Kelâmbaz

Tanpınar’ın Gözünden Süleymaniye Camii

Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Beş Şehir’i mutlaka okunması gereken eserler arasındadır. Kitapta usta edebiyatçının gerek edebiyat gerekse kültür tarihimize dair Süleymaniye Camii üzerinden yaptığı değerlendirmelerinden bir parça okuyalım.

İstanbul’un mazisi insana yalnız bu cinsten içlenmeler vermez. Dadaloğlu:

Ölen ölür kalan sağlar bizimdir

diyor. Bir medeniyetten öbürüne geçerken, yahut düpedüz yaşarken kaybolan şeylerin yanı başında zamana hükmeden gerçek saltanatlar da vardır. Bir kültürün asıl şerefli tarafı da onlar vasıtasıyla ruhlara değişmez renklerini giydirmesidir. İstanbul’da tâ fetih günlerinden beri başlayan bir mimarî nesillerle beraber yaşıyor. Asıl Türk İstanbul’u bu mimarîde aramalıdır.

Kendisini bir tek mimarî üslûbuna bu kadar teslim etmiş şehir pek azdır. Bu yönden İstanbul’u, Roma, Atina, Isfahan, Girnata ve Brugge gibi şehirlere benzetenler haklıdır. Hattâ İstanbul’un onlardan biraz üstün tarafı da vardır. Çünkü, İstanbul sadece âbide ve âbidemsi eserlerin bol olduğu şehir değildir. Şehrin tabiatı bu eserlerin görünmesine ayrıca yardım eder. İstanbul her süsün, her kumaşın kendisine yaraştığı, ayrı ayrı hususiyetlerini açtığı o cömert yaratılışlı güzellere benzer. Yedi tepe, iki, hatta Haliç’le üç deniz, bir yığın perspektiv imkânı ve nihayet daima lodosla poyraz arasında kalmasından gelen bir yığın ışık oyunu bu eserleri her an birbirinden çok başka, çok değişik şekillerde karşımıza çıkartır.

Yukarıda ayrı ayrı İstanbul’lardan bahsettim. Mimarî ile perspektiv imkânları da birbirinden ayrı bir yığın İstanbul yapar. Topkapı’daki Ahmediye Camii’nin caddeye yakın kapısından veya bu caddenin herhangi bir boş arsasından, bir yığın yangın yerinin üstünden atlayarak gördüğümüz âbideler şehriyle, Yedikule kahvelerinden baktığımız zaman deniz kenarındaki sur parçalarıyla büyük camilerin birbirine karıştığı mehabetli manzara arasında ne kadar fark vardır. Marmara’dan gelen yolcuyu tâ uzaktan avlayan beyaz kubbeler ve minareler memleketi, Yeşilköy üstlerinden baktığımız zaman süzgün ve sümbülî bir serap olur. Süleymaniye’nin dış avlusundan görülen ve insana camiin bir parçası, çok ustaca düzenlenmiş, geniş planlı, ağaçlı, büyük suları olan bir üçüncü avlusu duygusunu bırakan Boğaz, vapurla geçerken gördüğümüz başka bir tepeden seyrettiğimiz Boğaz’dan çok farklıdır.

Böylece, Çamlıca ile Üsküdar tepeleri, Küçük Çamlıca’nın geniş rüzgârlı balkonu, Eyüp sırtları gözümüzün önüne gündelik ekmeğimiz olan bir manzarayı başka kıyafetlerde yayarlar; İstanbul, Yahya Kemal’in:

Baktım, konuşurken daha bir kerre güzeldin

mısraiyle övdüğü güzele benzer.

Doğrusu da budur. İstanbul, ya hiç sevilmez; yahut çok sevilmiş bir kadın gibi sevilir; yani her hâline, her hususiyetine ayrı bir dikkatle çıldırarak.

Bu güzelliklerde peyzajın kendisinden sonra, yahut onunla beraber en büyük pay, şüphesiz mimarînindir. Bu üst üste hayal mevsimleri hep onun beyaz çiçeği etrafında, bu sessiz orkestranın nağmelerini biraz daha derinleştirmek, daha renkli, daha içten yapmak için açarlar. Lodos poyrazla, akşam sabahla, mevsimler birbirleriyle âdeta bunun için yarış ederler.

O, aydınlığın daima zengin rüyası, saatlerin sazıdır. Eski ustalarımızın asıl başarısı tabiatla bu işbirliğini sağlamalarındadır. Pek az mimarîde taş mekanik rolünü, şekiller sabit hüviyetlerini İstanbul camileri kadar unutur, pek az mimarî kendisini ışığın cilvelerine İstanbul mimarîsinde olduğu kadar hazla, onun tarafından her an yeni baştan yaratılmak için teslim eder.

Bir katedralin heykel kalabalığını mimarî tesirle karıştıranlar, istedikleri kadar başka sanatları övsünler; benim hayranlığım, çıplak bir insan vücudu gibi yalnız kendisi olmakla kalan âbidelerin yapıcılarına, ruhlarındaki ilâhî nispet sezişiyle duayı zekânın bir tebessümü hâline getiren, duygusuz maddeyi güneşin adına söylenmiş bir kaside yapan mimarlarımıza, çoğunun adını unuttuğumuz ve hayatımızda hüküm süren gömlek değiştirme telâşı içinde eserlerine bir kere olsun dönüp bakmadığımız, hattâ sabırla, îmanla, karış karış işledikleri şehrin hangi köşesinde, hangi devrilmiş servinin altında yattıklarını bilmediğimiz o derviş feragatli ustalara gider.

Onlar İstanbul’u iyi bir elmas yontucusunun eline geçmiş bir mücevher gibi işlediler. Niçin övünmeyelim? Dışından ve içinden camilerimiz kadar güzel mimarî eseri azdır.

Şüphesiz bu bir günde olmadı. Bu incinin böyle sade kendi ışık külçesi olarak teşekkül edebilmesi için ilkin Selçuk sedefinin yüzyıllarca bir yığın mazi mirası ve yerli anane üzerine kapanması, sonra İznik’le Bursa’nın imbiklerinden geçmesi, kabuklarını yavaş yavaş atması; Nilüfer imaretinde, Yıldırım’da, Yeşil’de, Edirne’deki Üç Şerefeli’de sağlamlığını denemesi lâzım geldi.

İmparatorluk mimarîsi imparatorluğun kendisine benzer: Kayserlerin tahtına yerleşmek için karargâh payitahtlarda, yeni fethedilmiş şehirlerde bir yığın mirası, geleneği ayıkladı, birçok incelikleri denedi, sonunda Fatih’in pazısı büyük şehrin kapılarını kendisine açtığı zaman, kudretinden emin Ayasofya’nın yanı başına geçip oturdu.

Gerçek Bizans saltanatı Fatih ile Bayezıt külliyelerinin, İstanbul’un iki tepesine bir fecirden ardı ardına boşanmış güvercin sürüleri gibi beyaz ve yumuşak kondukları zaman yıkılır. Üçüncü tepeyi onlardan hemen biraz sonra gelen Sultanselim’in çok usta ve rahat plastiği fetheder.

Bayezıt Camii, İstanbul’un toprağına atılmış bir çekirdek gibidir. Bütün ilerideki gelişmeler, çiçek açmalar, bütün feyizli mevsimler onda vardır. Gelenek, camiin bittiği sıralarda, II. Bayezıt’ın fakir bir kadından aldığı bir çift güvercini buraya hediye ettiğini söyler. Bu rivayet benim hoşuma gidiyor.

Evliya Çelebi, Bayezıt Camii için tükenmez hazinedir. Camiin kıble yerini tayin edemeyen mimar, Sultan Bayezıt’a, mihrabı ne tarafa koyalım, diye sorar. O da “Şu ayağıma bas!” der. Mimar basınca Kâbe’yi görür.

Camide ilk cuma namazını kıldıran da, akşam, ikindi namazlarının sünnetini bir kere olsun bırakmamış olan Sultan Bayezıt’tır.

Yine ona göre camiin nâzırı “Şeyhülislâmlar olmak haysiyetiyle ders-i âmı şeyhülislâmlardır. Haftada bir kere ders takrir ederler.” Evliya’nın zamanında camiin dışı baştan aşağı ağaçlıkmış.

Bayezıt Camii, karşısındaki imaret, meydanın öbür ucundaki medrese ve hamamıyla bütün bir külliye idi. II. Bayezıt bu külliyeyi eski Bizans Heraklius camiasının tam bulunduğu yerde yapmakla şehrin manzarasını değiştirmişti.

Kanuni’nin tahta çıktığı senelerde ise İstanbul Camii, han, hamam, medrese, büyük saray, evliya türbeleri ve çeşmeleriyle tam bir Türk şehriydi. Yalnız bize ait olan bu manzaranın şimdi deha ile tamamlanması, bu gelişmeyi bir infilâk hâline getirmesi lâzımdı.

İşte Sinan bunu yapar. Yaratıcı, nizam verici hamleleriyle İstanbul ufkunu, mermeri, kalkeri, porfiri, kubbeyi, kemeri, istalaktiti, asırlık şekilleri birbirine karıştırır; nisbetleri değiştirir, tenazurları kırar, sanki dehasıyla kendisinden öncekilerin tecrübelerini, buluşlarını bir sonsuzluğa taşımak istiyormuş gibi, her şeyi genişletir, büyütür, sayıları çoğaltır, her motiften ayrı ayrı şekiller ve terkipler çıkartır.

Her mimarî üslûbu bellibaşlı birkaç mesele etrafında toplanır. Sinan geldiği zaman imparatorluk mimarlığının başlıca iki meselesi vardı. Bunlardan biri yapıya şeklini, hüviyetini veren kubbe idi. Öteki de yan cephelerin düz duvar biteviyeliği idi. Sinan, ikisiyle de âdeta oynar. Kubbeyi içerden mâbedin üstüne, mesnetleriyle alâkası görünmeyecek şekilde asar. Dışardan ise yarım kubbe, küçük gerdanlık kubbeler ile, oyunlarla onu bütün büyük nisbetlerine rağmen âdeta tabiî bir teşekkül hâline koyar.

Yan cephe meselesini ise daha Şehzade Camii’nde halleder. Onun kemer, sütun, galeri ve pencerelerle yaptığı terkipler variyasyonu gerçekten şaşılacak şeydir. Zaten büyük ile zarifi, organik ile süsü bu kadar birbirinde bulan deha azdır. Ritmi nasıl kırar, nasıl yeniden ona döner?

Fakat asıl şaşırtıcı tarafı yaratıcılığındaki genişliktir. Herkes Şehzade’nin kubbelerine hayran iken, o kendisini Süleymaniye’nin aydınlık boşluğuna bırakır ve kartal kanatlarının tek bir süzülüşü ile İstanbul’un bir tarafını Boğaz’ın yarısına kadar doldurur. Oradan velveleli bir uçuşla eski payitahta, Edirne’ye geçer, Selimiye’nin mücevher çağlayanlarını kurar. Arada çifte Mihrimahları, Rüstem Paşa’ları, Piyale’leri, Kılıç Ali’leri; Sokullu camileriyle, medreseleriyle, su kemerleriyle, türbeleri, çeşmeleriyle, sarayları ve köşkleriyle, küçük mescitleriyle, İstanbul’u baştan başa fethetmişti. Kim bilir, bıraksalardı, imparatorluğun kendisi kadar geniş ve zengin sanatı belki de bütün İstanbul’u yedi tepesinde yedi kubbeyle tek bir bina hâlinde işler, bu kubbeleri vadilerin üstünden aşan ve sırrı yalnız kendisinde olan kemer galerilerle birbirine bağlar; aralarından büyük ağaçların yeşilliğini bir mükâfat gibi fışkırtır; tatlı meyillere medreselerini, şifahanelerini oturtur; taştan ebediyet rüyasını kademe kademe üç kıyıya kadar indirirdi.

Bunu yapamadıysa bile, hemen benzerini yaptı. Bu rüyayı bir yıldız dizisi gibi kırdı ve benimsediği şehirden başlayarak geniş imparatorluğun dört bucağına dağıttı.

Çekiç seslerinin gazâ tekbirleri ve zafer nâralarıyla, kılıç, nal şakırtılarıyla yarıştığı muzaffer, mesut devir! Koca imparatorluğun her tarafında beyaz taş yontuluyor, büyük kazanlarda kubbeler iç kurşun eritiliyor, yarı simyager, yarı evliya kılıklı ustaların, başında bekledikleri çini fırınlarında nar çiçeklerinin, karanfillerin, badem, erik çiçeklerinin bir daha solmayacak baharları; tevhitlerin inancı fetih âyetlerinin müjdesiyle beraber ağır ağır pişiyor; küçük, izbe dükkânlarda, yassı tunç tokmakların altında medreselerin, şifahanelerin, kervansarayların, hanların, büyük sarayların, sebil ve çeşmelerin saçakları, kitabelerin, yaldız süsleri için altın, dövüle dövüle kelebek kanatları kadar ince, menevişli yapraklar hâline getiriliyordu. Süleymaniye’nin avlusunda, henüz bitmiş cami için, hattatın elinden yeni çıkmış bir âyeti taşa geçirmeye çalışan işçi, başını kaldırıp baktığı zaman Üsküdar’da yeni başlanan bir cami için Marmara’dan, Akdeniz adalarından iri mermer kütleleri taşıyan yelkenlilerin büyük martılar gibi iskeleye yaklaştığını görüyor; Kastamonu ormanlarından yeni getirilmiş keresteleri taşıyan hamalların gürültüsü kendisine kadar yükselen taze çam ve ardıç kokuları arasında kulaklarında uğulduyordu.

Çok defa düşünürüm: Bâkî ile Sinan acaba dost oldular mı? Süleymaniye’nin yapıldığı yıllarda Bâkî yirmi beşle otuz arasında genç bir molla idi. Bir yıl kadar da Süleymaniye binalarının inşasına nezaret etmişti. Kim bilir, belki de Türkçeyi o kadar kudretle bükmesini burada, nizamını yakından bilmediği bu sanatın göz önünde, çıldırtıcı bir sağlamlıkla yükselişini göre göre öğrenmiştir. 1572’de, hocası ve hâmisi Kadızade ile Halep’ten döndüğü zaman elbetteki ilk cuma namazını, bir vakitler temelleri arasında dolaştığı bu camide kılmış, onun bitmiş kemerlerine, sütunlarına, şaşırtıcı mihrabına, Evliya Çelebi’nin kendisine has buluşu ile genişliğini, mermer döşemelerinin beyazlığını, “harem-i beyaz”, “ak yayla” diye anlatmağa çalıştığı ve billûra benzettiği avlusuna, zafer kasidesi kapılarına uzun uzun bakmıştı. Belki de bütün imparatorluğun gururu olan mimara koşmuş, ellerine sarılmış:

İlâhî Sinan! Ey susan taşın ve konuşan hacimlerin şairi; ey maddenin uykusuna kendi nabzının âhengini hepimizin îmanıyla beraber geçiren! Aydınlığı en bilgili terkiplerde eritilmiş madenler gibi yumuşatıp ondan zaferlerimize hil’atler biçen! Sen bu şehre bütün dünyanın kıskanacağı bir cami yapmakla kalmadın; insan düşüncesinin erişilmesi güç hadlerinden birini tespit ettin.” demiştir. Hayır, elbette ki Bâkî böyle şişkin, böyle taklit dille konuşmazdı; ona daha basit, çok basit ve çok güzel, bir duaya benzer şeyler söylemiştir.

Kanunî Boğaz’da veya Haliç’te sık sık yaptığı gezintilere Bâkî’yi beraber götürürmüş. Efendisi için o muhteşem mersiyeyi yazarken, belki de bu gezintilerden dönüşlerinde, Hisar’ların kilidini aştıktan biraz sonra, yahut Sütlüce’den uzaklaşır uzaklaşmaz karşılarına çıkan ve bir daha ufuktan ayrılmayan Süleymaniye’yi düşünmüş, onun uçmağa hazır, gergin kütlesini bir örnek gibi almıştı. Şiirimizde gerçekten mimarî konstrüksiyon bu manzume ile başlar.

Üsküdar’da, güzelliğini Yahya Kemal’den tanıdığımız Eski Valde Camii’ Sinan’ın son eserlerindendir. Yahut hiç olmazsa plan ve ilk inşaat onundur. Bu cami ve etrafı, hayrata yapılan ve manzarayı bir tarafından kapayan ilâvelere rağmen hâlâ Türk İstanbul’un en güzel köşelerinden biridir. Bu camide semt ile çok iyi anlaşan bir kendi içine çekiliş vardır. Cami, II. Selim’in çok sevdiği karısına bir hediyesidir. Fakat saltanat âdâbı karısının adını söylemeğe mâni olduğu için, ondan “Ferzend-i ercümend oğlum Murad tâle bekauhu validesi seyyidetül muhaddarat ilâ ahirihi damet ismetühâ cânibinden Üsküdar’da bina olunacak” diye bahseder. Bu hicabı beğenmemek kabil değil. II. Selim, “Kıdvetül-emâcid ve’l ekârim Sinan zîde mecduhu” diye onu över, Bâkî, Sokullu, Sinan, Piyale Paşa, Kılıç Ali Paşa, Hüsrev Paşa: İşte bu fâni dünyada babasından II. Selim’e kalan miraslar.

Sinan bir ananeyi tek başına tüketen, kendinden sonra gelenlere pek az bir şey bırakan sanatkârlardandır. Yunan heykelinde Fidias, Rönesans’ta Michel Ange ve Palladio, birkaç neslin birbiri ardınca sarfedeceği gayretlerle ve arada sanat hamlelerinin gerçekten kendileri olabilmek, bütün kazançları lâyıkıyla benimseyebilmek için muhtaç oldukları o zaman fasılasıyla elde edilmesi gereken şeyleri nasıl tek başlarına tüketmişlerse, o da mimarîmizin büyük imkânlarını kendi ömründe öyle harcar. Onun içindir ki çırakları arasında en mesutları Hindistan’a çağrılanlar oldu. Ancak onlar yeni bir iklimde ve bizimkinden ayrı geleneklerin arasında kudretlerinin tam ölçüsünü verdiler. Hattâ bu yer değiştirme sayesinde Sinan’dan önceki mimarlığımızı daha rahat hatırladıkları da söylenebilir.

İstanbul’da kalanların işi daha güçtü. Her nisbeti ayrı ayrı deneyen ve en müşkül terkipleri ezberlenmiş bir şey gibi icat eden, aradığını kendinde bulan bu devden sonra şahsî olabilmek için ya geleneği kırıp yeni yollar aramak yahut da çok sabırla çalışmak lâzımdı. Millî hayatın kıvamını bulduğu, hudutlara varıncaya kadar her şeyin yerli yerine oturduğu XVII. asırda birincisine, hele cami gibi dinî eserlerde imkân yoktu. Tek kubbeli camii biz Hristiyanlığın katedral üslûbu gibi bulmuştuk. Kolay kolay vazgeçilemezdi. O devirde Türkiye kendi kendine yetiyordu. Bütün Şarkın gözü, millî hayatın en küçük pas lekesi değmemiş aynası olan ve zevkinde tamamiyle millî olan İstanbul’da idi. Bütün modalar, zarafetler, ferdî ve içtimaî hayatta her türlü yaratıcı hamle etrafa oradan gidiyordu. O kadar her cüzü birbirini tutan hayatımız vardı; bu hayatın arkasında öyle bir şuurlu ruh yaşıyordu ki bu terkipte en küçük bir çatlağa hiç kimse razı olamazdı. Dışardan gelecek bir tesire sade Garp için değil, Şark için de kapalıydık. İskolastik tahsile, dinî tesirlere rağmen Arap zevki imparatorluğa girememişti. Kaldı ki edebiyatımıza üç asır örnek olan İran bile bizden ayrı ve uzak telakki edilmeğe başlanmıştı. İmparatorluk İklim-i Rûm idi. Millî olmadığı yerde mahalli kalmak biricik düsturu idi. Bununla övünürdü. Bu itibarla mimarlarımız gelenekten ayrılmazlardı. Zaten yaptıkları şeyin güzelliğini, asilliğini biliyorlardı. Onun için daha gerilere zaman zaman dönmek şartıyla Sinan’ın bıraktıkları içinde dolaştılar. Hem merkez kubbe ile yan kubbelerin teşkil ettiği bütün, son sözünü söylememişti. Bu tanburda, icat veya hüner, aranacak ve bulunacak bir yığın nağme vardı. XVII. asır mimarları ve daha ince bir zevkle onları devam ettiren XVIII. asrın ilk yarımı bu nağmelerden hiçbirini kaçırmaz.

Sinan’dan sonra Türk mimarlığının meşalesini eline alan Sadefkâr Mehmed Usta’nın bazı nisbet değişikliklerine bakarak ondan tamamiyle ayrıldığını iddia edemeyiz. Çünkü Sultanahmet’in hususiyetini veren dört yarım kubbe üstünde yükselen orta kubbe fikri, Şehzade Camii ile Sinan’ındır. Her eserinde yeni şekiller aramaktan hoşlanan ve bazen bulduklarını âdeta kaydetmekle iktifa eden Sinan, bir daha ona dönmemişti. Sadefkâr Mehmed, ustasının buluşunu çok değiştirmiştir. Bu değişikliklerin başında dışardan binaya kademe kademe yontulmuş bir dağ manzarası veren küçük yarım kubbeler manzumesi vardır.

……..

(Beş Şehir – Ahmet Hamdi Tanpınar, Dergah Yayınları s.137-145)

Kelambaz

Kelambaz

Tarih • Kültür • Edebiyat • Fikir • Aktüalite

Yorum Yaz

Bu site reCAPTCHA ve Google tarafından korunmaktadır Gizlilik Politikası ve Kullanım Şartları uygula.

Bizi Takip Et!