Kelâmbaz

Pozitivizm: Doğuşu ve Osmanlı’ya İntikali

Pozitivizm denince ilk olarak maddi vakalara ehemmiyet verme, deneysel bilimlerin ön plana çıkması, bilginin elde edilmesinde bilimsel metotların kullanılması gibi, epistemolojik temelinde müşahhas yani somut ve gözlemlenebilir hadiselerin ve olguların geçerli olduğu bir felsefi sistem anlaşılır. Metafizik hadiseleri ve ilahi mefhumları, tecrübe ve gözleme dayanmadığı için reddetme temayülünde olan bu felsefi görüş, aklı ön plana çıkarmakta ve sadece akıl ve deney ile kavranabilen hadiselerin varlığını kabul etmektedir.

Pozitivist düşüncenin temeli Avrupa’da 16.yy’da başlayan tecrübi ilimlerdeki gelişmeye paralel olarak tabiat hadiselerinin arkasındaki matematiksel kanunların keşfine dayanmaktadır. Bacon, Galilei, Descartes, Leibniz gibi dönemin bilim adamları tecrübi ilimlerde kaydettikleri mesafelerle Avrupa’da ampirizmin öncüleri oldular ve sonra gelen ilim ve fikir adamlarına ilham kaynağı oldular.

Pozitivist düşüncenin modern anlamada kurucusu kabul edilen Auguste Comte (1798 – 1857), Descartes ve Lebniz’in kendisinin habercisi olduklarını belirttikten sonra “Pozitif felsefenin bu iki kurucusu zihni rejime kendiliğinden işaret ettiler. Ben sadece yeterli bir toplum itişi altında pozitivizmi tamamlayıp sistemleştirdim” demektedir (Korlaelçi, 47). Comte’a göre içtimai hadiselerin de felsefeye dahil edilmesiyle pozitif felsefe tamamlanmış olacaktır: “Siyasi ve içtimai fikirler bir kanuna göre birbirini takip ederler. Bu kanun bilindiğinde tarih bir kaos olmaktan çıkar ve fizik, astronomi gibi bir ilim haline gelir. Tarihi hadiseler, biyolojik vakalardaki zaruretin aynısı olan bir zaruretle birbirini takip eder ve birbirine bağlanırlar.”

Pozitivist tarih anlayışı ve dinler

Üç hal kanunu Auguste Comte’un felsefesinde önemli bir yer işgal eder. Bu kanuna göre insanlık; ilahiyatçı, metafizik ve pozitif olmak üzere üç aşamadan geçmiştir. İlahiyatçı aşamada tabiat hadiselerinin tabiat üstü kuvvetler tarafından idare edildiği düşünülür. Metafizik aşamada alemin sevk ve idare edilmesi soyut bir kuvvet ve prensip tarafından gerçekleştiği sanılır. Son aşama olan pozitif aşamada ise hadiselerin izahında ilahi duygular ve soyut kuvvetlere yer olmayıp, olaylar sadece deney ve gözleme dayanan sebeplerle açıklanmaktadır (Korlaelçi,102-108).

Comte’a felsefesini geliştirirken hakim olan düşünce görüldüğü gibi her türlü ilahi ve metafizik unsurlardan uzak, sadece akıl ve bilimdir. Comte’un bu fikirlerinin damıtılmış hali Ernest Renan (1823-1892)’da ifade bulmaktadır: “Bir gün gelecek artık insanlık inanmayacak fakat bilecektir; şimdi fizik alemini bildiği gibi metafizik ve manevi alemi de bildiği gün gelecektir.” Renan daha da ileri giderek pozitivizmin tabiat üstü olan her inanç sistemini yıkmak isteyeceğini ve burada genel hedefin İslam olduğunu dile getirerek şöyle devam etmektedir: “İslamlık, yalnız Avrupa biliminin tesiriyle yok olacak ve tarih bu muazzam olayın sebeplerinin ortaya çıkmaya başladığı yüzyıl olarak bizim asrımızı gösterecektir.

Doğu memleketlerinde gençliğin Avrupa bilimini almak üzere Batı okullarına gelmekle bu bilimin tabi ve ayrılmaz neticesi olan şeyi, rasyonel metodu, tecrübe zihniyetini, gerçeklik duygusunu, her türlü tenkit dışında tasarladıkları besbelli olan din masallarına inanmanın imkansızlığını beraberinde alıp götürecektir. Şüphe yok ki şimdi İslam aleminde yanlış zannedilen bu fikirler, modern metotlarla ülfet peyda eden zekalarda Kur’an’dan daha fazla kuvvet bulmakta gecikmeyecektir.” (Korlaelçi, 29).

Renan’ın bu fikirlerinden şu netice çıkmaktadır: kendisi dini bir eğitim almış olmasına rağmen bilimin yıkacağını tahmin ettiği inanç sistemlerinden biri olan kendi dini ve daha iyi bildiği Hristiyanlık yerine  hedefe ilk İslamiyeti oturtmuştur. Bunun sebebi Avrupa zihniyetinin öteden beri süregelen İslam dinine karşı menfi bakışı olabileceği gibi kurmayı düşündükleri felsefi sistem (veya İnsanlık Dini) karşısında en büyük engel olarak gördükleri inanç sisteminin, tahrif olmamış yapısıyla İslam dini olması da olabilir.

İnsanlık dini

Tüm bu din karşıtlığına rağmen Comte, kurmaya çalıştığı felsefi sistemin işleyişi bakımından dini doktrini lüzumlu görmüştür. Dinin, ahlaki disiplin ve içtimai otorite bakımından önemini bilen Comte, diğer bütün dinleri inkar etmesine rağmen; tanrısı insanlık, amentüsü bilim ve peygamberi Comte’un kendisi olan, adına “İnsanlık Dini” dediği evrensel bir din kurmak istemiştir. Hatta bu dinin tatbikatının nasıl olacağını bildiren Pozitivizm İlmihali isminde bir kitap bile yazmıştır. Auguste Comte kurduğu yeni dinin diğer milletlere de yayılmasını arzulamaktadır.

Kendi yaptığı sıralamaya göre Rusya, Osmanlı Türkiye’si ve İran bu yeni dinin mensupları olacaktır. Burada Osmanlı’ya hususi bir ehemmiyet vermektedir. Zira Comte’a göre Müslümanlar Afrika’yı pozitif dine inandırmada “Avrupalı havarilerden” daha elverişlidirler (Korlaelçi, 27). Bunun için 1852 yılında Rus çarına yazdığı mektupta kendisini yeni kurduğu dine davet edip aynı zamanda koruyuculuğunu üstlenmesini teklif etmektedir. Benzer bir mektubu o sıralarda sadaretten çekilmiş bulunan Mustafa Reşit Paşa’ya yazar. Comte bu mektupta, kurduğu doktrinin genel özetini sunacak olan Pozitif İlmihalin Reşit Paşa tarafından kabul edilmesini de ümit etmektedir.

Auguste Comte’un önde gelen takipçilerinden olan Pierre Lafitte (1823-1903) de üstadı gibi Doğu’yu ihmal etmez ve Midhat Paşa’nın 1877’de Paris’te bulunduğu bir zamanda bir grup pozitivist ile birlikte Paşa’yı ziyaret ederek kendisine pozitivizm hakkında bilgi verirler. Her türlü dini ve etnolojik ön yargılardan uzak olduklarını ifade ettikten sonra gayelerinin Doğu’nun ve Batı’nın ortak menfaatleri için bir sistem kurmak olduğunu söylerler. Pozitivizmle Osmanlı elitleri arasında olan bu ilk temasların devamı da gelecektir.

Nitekim Osmanlı fikir hayatına pozitivist ve materyalist fikirlerin girmesi felsefi kanallar yolu ile olmayıp edebiyat akımları, fen dersleri, tercüme faaliyetleri, yabancı tedrisat yapan okullar, Avrupa’ya gönderilen talebeler ve dernekler gibi dolaylı yollardan olmuştur. 1826’da 2. Mahmud Han döneminde açılan Mekteb-i Tıbbiyye’nin asıl batılılaşması, 1838 senesinde Viyana Üniversitesinden Dr. Bernard’ın muallim-i evvel ismiyle getirilmesi ile başlar. Prof. Bernard’ın anatomi derslerini ilk defa gerçek kadavra üstünde yapmaya başlaması, pozitivist fikirlerin tohumlarının ekilmeye başlaması olarak telakki edilebilir.

Nitekim Mac Farlane’in 1847 senesinde bu okulu ziyareti sırasında gördüğü manzara oldukça şaşırtıcıdır. Okulda materyalist bir eğitim sisteminin olduğunu belirttikten sonra fakültenin kitaplığındaki materyalist filozofların kitaplarının sayısındaki çokluk karşısında hayrette kaldığını ifade eder. Hatta bir yerde gördüğü Baron d’Holbach tarafından yazılan dinsizliğin el kitabı hüviyetindeki “Systeme de la Nature” isimli eseri incelerken yanına gelen Türk bir doktor, kitap ve müellifi hakkında methiyelerde bulunmuştur. Bu manzara Avrupâî  olmanın ancak dinden uzaklaşmakla mümkün olacağı  telakkisinin gitgide yerleştiğini göstermektedir . Buna benzer yanlış telakkilerin daha sonra gelen birçok Osmanlı elit’inde de bulunduğu üzücü bir şekilde müşahede edilecektir (Korlaelçi, 198).

Osmanlı’ya geçiş

Osmanlı elitlerinin bir kısmının fikir dünyasında kök salmaya başlayan pozitivizm, materyalizm, natüralizm gibi akımlar, temelde maddeci bir bakış açısına dayanmaktadır. Bu felsefi görüşlere göre kuvvet ve maddenin, hayatın iki ana fiili olduğu kabul edilmektedir. Kainattaki hadiseleri açıklarken sadece kuvvet ve madde gibi materyalist unsurları kullanan, ilahi bir gücü reddeden ve “Nature et Science” isimli eserin müellifi Ludwig Büchner (1824-1899), dönemin Alman fikir camiasında materyalistlerin önderi olarak yer almıştır.

Büchner, materyalist felsefeyi Almanya’da dine karşı açtığı mücadelede kullanıyordu. Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde yaşayan meşhur materyalistlerden Dr. Abdullah Cevdet’in de (1869-1932) Büchner’in Almanya’daki misyonuna benzer bir misyon icra ettiği görülmektedir (Mardin, 234). Nitekim materyalist görüşleri halkın daha rahat anlayabileceği bir seviyede anlatan Büchner’in Kraft und Stoff (Madde ve Kuvvet) isimli eserinin bir bölümünü Fizyolociya-i Tefekkür (1890) adıyla Türkçeye çevirdi. (Büchner’in Madde ve Kuvvet isimli eserine İsmail Fenni Ertuğrul ve Harputizade Hacı Mustafa Lütfi Efendi tarafından yazılan reddiyeler mevcuttur.)

Abdullah Cevdet, muhafazakar Osmanlı cemiyetini incitmemek için İslam hukukçularının görüşleriyle materyalistlerin fikirlerini bağdaştırmaya çalıştığı Fünun ve Felsefe isimli bir eser de meydana getirmiştir. Buna rağmen, tıpkı İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin liderlerinden, pozitivistliği ile meşhur Ahmed Rıza’da olduğu gibi dini sadece sosyal gelişme vasıtası olarak görmüş ve maneviyatın beslenmesine değer vermiştir. Fakat tıpkı Atatürk’te olduğu gibi bu besleyici unsurlar dinin dışında aranmıştır (Mardin, 233). Zaten Abdullah Cevdet’in İslam dininin temeli olan “nass”’lardan bir fayda ummadığı da zaman içinde meydana çıkmıştır (Mardin, 235).

Abdullah Cevdet’e göre batılılaşmak için öncelikli işlerden biri Osmanlıların fikri yapısının değişmesidir. Buradaki temel hareket noktası da Batı’nın sadece sanayi ve tekniğini alarak değil, aynı zamanda kültürünün de benimsenerek ilerlenebileceğidir. Bu değişikliklerin meydana gelebilmesi için öncelikle maddi çevre şartlarının değişmesi gerekmektedir ve bunun için başta harf inkılabı olmak üzere muhtelif reform fikirlerini savunmuştur. Abdullah Cevdet aynı zamanda daha sonradan İttihat ve Terakki Cemiyeti halini olacak olan İttihad-ı Osmani Cemiyeti’nin kurucuları arasındadır ve Sultan 2. Abdülhamit’e muhalif isimlerin başında gelmektedir.

Ahmet Rıza ve Diğerleri

Osmanlı Devlet ve Milletinin gerileyişine bir hal çaresi olarak pozitivizmin meşhur ordre et progress (düzen ve ilerleme) fikrini benimseyen ve Osmanlı’nın son döneminde siyasi olarak oldukça fazla tesir gösteren, İttihat ve Terakki Cemiyetine başkanlık etmiş olan kişilerden biri de Ahmet Rıza’dır. 1889 senesinde Paris’te bulunduğu sıralarda, daha önceleri Midhat Paşa ile olan temaslarından tanıdığımız ve o sıralarda pozitivistlerin lideri olan Pierre Lafitte’in derslerine devam etmiştir. Hatta Lafitte’e olan bağlılığı o kadar çoktur ki, annesine ithafen yazdığı bir mektupta gurbette onsuz, hüzün ve iştiyakla geçen zamanın acısını Lafitte isminde bir alimin hafiflettiğini söylemektedir (Korlaelçi, 258).

Ahmet Rıza’nın fikirlerinde Comte’un ve pozitivizmin tesirleri oldukça fazla görünmektedir. Comte’un felsefesinin temel gayelerinden biri olan toplum bilimi ihdas etme çabası, Ahmet Rıza’da da Osmanlı cemiyeti için kendini göstermektedir. Paris’teyken Sultan 2. Abdülhamid’e yazdığı layihalarda cemiyetin geri kalmışlığının çözümü için getirdiği önerilerde, devletin ve milletin içinde bulunduğu muhataradan kurtulmasının sadece terbiye ve akli ilimler ile olabileceğini söylemektedir (Korlaelçi, 259). Bu terbiye ile insan, hümanist anlamda kendi kendisini bulmayıp sadece cemiyete karşı vazifesinin ne olduğunu öğrenecektir (Mardin, 186). Bu da Comte’un Pozitif Ahlak tasavvurundaki temel ilkelerden biri olan “Fertler, aileler ve cemiyetler tam olarak İnsanlık (l’Humanite) hizmetine adanmışlardır.” düsturu ile benzerlik göstermektedir.

Ahmet Rıza’nın içtimai ilmi (sosyoloji) akli ilimler gibi bir bilim olarak kabul etmesinin arkasındaki sebep ise Ahmet Rıza’nın üzerinde oldukça fazla tesiri olan Comte ve meşhur materyalist d’Holbach’ın; tabiat nasıl bir kanuna tabi ise o tabiatın içinde olan insanlar da aynı kanuna tabidirler; tabiatın yardımı olmaksızın hiçbir şey olmaz, görüşleridir. Böylece, öteden beri Osmanlı cemiyetinde yerleşmiş bulunan, tabii hukuk ve tabiat kanunlarının  ilahi bir yönünün de olduğu telakkisi yerini maddi varlıkların yegâne amil olduğu laik bir düşünce sistemine bırakıyordu (Mardin, 185). Ahmet Rıza’nın bir çok yazısında İslamı savunması, sanılanın aksine vahy-i ilahiye kıymet verdiği için değil, İslamiyeti toplumsal bir harç olarak son derece önemli görmesidir. Pierre Lafitte de Ahmet Rıza’ya göre aynı kanaati taşımaktadır (Sarı, M. A., 645-646).

Pozitivizmin Osmanlı dünyasında bulduğu ilk temsilcinin Beşir Fuad (1852-1887) olduğu söylenebilir. Yaptığı neşriyatlarda Comte, Büchner, H. Spencer, Claude Bernard, Zola gibi pozitivist akımın farklı alanlardaki tatbikatçılarını Osmanlı Aydınlarına tanıtan ilk isimlerden biridir. Eserlerinde özellikle pozitivizmin edebiyattaki yansıması olan natüralizme vurgusu ile ön plana çıkmıştır. Beşir Fuad bir yazısında, natüralizmin kurucusu Emile Zola’nın, deneysel fizyoloji çalışmaları ile meşhur Claude Bernard’ın deneysel tıp ile alakalı yazdığı bir eserdeki kaideleri edebiyata nasıl tatbik ettiğini belirtmiştir. Fuad, fenden bağımsız bir edebiyatın olamayacağını iddia etmiştir. Fuad’ın kendisinin de deneysel bilimlere çok önem verdiği anlaşılıyor. Nitekim genç yaşta intihar etme hadisesini bile deneysel bir meta haline getirmiştir. Ölüm anında neler hissettiğini detaylı bir şekilde yazmıştır. Bilime hizmet etmek maksadıyla cesedinin de kadavra olarak tıbbiyede kullanılmasını vasiyet etmiştir.

Pozitivizm tesirinde kalan yazarlardan biri de Servet-i Fünun’un yetiştirdiği Hüseyin Cahit Yalçın (1874-1957)’dır. Edebiyatla alakalı tenkitleri ve sanat felsefesi yazıları ile tanınmıştır. Comte’un en büyük talebelerinden olup natüralizmin teorik kurucularından olan Hippolyte Taine’in, Hüseyin Cahit üzerinde oldukça fazla tesiri vardır. Özellikle sanat ve edebiyat alanlarında pozitivizmin etkisinde kalmıştır. Hüseyin Cahit’e göre Taine, sanat metafiziği yerine sanatı bilimsel olarak ele alan ilk düşünürdür. Hüseyin Cahit “Edebiyat Anıları” adlı eserinde kendi üzerindeki Batı ve Fransız kültürü tesirinin oldukça fazla olduğunu belirttikten sonra, gençliğinde okuduğu bazı divanların kendisini İslamcı bir mecmua olan Sırat-ı Müstakim’de çalışabilecek bir duruma sevk edebilecekken Fransız etkisi sayesinde bundan kurtulduğunu yazmaktadır.

Servet-i Fünun mecmuasında Ernest Renan, Emile Zola, Hippolyte Taine gibi meşhur pozitivist ve natüralist isimler ve eserleri tanıtılırken Guy de Maupassant, Edmond de Goncourt gibi naturalist yazarların ölümleri de büyük bir üzüntü ile karşılanmıştı. Hüseyin Cahit’in yukarıdaki açıklamaları, Servet-i Fünun dergisinin pozitivizmle olan alakası göz önüne alındığında daha rahat anlaşılmaktadır.

Osmanlı’nın son döneminde Türk milliyetçiliğinin teorik çerçevesini oluşturan kişi Ziya Gökalp (1876-1924)’tir. Comte’un takipçilerinden olan ve onun pozitivist sosyoloji prensiplerini benimseyen Emile Durkheim’ın tesirinde kalmıştır. Durkheim’ın kurduğu Fransız Sosyoloji Okulu’nun Türkiye temsilciliğini yapmıştır. Abdullah Cevdet tarafından İttihat ve Terakki Cemiyetine üye yapılan ve sonrasında cemiyetin ideologlarından biri olan Ziya Gökalp, Türk toplum biliminin teorik çerçevesini oluşturmuştur. Bu çalışmaları sırasında Batı medeniyetini referans olarak alan Ziya Gökalp, Türk toplumunu açıklarken Batı sosyolojisinin kavramlarını kullanmakta sakınca görmemiştir.

Pozitivistler, taklitçiler ve anlayış

Osmanlı Devleti’nde özellikle Tanzimat’tan sonra Batı ile temaslar daha çok artmıştır. Fransız İhtilalinden sonra Batı’daki modernleşmeye esas teşkil etmiş olan pozitivist görüşle karşılaşan Osmanlı’daki modernleşme projesi uygulayıcıları, pozitivizmin prensip ve fikirlerini değiştirilemez doğrular olarak kabul etmişlerdir. Pozitivizmin etkisinde kalan bazı Osmanlı sivil ve bürokratları farklı alanlarda – siyaset, millet, kültür, din – farklı görüşler beyan etse de, fikirlerinin temel ve ortak özelliği, pozitivizmi bir felsefe ve hatta din olarak ele almak ve tüm bu alanlardaki sorunların çözümünde vahiy kudretinde bir kaynak olarak görme eğilimleridir (Sarı, 653).

Pozitivizm Batı’da bazı bilimsel, içtimai ve siyasi hadiselerin değişimleri neticesinde meydana çıkmış felsefi bir görüşken Osmanlı’da batılılaşma yanlıları tarafından her şeyi değiştirebilmenin bir yolu olmak bakımından sebep olarak görülmüştür. Başka bir deyişle Batı’da pozitivizm, bilimin ve bilimsel yöntemin ne olduğu, nasıl gelişme gösterdiği ile alakalı epistemolojik bir çerçeveye sahipken, Osmanlı aydınları tarafından ise sadece bir zihniyet meselesi haline dönüşmüş, kültür ve siyaset meselesi olarak telakki edilmiştir (Sarı, 654). Bu epistemolojik tahlillerden mahrum olmak Osmanlı aydınlarını, Batı’da pozitivizmi şekillendiren filozofların taklitçileri durumunu düşürmüştür.

Öte yandan pozitivist prensiplere göre cemiyeti dönüştürme faaliyeti siyasi olarak merkezileşmeye sebep olmuş ve dönüşümün kurumlardan halka doğru inmesi ise bürokratik yapının güçlenmesine sebebiyet vermiştir. Her ne kadar Cumhuriyet dönemi kendisini sıfır noktası olarak görüp, geçmiş dönemden kendini koparsa da aynı idealin peşinden koşarak, eğitim ve eğitim kurumlarının kurulmasından bilime ve siyasete kadar hemen hemen her alanda çoğunlukla pozitivist bir yaklaşımı benimsediği söylenebilir.

İstifade edilen kaynaklar:

Pozitivizmin Türkiye’ye Girişi, Murtaza Korlaelçi

Jön Türklerin Siyasi Fikirleri, Şerif Mardin,

Pozitivizmin Kıskacında Türkiye, Erol Özbilgen

Ahmet Rıza Bey ve Pozitivizm, Prof. Dr. Emel Koç

Türkiye’de Pozitivizm ve Yansımaları, Mehmet Ali Sarı,

Auguste Comte ve Ahmet Rıza, Z. Fahri Fındıkoğlu

Yorum Yaz

Bu site reCAPTCHA ve Google tarafından korunmaktadır Gizlilik Politikası ve Kullanım Şartları uygula.

Bizi Takip Et!