Kelâmbaz

İslâm Tarihinde Sahte Kahramanlar

Yazımızın başlığını Necip Fazıl Kısakürek’in Sahte Kahramanlar isimli kitabından ilham alarak belirledik. Yine aynı eserden yapacağımız iktibaslarla, yazımızın maksadını ve zemini ortaya koyacağız. Bu zemin üzerine de Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci’nin “İslâm Hukukunda Değişmenin Sınırı” eserinden portreler sunacağız.

Necip Fazıl, Sahte Kahramanlar adlı eserinde kahramanı şöyle tarif ediyor:

“…kahraman, her sahada ve bütün hareket tecellilerinde üstün varlığa, üstün oluşa yol açan, kendisini ve cemiyetini aşan, insanı ve cemiyeti yoğuran ve nefslerini aşmaya davet eden, zamanı delen ve mekânı yırtan hamle örneği üstün insan…”

Necip Fazıl, kahramanları bir de tasnife tâbi tutuyor. Maddede, manada ve hem maddede hem de manada olmak üzere üç sınıf kahramandan bahseden şair, ayrıca bu tasnifin dışında mutlak kahraman (peygamberler) ve nisbî (önemli işler başarsa bile Allah ü Teala’nın teyidiyle gelmeyen adi insanlar) kahraman şeklinde iki sınıftan daha bahsediyor.

Geçmişten günümüze kadar farklı coğrafyalara ait kahraman misalleri sunan Necip Fazıl, kahramanın sahip olduğu vasıfları da şöyle sıralıyor: “Evvela samimiyet, sonra iman, sonra vecd ve aşk, fikir, ahlâk, cehd ve şecaat…”.

Bir ulviyet zirvesi olarak ifade edilen kahramanın eteklerindeki şu üç tip ise yazımız için asıl malzemeyi oluşturacak örneklerdir: özenti kahraman, meccanî kahraman, sahte kahraman.

Özenti kahraman için en güzel örnek olarak Don Kişot’u gösteriyor Necip Fazıl ve bunu şu şekilde izah ediyor:

“(Don Kişot) kendi kahramanlığına inanan bir yarı deliden başka bir şey değildir ve birçok insanın içindeki gizli (Don Kişot)ları ihtar için bir nevi (sembol) olarak seçilmiş muazzam bir tiptir.

Meccanî kahramanlar ise “… kaderin cilvesi içinde, hiç beklemedikleri ummadıkları, çalışmadıkları, anlamadıkları şeylere birdenbire nail oluverirler (…) İşte meccanî kahramanlar, (…) bir nevi tapu halinde mallarıymış gibi bir meziyet veya fazilet iddiasına kalkan bedavacılar, lüpçülerdir.”

Sahne artık sahte kahramanlara ait olabilir. Necip Fazıl, sahte kahramanlarla ilgili olarak çok özel değerlendirmelerde bulunuyor. Bu değerlendirmeleri de özellikle Osmanlı’nın son döneminden verdiği örneklerle somutlaştırıyor.

Öncelikle sahte kahramanın özelliklerini, sahte kahramanların kimler tarafından, hangi memleketler için yetiştirildiklerini aktaralım:

“Kahramanlık vasfını, sıfatını çalanların en tehlikelisi, sahte kahramanlardır! Çünkü onlar, hem özenti, hem meccanî olduktan başka kahramanlıklarını kurdukları rejimle ve zorla kabul ettirenlerdir. Yahut kendi rejimleri geçtikten sonra, onlara dayanan rejimin zorıyle inanılması şart koşulan kahramanlar!.. İşte sahteler bunlardır! Ne kadar da çok şahıs olduğunu görmeniz lazım… Garpta böylelerini ararsanız, meccanî veya sahte olarak, pek bulamazsınız. Çünkü Garplı bunu yutmaz! Biraz sonra anlıyacaksınız sebebini!.. Halbuki garplı, bizim sahte kahramanlarımızı kendisi imal etmiştir! Onun için biz zengin bir hara halinde malikiz bunlara… Bu tarihimizin dışında sahte kahramanları, Allah Resulünün devrinde yalancı peygamber Müseyleme-tü’l Kezzabdan başlayarak Nâsır’lara, Burgiba’lara, Butto’lara kadar getirebiliriz.”

Garp medeniyetinin şarklı sahte kahramanları hangi yollarla ve hangi maksatlara matuf imal ettiğini anlamaya çalışalım. Bu planların ne zaman başladığına, kemal noktasına hangi dönemde ulaştığına ve ortaya çıkan yeni tipin neye benzetildiğine de dikkat edelim:

“Taklit ve hakikat… Bir şey önce taklit olunur, sonra hakikatına erilir, çilesi çekilir, o zaman taklit değildir o… Taklit, Avrupa’lının bize attığı ağdır. Burada mühim bir nokta üzerinde duracağız: Avrupalı İslâmiyetten hiçbir zaman ve mekânda tiksinmemiştir, yalnız korkmuştur. Fakat daima içinde gizli bir takdir hissi de kalmış olabilir; vardır demiyorum. Avrupalı “ehl-i salîb”iyle, şusuyla busuyla, topu ve tüfeğiyle beceremediğini, nihayet kendi üstünlüğüne inanmış iç maymunları yetiştirerek, bizde, bir sevdalı zümresi kurarak beceriverdi.”

İslamiyet korkusundan bir zamanlar ödü patlayan Batının (Rönesans)tan ve bilhassa 19. asırdan sonra içimizde ürettiği inkâr nesilleri, kendi kendimizden ve kendi aslımızdan nefret ajanlarıdır. Batının duyduğu dehşet, içimizde bellibaşlı metodlarla kendi kendimizden nefret ajanlarını doğurdu. O korktu, bizimkiler iğrendi. O korku bizi kendimizden iğrendirmenin yolunu buldu, neticede bizden korkan o, kendi kendimizden tiksinen de biz olduk. Bütün muhasebemiz budur. Doğu namütenahi çirkinleştirilen bir hak, Batı da hudutsuz ziynetlendirilen bir bâtıl içinde yürüdü, gitti. Süslü ve mağrur “bâtıl”, bakımsız ve mahzun “hak”kı dış planda yendi ve bu hain tertip, binbir âdet ve müessise halinde ökse ve tuzaklarını kurdu ve oradan vicdanlara korkunç bir küçüklük ukdesi düştü ve böylece Tanzimat çığırı açıldı. Yüz küsur yıl sonra da felaket kemalini buldu. (…) Bu vaziyette, ancak üstün kahramanın karşı koyabileceği bu hava içinde, her türlü iç ve dış murakabeden yoksun Tanzimat entelektüeli tipi meydana çıktı ve gelişe gelişe gitti. Bu yalnız dışı gören, kavanozu, içindeki reçele dilini uzatamadan camından yalayan bir maymun tipidir. Böylece Tanzimatla beraber bizde sahte kahramanlar fabrikası kuruldu ve o fabrikadan domuz sucukları gibi, kangal kangal sahte kahramanlar meydana geldi, geldi, geldi…”

“İslâm Hukukunda Değişmenin Sınırı” Üzerine

Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci tarafından kaleme alınan İslâm Hukukunda Değişmenin Sınırı adlı eser 2018 tarihi itibarıyla ikinci baskısını yaptı.

Eserin birinci kısmı “Değişmek mi Yok Olmak mı?”, ikinci kısmı ise “Örf ve Âdet” başlıklarıyla sunuluyor. Biz, eserin İslâmiyet’te değişim, modernizm ve modernist isimlerin konu edildiği ilk kısmı üzerinde durmaya çalışacağız.

Batı’nın İslâm dünyasını askerî, idarî ve teknik konularda geçmesi bunu fark eden Müslümanlar arasında “değişim” düşüncesini doğurur. Bu düşünce iki farklı şekilde tezahür eder:

“Birincisi, kendisini hiçbir kayıt altında hissetmeden, her hususta aynen Batılı gibi olmaya çalışmak lazım geldiği istikametindedir. Bunun için de dünya görüşünden, dinî müesseselere kadar her şeyi modernize etmek gerekiyordu.

İkinci temayül ise, İslâm dünyasının, Müslümanların İslâmiyet’in emirlerine hakkıyla riayet etmeyip bid’at ve hurafelere bağlanması sebebiyle bu hâle düştüğü; öyleyse yeniden İslâmiyet’in emirlerine hakkıyla sarılarak meselenin hallolacağı istikametindeydi.”

İkinci temayül arasında da farklı düşünceler beliriyor. Bu farklı düşüncelerden en mühimi de İslâmî kaynakların asrımıza göre ve yeni bakış tarzları ile yorumlanmasıdır. Zaten değişim düşüncesini bir probleme dönüştüren nokta da burası oluyor.

Bir medeniyete mensup insanların geri kalmışlıklarını telafi etmek, bu konuyla ilgili tedbirler almak istemeleri son derece tabiidir. Ancak bu iyi niyetin her zaman doğru sonuçlar vereceğini düşünmek mümkün değildir. Çünkü değişim fikrinin hangi kaynaktan geldiğini iyi bilmek ve değişimin sınırlarını doğru tespit etmek çok önemlidir. Yoksa iyi niyetle çıkılan yolun sonu hiç de hayırlı olmayabilir.

“Müslümanların, XVII. yüzyıldan itibaren ciddî baskılar altında kalarak, çözülmeye başlamaları; XIX. asırda da varoluşlarına yönelik, tarihlerinin en büyük siyasî ve ideolojik meydan okuyuşuyla karşı karşıya kalmaları; İslâm âleminde bazılarını kendi kendine, ‘İslâm hukuku, zamanın ihtiyaçlarına cevap verebilir mi?’ sualini sormaya itti. Vahy ile akıl arasında mukayeseler yaparak, kendilerine aklı hareket noktası alan bu yeni görüşe modernizm, sahiplerine de modernist denildi.”

Şimdi İslâm âlemi için meşhur modernistlerden bazılarını tanımaya ve düşüncelerinden örnekler vermeye geçebiliriz.

Cemaleddin Efgânî

Prof. Dr. Ekinci kitabında Cemaleddin Efgânî, Abduh ve Reşit Rıza’nın çalışmalarından, etki alanlarından, İslâmiyet’e verdikleri zararlardan ve bu yoldan etkilenen nice isimden örnekler veriyor. Modernizm anlayışının bu önemli isimlerine dair aktardığı doyurucu bilgileri verdiği dipnotlar ile muhkemleştiriyor.

Cemaleddin Efgânî

Cemaleddin Efgânî, İslâm âleminde tesirleri ve artçıları çok olan modernistlerden biridir. Hakkında hazırlanmış birçok çalışma ve makale vardır. Aslen İran’ın Esadabad şehrinden olup Şii Azerî bir aileye mensuptur. Efgânî ismini bu özelliklerini gizlemek amacıyla tercih etmiştir. Asıl adı ise Cemaleddin Bin Safder’dir.

Cemaleddin Efgânî, İslâm âleminde daha sonra da rastlayacağımız sahte mehdîlerden biridir. Muhammed ismini ve seyyidlik unvanını bu iddiasını güçlendirmek için kullanmıştır. Âli Paşa’nın daveti üzerine İstanbul’a da gelen Cemaleddin Efgânî, nübüvvetin (peygamberliğin) bir sanat olduğunu (sadece çalışmakla elde edilebileceğini) söylemiş ve filozofların peygamberlerden daha evrensel bir buyruğa sahip olduklarını iddia etmiştir. Bu ifadeleri sebebiyle zındıklık ile suçlanmış ve sınır dışı edilmiştir.

İstanbul’dan sonra Mısır’a gelen Cemaleddin Efgânî, “İdeallerini daha kolay gerçekleştirebileceği inancıyla evvela İskoç Mason Locası’na girdi; bir yaratıcıya inanmadığı için buradan atılınca Fransız Doğu Locası’na bağlı bir Mason locası kurdu. Efgânî, Masonluğu, ‘Çalışma azmi, şeref ve zalimlere karşı direnme yolunda hayatını hiçe saymak’ şeklinde tarif eder.; ‘Masonluk, bir lider otoritesi kurup, onun şahsî emeline hizmet etmekten çok daha üstündür.’ derdi. Yüzlerce talebesini de bu yola soktu.”

Cemaleddin Efgânî bir dönem Paris’te yaşadı. “Burada geleni gideni çoktu. Kahire’den dostu Rus Madam Helena Blavatasky’nin gönderdiği Katolik milliyetçiler, İrlandalı ihtilâlciler, papazlar kapısından eksik olmazdı. Çok esrarengiz bir şahsiyet olan Blavatasky, dinler üstü bir teşekkül olan Teosofi Cemiyeti’nin kurucusuydu.

Paris hayatı, Efgânî’nin dini inancını iyice kaybetmesine yol açtı. İsyankâr bir tavır takındı. Dinin bilim, akıl ve medeniyetin düşmanı olduğuna kanaat getirdi. Ancak faaliyet sahası Müslüman cemiyetinde olduğu için dindar gözükmesi ve dini kullanması icab ediyordu. (…) Müslüman cemaatten uzak düşmemek için dinî vecibeleri yapar gibi gözükmelerini talebelerine ehemmiyetle tavsiye ederdi. Nitekim Şia’nın takıyye telâkkisi bunu emreder.”

Cemaleddin Efgânî, yukarıda belirtilenlerden de anlaşılacağı üzere Batı tarafından desteklenen bir masondur. O, birçok coğrafyada öğrenci / takipçi bulmuş ve talebelerinin çalışmalarıyla tesir sahasını daha da genişletmiştir. Bu öğrencilerinden en meşhurları Muhammed Abduh ve Reşit Rıza’dır. Hepsi birlikte İslâmiyet’i tahrif etme işine yönelmişlerdi. “Bu işte Efgânî plan; Abduh ise program kısmını üstlendi. Biri İslâmiyet’i ‘sivil din’e, öbürü ‘politik din’e çevirmeye çalıştı. Onun, dinde reform planını, Abduh ve Reşit Rıza devam ettirdi. Efgânî böylece bir Luther rolü oynadı.”

Abduh ve Reşit Rıza, onun uç sayılabilecek fikirlerine biraz daha dinî bir görünüm kazandırırlar. Özellikle Reşit Rıza’nın bu çalışmaları modernist İslâm anlayışını daha sistematik bir hâle yaklaştırır.

Efgânî’nin etki alanı ne yazık ki Osmanlı coğrafyasını da kapsıyordu. “Abdullah Cevdet, Ahmet Agayef, Ziya Gökalp, Mehmet Âkif Ersoy, Mehmet Emin Yurdakul, Şemseddin Günaltay gibi isimler tarafından fikirlerine sahip çıkıldı. Günaltay kendisini, “ Şeyh [Efgânî], peygamber kadar şâyân-ı hürmet; ona itiraz edenler, Ebu Cehil kadar lanete müstehaktır. Çünki, Peygamberin zamanındaki İslâmlığı yeniden diriltmeye kalkmıştır.” diyerek metheder.”

Yazımızın bu bölümünde Efgânî, Abduh ve Reşit Rıza’nın modernist fikirlerinden hareket eden bazı Türk aydınlarından bahsedebiliriz.

Celâl Nuri İleri

Celâl Nuri, modernizm savunucusu bir Jön Türk’tür. Önce “Âti” isimli gazeteyi çıkarmış bu gazete kapatılınca “İleri” gazetesini yayımlamaya başlamıştır. Polemikleriyle meşhur bir gazeteci olan Celâl Nuri ayrıca dört dönem de milletvekili olarak meclise girmiştir.

Celâl Nuri İleri

Hukuk, din, dil ve edebiyat gibi konularda eserler kaleme almıştır. İttihâd-ı İslâm adlı eserinde Müslümanların birliğini, Kadınlarımız adlı eserinde Müslümanlık anlayışımızdaki yanlışlık sebebiyle kadınların geri plana itildiğini, Hâtemü’l-enbiyâ adlı eserinde de Peygamber Efendimiz’i -mevcut siyer anlayışlarından farklı olarak- ele almıştır.

Celâl Nuri, hedefine Mecelle’yi ve Ahmet Cevdet Paşa’yı almış; yeni içtihatlarda bulunulması gerektiğini ve Hanefî fıkhının zamanımıza uymadığını iddia etmiştir. Onun bu konudaki düşünceleri Ekinci’nin kitabında İleri’nin “Havâic-i Kanuniyyemiz” adlı eserinden yapılan aşağıdaki alıntı ile verilmiştir:

“Dört imamdan beri gerek insanların muameleleri, gerekse hukukî muameleler değişmiş; şimdiki felsefe ile Eflatun’un; şimdiki matematik ile Arşimed’in farkı ne ise, Hanefî fıkhı ile zamanın fıkhı arasındaki fark o kadar büyüktür. İşte bu inceliği anlamayıp münhasıran eski içtihatlara dayanan kanun şeklini verdiğinden dolayı Ahmed Cevdet Paşa’yı irticâ ile suçlamakta tereddüd etmem. Eski müctehidleri büyük, kendini aşağı görmek pek fena bir usuldür. Bu fikir Zenbilli Ali Efendiler zamanından beri bize girmiş; pek büyük bir tahribat yapmıştır. Bu itibarla Zenbillileri, Ebussuud Efendileri pek o kadar takdir etmem. Cevdet Paşa da onların biraz bayağıca takipçisidir.”

Celâl Nuri, kendinden önce reform yanlısı olup da modernist yaklaşımlara sahip birçok kişiyi bu görüşleriyle geride bırakmış, Ziya Gökalp de onunla paralel bir düşünceyi benimsemiştir.

Ziya Gökalp

Ziya Gökalp

İttihat ve Terakki’nin düşünce dünyasını şekillendiren isimdir. İttihat ve Terakki’ye bağlı Selânik Mekteb-i Sultânîsi’nde sosyoloji dersleri vermiştir. Fikirleri, Cumhuriyet Dönemi için de değerli bulunmuş, öldükten sonra da takipçileri olmuştur.

Herhangi bir hukuk ve din tahsili bulunmayan Ziya Gökalp, “İslâm Mecmuası” adlı dergide hukuki açıdan radikal ve seküler reformlar arayışında olduğunu yansıtan yazılar yazmıştır.

“İttihat ve Terakki hareketi içinde yer alan entelektüeller hep modernleşme yanlısı olmuştur. Ziya Gökalp, bu mevzuda o devir için oldukça cür’etli bir şiir bile kaleme almıştı ki İttihatçıların din tasavvurunu ilan etmesi cihetiyle mühimdir:

Bir devlet ki hukukunu kendi doğurmaz,
Kanununa “gökten inmiş, değişemez” der; 
O, asla bir devlet değil, müstakil durmaz,
Değişmeyen bir varlığı taşıyamaz yer! 
Hâkim olan millet midir, Meşîhat midir? 
Millî Meclis, meb’ûsan mı, Bâb-ı fetvâ mı?
Hep eskidir teşri’, kazâ, mahkeme, îlâm,
Devlet dine kanun yapar, dinse devlete.
Sarıklılar memur olur, fesliler imam,
Devlet benzer Meşîhat’e, din hükûmete!”

Mehmet Âkif Ersoy

İstiklâl Marşı şairi Mehmet Âkif Ersoy için “millî şairimiz” ve “İslâm şairi” gibi adlandırmalar da yapılır. Türkiye’de muhafazakâr camianın bayraklaşmış isimlerinden biridir. Dinî ve millî birçok etkinlikte onun şiirlerinden örnekler okunur, yapılan konuşmalarda onun şiirlerinden alıntılar sunulur. Özellikle cuma hutbelerinde metin içlerine serpiştirilmiş mısraları yer alır. Bütün bu zikredilenler ışığında onun İslâmiyet’i temsil etme noktasında örnek bir şahıs olduğu sonucuna ulaşmak çok zor olmasa gerektir. Peki, gerçekten de öyle midir?

Mehmet Âkif Ersoy

“Mehmet Âkif Ersoy, Türkiye’de modernizmin en mühim mümessillerindendir. Bu zihniyeti ve İttihatçı hüviyeti ile Sultan Hamid’in amansız muhalifleri arasında yer almıştır. “İttihad-ı İslâm” fikrini müdafaa eden bir şairin, yine bu uğurda tahtını veren bir padişaha, böylesine düşmanlığı, doğrusu çoklarını şaşırtmıştır.”

Mehmet Âkif Ersoy’u modernist yapan, onu besleyen kaynaklar kimlerdir? O, bu isimlerle tanıştıktan sonra nasıl bir değişim yaşamıştır?

“İslâm dünyasında modernizmin lideri ve İngiliz siyasetinin destekçisi Cemaleddin Efgânî ve talebesi Mısır Müftüsü Abduh ile tanışması, Âkif’in hayatını değiştirmiştir. Bu iki mason biradere medhiyeler yazmıştır:

“Çıkarıp gönderelim hâsılı şeyhim yer yer
Oradan âlem-i İslâma Cemâleddinler.”

Abduh’un hemen bütün yazılarını Türkçeye tercüme ederek mecmualarda neşretmiş; Osmanlı memleketinde tanınmasında ve modernizmin yayılmasında mühim rol oynamıştır. Bu sebeple kendi te’lifi fazla olmasa bile, Türkiye’de modernizmin öncülerinden biri olarak kabul edilir.

Bize tanıtılan Mehmet Âkif Ersoy ile gerçek Mehmet Âkif Ersoy arasında anladığımız kadarıyla oldukça büyük bir fark var. Buraya almadığımız ancak Ekinci’nin eserinde yer verdiği Mehmet Âkif Ersoy’un şiirlerinden örnekler incelendiğinde bu farklar daha elle tutulur hâle gelecektir kanaatindeyiz.

Bu bahsi Ekinci’nin eserinden yapacağımız şu iktibas ile sonlandırabiliriz:

“Efgânî’nin büyülediği yegâne saf Müslüman elbette Âkif değildi. Ama Müslüman cemiyetinde oynadığı rol fazla oldu. Büyük âlim, hatta (tasavvufa uzaklığına rağmen) evliyâ olarak tanındı. Kemalistlerle sonradan ters düşer görüntüsü sebebiyle, geniş bir muhalif kitle tarafından (tıpkı Fevzi Çakmak gibi) sembolleştirildi. İnkılâp fırtınasından kaçanların sığınmaya çalıştığı bir liman olarak görüldü. Mekteplerde “Atatürk Köşesi”ne alternatif, “Âkif Köşesi”; “Nutuk”a karşı, “Safahat” … Herkesi hamâsete dayalı sathî bir “Âkif Efsanesi” sardı. Buna muhafazakâr kesimden İbrahim Sabri Bey, Necip Fâzıl Kısakürek, Ahmed Davudoğlu ve Kadir Mısıroğlu dışında hiç kimse itiraza cesaret edememiştir.”

Seyyid Kutub

İhvan hareketinin önemli isimlerinden biridir; bir din âlimi değildir. Tıpkı Hasan el-Bennâ gibi cihad taraftarı bir aktivisttir. Modern düzeni “Câhiliye olarak adlandırmış ve eserlerinde cihad fikrini savunmuştur.

Seyyid Kutub

“Gençliğinde batı kültürüne hayran olan Kutub, Pakistanlı “Cemaat-ı İslâmiyye kurucusu Mevdûdî’nin tesiriyle İslâmî harekete yöneldi. O zamanlar İsrail’i destekleyen Amerika’ya reaksiyon olarak Arab dünyasında Rusya’nın ve sosyalizmin popülaritesi vardı. Kutub da dinî kültürü zayıf olduğu için bu cereyana kapılmıştı.”

Seyyid Kutub bir pedagogdur. İhvan hareketinin içinde yer almasına rağmen daha sonra bu hareket mensuplarıyla fikir ayrılığı yaşamıştır. Hapse girmiş ve iki arkadaşıyla beraber siyasî sebeplerden ötürü asılmıştır. Onun bu şekilde ölümü modernistler için eşsiz bir malzemeye dönüşmüş ve Seyyid Kutub davası uğruna şehit düşen bir İslâm mücahidi olarak lanse edilmiştir.

Ekinci, İhvan hareketi için ise şu çok önemli değerlendirmeyi yapar:

“Türkiye’de Millî Selâmet Partisi ve Filistin’deki Hamâs, İhvan paralelinde birer hareket olarak görülür. Modernleşme çağında “Aşağıdan Yukarıya” (önce Müslüman bir cemiyet kurmak) veya “Yukarıdan Aşağıya” (önce Müslüman bir hükûmet kurmak) şeklinde ikiye taksim edilen dine hizmet telâkkisinde ikinci grupta yer almıştır.”

Ali Şeriati

İranlı bir düşünür, bir sosyologtur. Medeniyet ve Modernizm, Marksizm ve Diğer Batı Düşünceleri, Hac, Dine Karşı Din, Şia gibi eserlerin sahibidir. Doktorasını yapmak için Fransa’da bulunur. Meşhed Üniversitesinde ders okutur, konferanslar verir. Bu konferanslar nedeniyle Avrupa’ya kaçmak zorunda kalır.

Ali Şeriati

Eserlerinin isimleri ve hayatına dair diğer bilgiler dikkate alındığında modernist çizgide olduğunu rahatlıkla ifade edebileceğimiz, Türkiye’de de özellikle ilahiyat camiasında muhipleri bir hayli fazla olan Ali Şeriati için Ekinci’nin yorumu şu şekildedir:

“Şia’ya mensup olmakla beraber, bu mezhebin prensiplerinden zaman zaman ayrılan fikirleriyle modernizmin önde gelen mümessillerinden biri olarak tanındı. Fikir yapısında, Efgânî ve İkbâl’in ciddi tesiri oldu. Kur’an’daki ve İslâm tarihindeki şahsiyetler ekseninde dinî tasavvurları kendince modernize etmeye çalıştı. Meselâ Ebû Zer’i “Mümin Sosyalist” olarak vasıflandırdı. Bu sebeple Humeyni rejimi tarafından da çok sıcak bakılmayan bir şahsiyettir. Yeni ictihadların yapılmasını müdafaa ederek modernist hareketin içindeki yerini aldı. Kitapları, siyasî İslâm’ın vazgeçilmez referanslarından biri haline geldi.”

Hamidullah

Devletler hukuku alanında çalışmalar yapmış, Fransa, Amerika gibi ülkelerde bulunmuş ülkemizde de özellikle Fransızcadan tercüme edilen “İslâm Peygamberi” adlı eseriyle tanınmıştır. Temel dini meselelerde tarihselciliğe yaklaşan modernist düşüncelere sahiptir.

Hamidullah

“Hamidullah, mucizelerin, hârikulâde şeyler olmadığını; fizikî zemine zaten sahip bulunan hâdiselerin, Peygamber’in ihtiyaç duyduğu zaman ortaya çıktığını; teknik yollara müracaat ederek sıradan insanların da bunları gerçekleştirebileceğini söyler. Halbuki kelâm kitaplarında, mucizenin 7 şartı sayılırken, bunun hârikulâde bir şey olması da zikredilir.

İsrâ ile Mi’rac’ı aynı hâdise olarak kabul eden Hamidullah, ayrıca bunun bedenî değil; ruhânî bir seyahat olduğunu söyler. Hazret-i Peygamber’in Mekke’den Kudüs’teki Beyt-i Makdis’e gitmiş olamayacağını; buranın, göklerdeki Beyt-i Ma’mur olabileceğini iddia eder.”

Hamidullah aynı zamanda birçok İslam hukuku meselesinde reddedilmiş fikirlere sahiptir.

Tarihselciler

Tarihselcilik, modernizmin yerini almış aşırı bir akımdır. “… tarihselciliğe göre, nasslar, yani âyet ve hadîsler, tarihseldir, yani konuldukları zamanla sınırları çizilmiştir. Bunlar, geldikleri zaman ve şartlar çerçevesinde (hermenötik metodla) tefsir edilir. Şâri’in maksadları, yani hukuk koyucunun bu hükümleri vaz’ ederken gözettiği gayeler tesbit olunur. Sonraki zamanlarda ortaya çıkan meseleler için, bu maksadlar nazara alınarak farklı bir tatbikatta bulunulabilir.

Bu fikrin ilk müdâfii olarak, asırlar evvel yaşayan ve Hanbelî ekolünden yetişmiş Necmeddin et-Tûfî (716/1312) kabul edilir. Tûfî, maslahat prensibine aşırı derecede itibar etmişti. İbâdetlerde değil, fakat mânâ ve gâyelerini aklın kavrayabileceğini iddia ettiği, muamelat ve dünyevî siyâsete dair ahkâmın, istinad eylediği delil ne olursa olsun, zamanın değişmesiyle maslahata muvafık olarak değiştirilebileceğini söylemiştir.”

Muhammed İkbal, Musa Carullah, Fazlurrahman, Muhammed Esed gibi isimler sonraki dönemlerde bu anlayışı canlandırmışlardır.

Fazlurrahman ve Diğerleri

Arap filolojisi bölümünü bitiren Pakistanlı Fazlurrahman, İngiltere’de yaptığı doktoradan sonra felsefe hocalığına getirilmiştir. “Peygamberliği tamamen felsefî bir düşünceyle ele aldığı “Prophecy of Islam” adlı eseriyle tanınmıştır.

“Kur’an-ı kerimin vahiy mahsulü olduğunu kabul etmekle beraber, vahyin Resûlullah’ın kalbine indiğini, onun dili ve kelimeleriyle beraber döküldüğünü ileri sürdü. Bu, “Kur’an-ı kerim, hem mânâ, hem de lafız itibariyle Allah kelâmıdır” şeklindeki Ehl-i sünnet kâidesine terstir.”

Fazlurrahman’ın hadis-i şeriflere bakışı da çok farklıdır. O, hadis-i şeriflerin bir kaynak değeri taşıdığını kabul eder ama çoğunun Peygamber Efendimize ait olmayıp sonradan karşılaşılan meselelere getirilmiş çözüm yolları dolayısıyla birer ictihad olduğunu iddia eder.

Fazlurrahman, “Bankacılık, faiz, ceza hukuku, aile hukuku, aile planlaması, kadının statüsü, miras hukuku, zekât, mekanik kurban kesimi, namaz vakitlerinin sayısı gibi mevzularda, fıkıh kâidelerine tâbi olmak yerine, ilk iki asırda olduğu gibi ihtiyaçları ve sosyal değişiklikleri nazara alarak, Kur’an-ı kerimin maksatları ışığında yeni hal tarzları getirilmesini müdafaa etti. Bu tavrı, Kur’an-ı kerimin zâhirini reddetme; asırlarca devam eden İslâmî ilim an’anesini, tarihî tecrübe ve müktesebatı hiçe saymak ve neticede dinde reform olarak görüldü ve tenkit edildi.”

Fazlurrahman’ın ehl-i sünnet çizgisinin dışında kalan görüşlerinden son olarak bir tanesini de Ekinci Hoca’nın eserinden alarak aktaralım:

“Fazlurrahman’a göre: Her âyet, indiği zaman ve şartlar ışığında yorumlanarak, bütün âyetlerden her çağa ait bir mânâ ağı tespit edilmeli; sonra bugüne dönerek, bugünün şartları ışığında bu mânâları tatbik etmelidir. Kur’an, bir hukuk kitabı değil, Hazret-i Muhammed’in mücâdelesi neticesinde ortaya çıkan meselelere cevap ihtivâ eden tarihî bir metindir. Buradaki hukukî nasslar, geçici hükümlerdir.”

Tarihselciler, işlenen suçlara verilecek cezalar konusunda da farklı düşünmüşlerdir. Millete göre şeriat uygulaması bu farklı anlayışlardan biridir. Bu ideolojinin mensubu olan Keşmirli felsefe doktoru Muhammed İkbal bu konuyu şöyle yorumlamaktadır:

“Suçların cezalarına tealluk eden şeriat değerlerinin bir anlamda o ulusa mahsus olduğu doğrudur. Bunu tatbik kendi başına bir gaye olmadığı için gelecek nesillere sıkı bir düzen içinde kabul ettirilemez.”

Netice

Anadolu’da bir söz vardır: “Allah diyenden korkma.”. Halk bilgeliğinin samimi bir yansıması olarak da yorumlayabileceğimiz bu söz dini değerlere dikkat ederek yaşayan insanların güvenilebilecek insanlar olduğunu anlatmak için kullanılmaktadır. Ancak bu sözün tehlikeli bir yönü de vardır. Dinini doğru öğrenmeyen insanlar, Allah ü Teâlâ’nın adını kullanarak kendini, düşüncesini, hizmet ettiği organizasyonu reklam eden insanların tuzağına düşebilirler. Çünkü bu samimi yaklaşım, bu iyi niyet suistimal edilmeye oldukça müsait bir durumu da yansıtır.

Yukarıda, Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci’nin “İslâm Hukukunda Değişmenin Sınırı” adlı eserinde geçen isimlerden bazılarını kısaca tanıtmaya çalıştık. Bu isimlerin hepsi bugüne kadar bir dava adamı, bir âlim ya da Hak uğruna can vermiş bir şehit olarak anlatıldılar. Bundan sonra da bu şekilde anlatılmaları muhtemeldir. Bahsi geçen eserden yola çıkarak bu isimlerin aslında ehl-i sünnet itikadının uzağında bir yaşayışa, düşünüşe ve hareket tarzına sahip olduklarını kolaylıkla söyleyebiliriz. O halde ortada bir tenakuz durumu söz konusudur. Hak gibi gösterilen bir bâtıl ile karşı karşıyayızdır.

Necip Fazıl Kısakürek’in “Sahte Kahramanlar” adlı eserinden yazımızın başında bazı iktibaslar yapmıştık. Kahramanın tarifi, vasıfları; sahte kahramanın tarifi ve özellikleri sunulmuştu. Yine bu eserden yola çıkacak olursak mezkûr isimlerin hangi sınıflandırmada yer alacaklarını belirlemek kolay olacaktır.

Batı’dan gördüğü destekle İslâmiyet’e saldıran, meşru halifeyi “kızıl kâfir” olarak nitelendiren, masonik hareketten beslenen, gençleri “cihad” safsatalarıyla ölüme gönderen insanlar için “İslâm âleminin sahte kahramanları” değerlendirmesinde bulunmak en doğru tespit olacaktır.

Son olarak Alev Alatlı’nın “İhmal Edilebilir Nasihatler” adlı televizyon programında söylediği “İslâm’ın sahicisi Torosların kuzeyindedir.” sözünden yola çıkarak şu değerlendirmeyi yapabiliriz. İslâmiyet’i en doğru şekilde öğrenmek ve yaşamak gayesinde olan bir insan için bu topraklarda ulaşabileceği birçok eser, birçok imkân vardır. Yeter ki samimi bir yaklaşımla bu kaynakları değerlendirsin. Çünkü gayret bizden tevfik Allah ü Teâlâ’dandır.

Yazarın Diğer Yazıları

Ahmet Arvasi Hoca ile “Sohbetler”in Işığında

Hikâyeye Göç Zamanı

Emrah Oflaz

Emrah Oflaz

Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni

Yorum Yaz

Bu site reCAPTCHA ve Google tarafından korunmaktadır Gizlilik Politikası ve Kullanım Şartları uygula.

Bizi Takip Et!