine, hakikaten teaccub olunur. Eshâb-ı vukûf içinde, edebiyatça Arabî ile tesâvî kabil olduğuna imkân verenler vardır; fakat lisanın mahiyyetinde olan vuzûh ve elsine-i sâireden iktibas için ta‘rîb tarzındaki sühûlet cihetleriyle, Yunânî-i kadîm’den başka, te’lifât-ı ilmiyye için Arabi’ye tekarrüb edecek hiçbir lisan olmadığını itiraf ederler. Arabça’da ilâhiyyât’a müteallik olan kitaplar, en güzel ilme dâir olan telifler en vâzıh âsârdan olduğunu, sahîhan Arabî bilir bir adama sorarsa, Renan dahi pek kolay öğrenir. Sâhib-i makale , bu hikmet-fürûşâne sözleriyle, Arab’ın ma‘rifet ve hikmeti, Arab’ın marifeti, Arab’ın hikmeti olmadığını isbat ettiğine emniyet hâsıl ettikten sonra:

«Bu ma‘rifet Arab’ın değil ise, bâri İslâm’ın mıdır? İslâmiyet bu taharriyât-ı hikemiyye hakkında vesâyetkârâne bir muavenet ibraz etmiş midir? Hayır, hiçbir veçhile ibraz etmemiştir: Bu güzel mesâî-i tahsil İranîlerin, Hıristiyanlar’ın, Yahudiler’in, Harrâniler’in, İsmâiliyye takımının, bâtınan kendi dinlerine karşı âsî olan Müslümanlar’ın eseridir. Bu taharriyât-ı hikemiyye, sünnî olan Müslümanlar’dan yalnız mazhâr-ı nefrîn olmuştur. Hikmet-i Yunan’ın telâkkisine Hulefâ içinde en ziyade gayret gösteren, Memûn’a Kelâmiyyûn tarafından lâ‘net olunmuş, zaman-ı saltanatının mesâibi, akaid-i sâireyi hür bırakmasının mücâzâtı sûretinde gösterilmiştir.»

diyor. İslâmiyet’in hikmet ve marifete ibraz ettiği himâyet ve vesayet’in derecesini, bâlâda ta‘dâd ettiğim âyât ve ehâdîs isbat eder. Renân, bu âyât ve ehâdîsin vücûdünü inkâr kadar da cesaret edecek midir? Edemeyecekse, makalesinin mevzûunu ne ile isbata muktedir olacaktır?

Arab’ın devr-i marifetinde zuhûr eden hukemâ ve ulemâ arasında birkaç Nasrânî, Yahudî, Harrâni isimleri de görülüyor; fakat bunların adedi, İslâm olan uzemâya nisbet, binde ve belki onbinde bir kalmadığını tarihler isbat eder. Bu hâlde, «o zamanın taharriyât-ı hikemiyyesini İslâm’dan ziyade Hristiyanlar’a, Yahudiler’e (ekser halkı Sâbie’den olan) Harrânîler’e îsnad etmek muvafık-ı hak mıdır?

Renan, Arab’ın tarihini, Fransızca mevcud olan tercümelerden olsun okumamış! D’ Herbelot’nun Kitabhâne-i Şark’ındaki Me’mûn bendine bakmış olsa idi görürdü ki, müşârünileyhin ulemâ-yı İslâm tarafından uğradığı (lâ‘net değil) itiraz, hikmet’e meylinden değil, mezheb-i i‘tizâl’i iltizam etmesinden neşret etmiştir. Mezheb-i i‘tizâl ile hikmet ve marifet-i Yunâniyye arasında zerre kadar bir münâsebet olmadığı ise meydandadır. Me’mûn’ün zaman-ı saltanatında memlekete öyle büyük bir musibet ârız olmamıştı ki, bunu ulemâ-yı İslâmiyye Me’mun’­un zâf-ı itikad’ına mücâzât ittihaz eylesin. Renan’a şurasını da ihtâr edelim ki, İslâm’ın adl-i İlâhiye olan itimâdı, bir kavmin uğradığı mesâibi, bir adamın mücâzât-ı seyyiâtı addeylemek derecelerinden bin kat âlîdir.

Sâhib-ı makale, – Arabi’de olan mehâret-i kâmilesi cihetiyle, – «iman» süretinde: «bâzı imamların tahrikiyle hudûs eden fitneler üzerine kütüb-i hikemiyyenin yakıldığı ye hukemânın îdam olunduğu pek nâdir değildir» diyor.

Bilakis pek nâdirdir. Bu nevâdirin vukûu da, ‘kimsenin hikmetle iştigal etmesinden değil, din yahut bir memlekette olan mezhebin aleyhinde kitap yazmak ve alenî bahislere girmek gibi münâsebetsizlerden neşet etmiş ve şayan-ı dikkattir, ki, bu şiddetler de «cehlin ilme galebe ettiği» yerlerde zuhûr eylemiştir; mamafih, Avrupa’da bir Cuma günü et yemek şüphesiyle adam yakıldığı zamanlarda din-i Muhammedi aleyhine kıyam edenlere millet tarafından mücazata kalkışılması o kadar şayan-ı taaccüb bir hâl miidir?

Hâlâ memâlik-i mütemeddinenin en hakîm, en hür geçinen yerlerinde, bir din ile istihza edenler, maddî mânevî her türlü cezadan berî mi bırakılır acaba? Bir asır evvel hikmet ve hürriyet nâmına akaid ve âdât-ı dîniyyenin kaffesini inkâr etmiş olan Fransızlar arasında Renan Hayat-ı İsâ ünvanlı kitabını neşrettikten sonra, ruhban gürûhunun ihdas ettikleri dağdağa üzerine, memleketinde bir İbranî dersi okutmaya, muktedir olamadığını düşünür, bir de o asırla şimdiki asrın hâlini birbirine kıyas eder ise, isbât-ı müddeâ için getirdiği delilden hicab eder sanırım.

Sâhib-i makale, bu türrehât-ı müteâkipde yine İslamiyetin her zaman “ilim ve hikmeti mahve çalıştığına ve nihayet mahvettiği”ne dair nakaratını tekrar eder de iddiasına şu lakırdıları ilave eder:

« Tarih-i İslamı 2 devre tefrik etmek lazım gelir. Bu devirlerin biri İslammiyetin mebadisinden miladın 12. asrına kadar olan ve diğeri XIII. asr-ı milâdîden zamanımıza kadar vâsıl olan müddettir. Birinci devirde, İslâmiyet, bir nevi Protestanlık hükmünde olan ve İ‘tîzâl denilen mezheb-i mu’tedil ile zâ‘f bulmuş olduğundan gılzet ve huşûnet ye fıkdân-ı efkâr ile muttasıf olan Tatar ve Berber akvâmının eline düşen ikinci devir kadar intizam ve taassub hâsıl edememiştir.»

Mürtekib-i kebîreye mü‘mim nazariyle bakmayan itizâl-i İslâm arasında bir mezheb-i îtidâl addetmek Renan’a mahsus malûmattandır!

Sâhib-i makale’nin birinci devir saydığı zamanlarda «İslâmın o kadar intizam bulmadığımdan» bahsetmesi, ne türlü mutâleaya müstefid olduğunu da bir türlü anlayamadık! Ahkâm-ı dîniyyeyi cem ve tedvin edenler ve mezahib-i mevcûdeyi meydana koyanlar, hep o devrin ricali idi. O devirlerce Lisan-ı Osmanî’de taassub denilen hâl, İslâm arasında nâkıs değil, bayağı mefkud idi. Hakîkat-i İslâmiyye taassuba cevâz vermez idi ki, milletin zaman-ı ma‘rifet ve vukufunda öyle bir seyyie mevcûd olsun.

Bu da sâhib-i makale’nin sözlerindendir: «İslâm’ın hâvassındandır ki, sonra gelen tâbi’leri daha kaviyyü’l-îtikad oluyor.» – İslâm içinde, îtikadça selef-i sâlihîne tefevvuk iddiasında bulunur ferd-i âferîde yoktur. Mâmâfîh, eğer Renan’ın ifâdesi sahîh olsa, bu da İslâmiyet için nakîse mi addolunmak lâzım gelir?

Renan’ın bir kavl-i garibi daha geliyor: Kuvve-i rûhâniyye ile kuvve-i hükûmet’i biribirinden tefrika aslâ müsâit olmayan İslâmiyet’e, cebir ve şiddet cihetiyle, yalnız İspanya’nın Engizisyon’u tefevvuk etmiş imiş Acaba Renan; sûret-i mahsûsada hedef-i îtirâz ettiği ehl-i sünnet’in târihinde Saint-Barthelemy vak’ası gibi bir fecîa-i mezhebiyyeye tesadüf etmiş midir ki, Engizisyon’dan başka, cebir ve şiddette muâmelât-ı islâmiyyeye tefevvuk edecek bir hâl bulamıyor? [Fransa’da krâl IX. Charles’m emri ile Protestan mezhebinde olanların katl-i‘âm edilmesidir. Bu vak‘a-i hunhârânede Fransa’da 25-30 kişi îdam edildi.] Gerçek! Renan İslâmiyet’e yalnız İspanya Engızisyonu’nun tefevvuk edebildiği iddiâsından da birkaç satır aşağıda nükûl ederek Papâlık’la hükûmât-i İslâmiyye’yi birbirine kıyas etmiş ve fakat Papalık’ın zulmü küçük bir mülke, İslâmiyet’­in terakkî-şikenliği ise kürenin vâsi bir cuz’üne şâmil olduğunu söylemiştir.

Renan, Papalık’ın 6-7 asır evvelki hâlini düşünse idi, böyle bir makale tertibine cür’et edemezdi zannederim: İslâmiyet’e terakkî-şikenlik isnâdı bütün bütün bedahete; karşı bir söz olduğu bâlâda isbat olundu. Memâlik-i îslâmiyye’de ümran ve ma‘rifetin noksanı ne türlü sebeplerden neş’et eylediğini dahi ileride beyan ederim. Renan: «İslâmiyet’in müdâfaasında bulunan hürriyet tarafdârları, Müslümanlık’ın ne olduğunu bilmezler; İslâmiyet, hükûmet-i rûhâniyye ve dünyeviyye’nin birbirinden ayrılmaması, bir itikadın saltanatını sürmesi demektir; insaniyetin şimdiye kadar tahammül eylediği zincirlerin en ağırıdır.» diyor.

Hürriyet tarafdârları İslâmiyet’i bilmiyorlarsa, Renan ne güzel biliyor! Dinin kavâid-i siyâsiyyesi zâten akıl ve hikmete tamamıyle muvafıktır. 3.000 seneden beri Yunanistan ve Roma ve Avrupa hukemâsının nice mesaî ve tedkikat ile tedvin eyledikleri kavâid-i hukuk da meydanda… Kütüb-i fıkhiyye’de esasen yalnızca kavâid-i mezhebiyyeye ma‘tuf olan münâkehât, tabiî müstesna olacağından, muamelât ve ukubât cihetlerince, o kavâid ile esaslı bir ihtilâf gösterilmek mümkin midir? Ya bu hâlde Avrupa’nın mesâil-i hukukiyyesini kavâid-i dîniyyeye isnad olunmadığı için berât-ı meziyyet ve İslâm’ın kavâid-i fıkhiyye’si, esasen o mesâil-i hukûkıyyeden kat‘an ayrılmamakla beraber, yalnızca ahkâm-ı dîniyye’ye isnad edildiği için, zencîr-i esâret addolunmak, aklen kabûl olunabilecek müddeâlardan mıdır?

«Rûhâniyyât,ı siyâsetten ayırmak», Avrupa’ca, inkılâbât-ı ahîrenin en büyük meksûbâtından ma‘dûd olmuş; çünki Hristiyanlık siyâseten :«Kayser’e ait olanı Kayser’e terkediniz» kaidesine müstenid iken, ruhban gürûhunun sonradan umûr-î dünyaya tasallutu cihetiyle ahâlînin çekmediği belâ kalmadığından, rûhaniyyât’ın siyâsiyyât’tan tefrîkına veya tâbir-i sahihiyle, ruhban gürûhunun, salâhiyetçe, «dînen muayyen olan dâireye» ircâına ihtiyaç görünmüş idi.

Buna bir kaide-i külliyye nazarıyla bakılıp da birtakım ahkâm-ı siyâsiyye, hakikate ne kadar muvafık olur ise olsun, dine müstenid bulunduğu için fiilden ıskat edilmek, dine tevâfuk etmediğinden dolayı zulmü adle tercih etmek değil midir? Renan’ın zannınca bir zamanlar İslâm arasında hikmet’in vücûdüne tahammül olunması, define iktidar bulunamamasından, zâbıta Hristiyanlar elinde olarak esâsen Şî‘îler’in arkasında dolaşmakla meşgûl olmasından neş’et etmiş imiş!

Memâlik-i İslâmiyye’de birkaç imamın tahrikiyle tehaddüs eden gürültüler üzerine hikmet kitabları yakılmak, bunlarla uğraşanlar îdam olunmak nâdirül-vuku olmadığını yine Renan iddia ediyordu; imamlar ne vakit isterlerse böyle bir neticeye ittisale muvaffak olunca, milletin, hikmet’i ilga etmekten bütün bütün âciz kalmasına nasıl ihtimâl verilebilir? İslâm’ın zâbıta’sını idare etmiş, Şî’îler’in arkasında dolaşmış Hristiyanlar kimler olacağını sâhib-i makale beyan etmiş olsa, yeni keşfiyâttan birşey işitmiş olurduk! İslâm tarihleri hiçbir vakit, İslâm mülkünün hiçbir cihetinde zâbıta’nın başka bir millete tevdi olunduğundan bahsetmiyor.

Renan’ın birkaç fikr-i garibini daha hulâsa veçhile tercüme edelim:

«İslâmiyet, zayıf bulunduğu zaman, hürriyet ise kuvvetli olduğu zaman şiddet göstermiştir. Garb’da ulûm-ı diniyyenin zulüm ve tasallutu İslâmiyet’ten daha noksan değil ise de, fikr-i beşeri ezmeğe muktedir olamamış, hâlbuki İslâmiyet zabtettiği yerlerde muktedir olmuştur… Memâlık-i garbiyye’de ulum-ı diniyyenin zulüm ve tasallutu, yalnız İspanya’da hükmünü icra ederek fikr-i ma’rifetin mahvine sebep olmuştur. Şurasının beyanına müsâraat edelim: İspanya kavm-i necibi telâfi-i mâfât eder… Edyânın güzel cihetleri vardır. Fakat men etmek istediği mehâsinin zuhûrunu da ana hamletmek lâzım gelmez iken, İslâm’ın hilâfına olarak zuhûr eden terakkıyât-ı hikemiyye’yi İslâm’ın te’sîrâtına isnad ediyorlar…

İslâmiyet’in, din olmak itibariyle güzel cihetleri vardır. Her ne vakit bir câmi’e girsem, şiddetli bir heyecan-ı vicdânî’den, — anı da söyleyeyim mi — Müslüman olmadığım için bir nevi teessüften beri olduğum yoktur. Fakat İslâmiyet, fikr-i beşer için muzır olmuştur… Paris’te birçok seneler oturmuş olan Şeyh Rîfââ, avdetinden sonra yazdığı kitabda, Avrupa’nın fünûnu’nu, husûsâ, «Kavâid-i tabiîyyenin ebediyyeti» esasına müstenid olduğu için, baştan aşağı hilâf-ı din addeder, Şeyhin ise, İslâm, nokta-i nazarınca bütün bütün haksız olmadığını itiraf lâzımdır. Çünki, vahy üzerine müesses bir din, akaidinin hilâfını gösterebilecek taharriyât-ı ahrârâneye dâima mümânaat eder… İslâm, maârifi ve maârifle beraber kendini mahvetmiş ve milel-i sâireden dâima aşağı kalmağa mahkûm olmuştur.»

Evvelâ: İslâm’ın en ziyâde kuvveti devlet-i Abbâsiyye zamanında idi; bu hânedâna tâbi olanlar, halîfelerini Benî Ümeyye, veyâhut Mülûk-i tavâif gibi mütegallibe’den addetmezlerdi; bilakis, Hilâfet’in sâhib-i meşru‘u bilirlerdi. Edvâr-ı islâmiyyede hikmet’in en ziyâde revaç ve müsâade gördüğü zamanlar da yine Devlet-i Abbâsiyye asrıdır. Bu hâlde, maârifçe düvel-i İslâmiyyede cârî olan müsaadeyi, îslâmiyetin zâafına hamletmek nasıl câiz olabilir? Hak ve bâtıl, bir nevi mezheb dâiyesinden berî olarak, sırf ilim veya hikmet veya dinsizlik nâmına memâlik-i îslâmiyye’de meydana çıkmış, hükümetle uğraşmış bir fırkaya Renan tarihlerde tesadüf etmiş midir?

İslâm hükümetleri, mezheb nâmına bunca muharebeler açan Havâriç’in, İsmâiliyye’nin mutaassıbâne ve fedâkârâne ibraz ettikleri kudret ve şiddeti kesr ile uğraşmaktan çekinmemiş iken, kendi taharriyât ve tedkîkat-ı ilmiyyesiyle meşgûl olan hukemâ’nın nesinden korkacak da hakk-ı sükût olarak kendilerine dinin cevaz vermeyeceği sûrette müsaadeler gösterecek!

Sâniyen: Memâlik-i garbiyye’de ulûm-ı dîniyye’nin fikr-i beşeri ezmekle ne kadar uğraştığını tahkika lüzum göremiyoruz; fakat İslâmiyet, fikr-i beşeri terakki ve istikmâle sevketmiştir… İnsan için, diyâneten müntehâ-yi maksad, alâ-kaderi’l-imkân hakâyık-ı ilâhiyye’ye vukûf olarak, bu maksadın ise cehaletle hâsıl olmayacağı meydandadır.

Memâlik-i İslâmiyye’de ilim ve hikmet’in eski revnakında kalmamasını istilzam eden esbâb, o kadar hafi birşey midir? Ehl-i Salib ile Tatar müşriklerinin; Memâlik-İslamiyye’de, kabâil-i vahşiyye’nin Avrupa’da olan mazarratından bin kat ziyâde îrâs-ı hasâr ettikleri mâlûm değil midir? Mevcut olan kitablarının, ulemâsının binde biri kalmayan bir kavim, kaç asarda kendini toplayabilir? Husûsiyle, AvrupalıIar, Renan’ın İslâm için münteha-yı medeniyyet addeylediği 1200 tarih-i mîlâdisinden beri Memâlik-i İslâmiyye’nin hangi tarafında âsâyîşten eser bıraktılar ki, def-i sâil ile uğraşmaktan tahsile meydan bulunabilsin!

Sâlisen: Renan içlerinde fikr-i ma‘rifet mahvolmuş olan İspanyalılar’ın telâfî-i mâfât edeceğine nasıl ihtimâl veriyor da bizim terakkimize ihtimâl veremiyor? Avrupalılar, ruhbân gürûhunun ateş-i zulmüne mukavemet ederek, Arablar’dan iktibas eylediği maârif sayesinde bu dereceye gelmeğe muktedir olmuş iken, bizim, Avrupa’nın fünûn’undan istifade edip âlem-i kemalâtta yine bir mevki-i imtiyaza vusûlümüze niçin ihtimâl vermiyor ki, dînen tahsîl-i marifetle mükellef olan İslâm arasında, tahsîl-i ilme düşman hukemâ ve ulemâ veya ilim ve hikmet kitabı yakacak Engizisyon cemiyetleri mevcut olmadığını kendisi de bilir!

Râlbian: İslâm’da terakkıyât-ı ilmiyyeyi nasıl dinin te’sîrâtına isnad etmeyelim ki, Muhammedîler tahsîl-i maârif ettikçe, vicdanen hâsıl ettikleri telezzüzden başka, evâmir-i ilâhiyye ve nebeviyyeye ittibâ etmiş oldukları cihetle bir de meçûr olmak itikadında bulunduklarından hayat-ı ebediyyelerine hizmet için ilme çalışır, hattâ, sevk-ı diyânetle hayat-ı fâniyelerini bu say yoluna hasrederlerdi ve hattâ okudukları şeyler, meşreblerine mugâyir olsa bile, reddiyle (halkın akaidi fâside’den muhafazasına hizmet edecekleri için onların tahsîli’ni de bir nevi sevab addetmişlerdi; mâmafih, farz-ı muhâl olarak diyelim ki, Arab’taki maârifin zuhuru diyânetin tesîri’nden hasıl olmasın; bununla yine Renan’ın asıl müddeâsı sabit olmaz: Maârifi icad etmemek başka, mahvetmek yine başkadır.

Hâmisen: Renan’ın, fikri kadar temâyülât’ında da bir tuhaflık, bir hafiflik görünüyor: Hem İslâmiyet’in efkâr-ı beşere muzır olduğundan bahseder, hem camie girdikçe vicdânında heyecanlar hâsıl olur, Müslüman olmadığına bir nevi teessüf duyar; bu hâli ne türlü fikr-i hikmete, ne nevi meyl-i tabiate hamledelim?

Sâdisen: Evet, Şeyh Rifâa haklıdır; fakat haklı olmasına sebeb, Renân’ın zannı gibi, vahy üzerine müesses olan bir dinin taharriyât-ı ahrârâneye mâni olması değildir: Bir din ki, taharriyât-ı külüyyeye mânidir, ilzâm-i hasımdan izhâr-ı acz etmiş olur; Dîn-i mübîn-i Muhammedi ise «Eğer sâdık (ve samimî) kimselerseniz delil ve hüccetinizi getirin.» (Neml 64) âyet-i kerîmesiyle her muarızı meydân-ı bahs ve münazaraya dâvet eder.

Şeyh Rifâa haklıdır, çünki kanûn-ı tabiat’in ebediyyeti’ni isbat eder dünyada hiçbir delil yoktur. «Bu kavânîn-i tabiat mâdemki şimdiye kadar zevâl ve tegayyürden masun kalmıştır, bundan böyle de masûn kalacaktır» denilmek, mantık’a tevâfuk edebilecek bir kıyas olmadığını ise tarif İktiza etmez.

«Kavânin-i tabiatın ebediyyeti» ni . Şeyh Rifâa’nın hilâf-ı dîn bileceğinde şüphe etmeyiz; fakat, Avrupa’da mevcut olan maârifi bu kavânînin ebediyyetine müstenid ve binaenaleyh ahkâm-ı dîniyye’ye mugayir addettiğine de bir türlü inanamayız; müşârün ileyhin hangi eserinde, böyle bir kavil var ise beyan olunsun.

Sâbian: İslâm ne maârifi mahvetti, ne de maârifle beraber mahvoldu. Eğer Renan inanmaz ise, ulûm-ı hâzırayı tedris eden mekâtibin, yetiştirdiği müslümanlardan birkaç zat ile konuşsun, butlân-ı müddeasına berâhîn-i müşahhasa görmüş olur.

İslâm’ın «şâir milletlerden aşağı kalmağa, mahkûm olması» na gelince : Eğer gazetelerin rivâyeti, sahih ise, İngilizler hiç de bu reyde bulunmuyorlar. Hattâ, Hind’de, yerli’den olan etfâlin İngiliz çocuklarına kıyas kabûl etmeyecek sûrette tefevvukunu gördükleri için, Müslüman çocuklarına mektepleri kapadıkları bile rivayet olunuyor. Şimdi, Renan’ın en parlak, en maskara bir gevezeliğine geliyoruz; dikkat buyurulsun, ne diyor:

M. Layard birinci defa Musul’da bulunduğu zaman, şehrin mikdâr-ı ahâlîsine, ticâretine, ahvâl-i tarihiyyesine dâir bâzı malûmat almak ister; kadı’ya mürâcaat eder. O da kendisine şu cevabı gönderir : «Ey muhibb-i sâhib – iştihârım, ey server-i eshâb-ı hayat! Benden istediğin şey hem faydasız, hem muzırdır. Her ne kadar eyyâm-ı ömrüm bu şehirde rüzâr etmiş işe de, hiçbir vakit ne hanelerini ta’dâd ve ne de mikdâr-ı nüfûsunu tahkik ettim. Filânın esterine, filânın kayığına tahmil ettiği eşyanın ise, hiç bana teallûk eder ciheti yoktur. Memleketin tarih-i kadîmi ve İslâm tarafından fetholunmâdan evvel ahâlîsinin ne kadar hatâlarda bulunduğu ancak Cenâb-ı Hakk’a mâlûmdur ve Cenâb-ı Hak beyan buyurabilir. Dostum, kuzum, sana ait olmayan şeyleri öğrenmekle uğraşma!.. Aramıza geldin, biz de sana selâm-ı hoş-âmedîyi icra eyledik. Selâmetle git! Hakîkat-i hâlde söylediğin lâkırdılardan bana hiçbir zarar gelmez. Çünki söyleyen başka, dinleyen başkadır. Milletinin âdeti üzere çok yer dolaşmış ve hiçbir tarafda nâil-i saâdet olmamışsın; biz elhamdülillâh, burada doğduk ve buradan gitmek istemeyiz.

Dinle, oğlum! Cenab-ı Hakk’a, îtikâd gibi hikmet yoktur. Dünyayı Cenâb-ı Hak yaratmıştır. Esrâr-ı hilkati taharri ve ana vukuf ile, Allah ile tesâvî’ye mi çalışacağız? Bâlâda diğer yıldızların üzerinde dönen şu yıldıza ve dünbâlesiyle bu kadar çenelerde takarrüb ve bu kadar senelerde tebâüd eden öteki yıldıza bak!

Ferâgat et, oğlum! Anları halk eden yed-i kudret, sevk ye idarelerine de kâfildir. İhtimâl bana dersin ki : Behey adam, oradan çekil; ben senden âlimim; senin bilmediğin şeyleri gördüm! Eğer bunlar şeni benden hayırlı etmiştir itikadında isen, iki kat safâ geldin! Bana lüzûmu olmayan şeyleri taharri etmediğim için Allah’a şükrederim. Sen, bana faydası olmayan şeylere vâkıfsın, ben ise senin gördüğün şeylere ehemmiyet vermem. Mâlûmâtın daha ziyâde olursa, mi’den ikileşir mi?

Her cihete ma‘tûf olmakla, bir Cennet bulabilir misin dostum? Eğer saâdet bulmak istersen lâilâheillallah de; kimseye fenâlık etme. O zaman ne insanlardan, ne de mevtten korkarsın, çünki senin de saatin gelecektir.»

Bu kadı, kendi tarzınca, pek hakimdir; şu kadar var ki, biz kadının mektubunu pek ra’nâ buluruz; o ise bizim burada söylediklerimizi pek müstekreh görür. Hele bir cemiyete, bu türlü fikirlerin neticesi, musîbet-resandır.»

Bu mektubun, yazıldığı lisandan Fransızca’ya tercüme olunurken, kaç bin türlü tağyirâta uğradığını tâyin edemeyiz; fakat yemin edebiliriz ki: Renan’ın yazdığı Fransızca, Arâbî ve Farsî veya Türkî’den aynen, tercüme değildir. Çünki, tarz-ı ifâde, elsine-i selâseden hiçbirinin şivesine kat‘â tevâfuk etmez. Mektupta râbıta-i efkâr’dan ve hattâ bâzı fıkralarda mâna ve münesebet’ten eser olmadığı da meydandadır. Her ne hâl ise, tercüme, kâğıdın aynı olsun olmasun, Kur’ân-ı kerîm, ehâdîs-i şerîfe, binlerce kütüb-i dîniyye meydanda iken, bir Musul kadısı’nın mektubunu «mâhiyyet-i îslâmiyyeye delil» göstermek, meselâ Avrupa’nın derece-i malûmatım, geçende, «3 güne kadar kıyamet kopacağını» haber veren râhibin fikriyle istidlâl etmek kabilinden değil midir?

Kadı efendi cahil mi imiş? Mecnun mu imiş? Ma‘tuh mu imiş? O vakitlerce ecânibden mülkün hâlini saklamak mültezem olduğundan M. Layard’ı başından sâvmak için öyle bîr hezeyan dile mukabele mi etmiş? Yâhud, mektubu âdeta istihza tarzında mı yazmış? Bu faraziyyâtın (hangisi sahih olur ise olsun, îtikadiyattan bir bahse kat’a tealluku olmayan bir varaka parçası akaid-i İslamiyyeye burhan gibi gösterilince Avrupa’daki yarım alimlerin din-i Muhammediyi de Zulu mezhebi kadar hıffetle tahkik eylediklerini iddia etmekte haksız mı oluyoruz?

Bu risale-i âcizâneyi mutâlea buyuranlar elbette Renan’ın hutbe’sine bir de netice beklerler; fakat korkarım ki, intizarları biyhûdeye gidecektir; çünki, makaledeki hâtimenin, saded-i bahse kat‘â münâsebeti yok!

Renan, Bağdâd ve Semerkand ve Kurtuba ve Gırpata’da medeniyyet-i hâzıranın me’hazî olacak kadar terakki bulan maârif ve hikemiyyâtın Arab’a mensûb olmadığını,
Akvam-ı İslâmiyye’den hiçbir te’sir ve himâye görmediğim, İslâmiyet’in mâni-i tahsil
olduğunu, Akvâm-ı İslâmiyye’nin sâir milletlerden aşağı kaldığını isbat için, îrad ettiği hutbe’nin son fıkrasında ilmin fevâidi’ne dâir birkaç kelime söyledikten sonra, şu ifâdecikle hatm-i mekal ediyor:

«Ateşli silâh zuhûr ettiği zaman neler söylenmemişti! Mâmâfih, medeniyetin galebesine yardımı göründü. Kendimce, ilmin iyiliğine ve ilm ile yapılabilecek
fenalıklara karşı silâh-ı müdâfaayı yine yalnız ilm’in verebileceğine mutekidim, Velhâsıl ilim, terakkiden başka birşeye hizmet etmez; maksadım, şahıs ve hürriyete hürmet’ten tefriki mümkin olmayan terakkî-i hakiki’dir.»

Zannımca, ma’hûd «bahçeye vurdum kazmayı güzeller bağlar yazmayı» koşmasının iki fıkrası arasında da, hutbe’nin mevzûu ile hatimesi kadar irtibat ve münâsebet bulunabilir! Renan, ilmin fezâiline dâir olan nasihatini ehl-i İslâm için söylüyor ise, kendi fikrine karşı bir hareket olmaz mı? Zâten şâirlerden aşağı kalmağa mahkûm olan bir millete bu nasihat ne fâide verir?

Yok, İslâmiyet’in mâni-i maârif olduğundan tutturup da, bundan, Avrupalılar’ı teşvîk-i ma’rifete bir vesile bulmak ister ise, o kadar aykırı bir girizgâhdan bu maksadı taharri etmek, ilim ve fazlıyla şöhret-şiâr bir zâte hiç de yakışır şeylerden değildir.

Renan’ın böyle cehl-i sırf’tan mütevellid tevehhümât ile mâlâmâl bir hutbe iradiyle istihsâl edebildiği yegâne netice, bize kalırsa, kendisinin edyân aleyhindeki gayzı’na, İslâmiyet’e gösterdiği hücumlar ile de, ne kadar mümkün ise o kadar âdî ve müstekreh bir burhân-ı nevin ikame eylemekten ibâret kalmıştır! Böyle bir netice ile âlem-i İslâmiyet üzerinde hâsıl edebildiği te’sîr ise, bütün âsâr-ı cehâlet ve garezini şu risâle’de birer birer gösterdiğim bu zavallı Akademi hocasının vukufsuzluğuna karşı bir istihkar-ı anîf ile mukabele etmekten başka birşey olamaz!

Cüneyt Apal

Cüneyt Apal

Eğitimci.

cuneytapal@gmail.com

Yorum Yaz

Bu site reCAPTCHA ve Google tarafından korunmaktadır Gizlilik Politikası ve Kullanım Şartları uygula.

Bizi Takip Et!