Kelâmbaz
Kadir Mısıroğlu Olmak

Kadir Mısıroğlu Olmak

Yazar: Bahadır Bilge*

“..Böyle de oluyordu ve neticede pek çok nâkıs mukallid çıktı piyasaya. Az biraz öğrendikleriyle olduk zannettiler...”

Bu yazı, Ramazan-ı şerifin ilk gecesi vefat eden üstadımız Kadir Mısıroğlu, dâr-ı bekaya uğurladıktan 17 gün sonra yazıldı. Onu bizzat tanıyanlar ve kitaplarını ciddi şekilde okuyanların beni anlayacaklarını düşünüyorum.

Rahmetli Üstadın hiç kimseye “git, gelme” demek gibi bir muamelesi yoktu. Sadece bazı karakterinden kaybetmiş, hainlik etmiş, sonra hiçbir şey yokmuş gibi gelerek pişkinlik yapanlar istinâ tabi. Bunun dışında hafta içi eser telifiyle meşgul olduğu zamanlarda -eğer ziyaretçinin acil bir durumu yoksa- cumartesi toplantıdan evvel gelmelerini veya başka bir gün için randevu istemelerini rica ederdi. [Zira vakit kıymetliydi ve bu davaya tanınan hürriyetler onun ihtiyarlığına denk gelmişti. Yapabildiğini yaptı, gücü ne kadarına yetiyorsa doğru bildiğinden şaşmadı. Allahü teala makamını âli ve açtığı hayırlı çığırı kıyamete kadar berdevam eylesin.]

Kalabalıklar

YouTube videolarının yayılmasıyla başlayan şiddetli mücadele hengâmında etrafı da kalabalıklaştı. Ancak üstad, muhibbandan kimseyi kırmadan, gücendirmeden ikaz eder, gördüğü nâkıslıkları ikmal etmeye, yanlışları düzeltmeye çalışırdı.

Her ne kadar videolarında ve dışardan bakıldığında üslubunda bir sertlik ve gadab görülse de esasında bu onun küfre karşı, Allah için gadablanmasının bir tezahürüydü.

Hakka teslimiyet noktasında da çevresindeki herkesten ileriydi. Bir münazarada veya sohbet meclisinde muhatabı farklı görüşlerinde mantıki, ilmi, psikolojik bir tutarlılık içindeyse o farklı fikirlere de hürmet ederdi. Bunlara rağmen etrafındaki biz toy taliplerinin yanlışlarına da mümkün mertebe sabrederdi.

Taklid-Mukallid

Eşrefoğlu Rumi hazretleri Müzekkin-nüfus adlı eserinde şu tespiti yapar: “Ve meşayihlerin hallerine münasip meşayih ağzından sözlerin ezberleyip meclislerde söyleyip, kendilerini halka bir ehl-i hal bildirip halkı kendilerine mürid ve muhib ederler. Ve başlarına tâlib cem ederler. Arifler libasın giyip zikir meclisinde hamuş olup, riya ile baş salıp halkın gönlünü çekmeyi dilerler. Kendileri halk arasında şöyle söylene diyeler “filan şeyh asrımızın bi-naziridır, emsalsizdır.” Bunların muradları dünyalık elde etmektir. Libaslar ve nefis hediyeler kazanmaktır.”

Şeyh, kelime manası itibariyle ihtiyar demektir. İnsanın en olgun, donanımlı hâli ihtiyarlığı olduğu için tasavvufta da kâmil olan mürşidlere şeyh denilmiştir. Her şeyin bir hakikisi vardır, bir sahtesi. Eşrefoğlu Rumi hazretleri de kendi zamanındaki sahte şeyhlere dikkat çekiyor. Hakiki olanı elde edip taklidlerden sakınmak lazımdır, diyor. Bilhassa insanlara liderlik etme iddiasıyla ortaya çıkan kimselerden…

Tasavvuf büyükleri ehil olmadığı halde kalabalıkları arkasına toplamak isteyen, böyle nâkıs mukallidler için “kât’-ı tarîk-i ilahî” tabirini kullanır. Kat’-ı tarik, yol kesen eşkiya demektir. İlahi yolun eşkiyaları yani. Olgunlaşmadan, pişmeden, yetişmeden ileri atılanlar, şöhret hevesiyle ya da belki de gerçekten iyi niyetle insanlara yol göstermeye çalışanlar; bunu da kendilerini olduğundan fazla göstererek yapanlar… İşte böyle nâkıs kimseler niyetleri iyi de olsa nâkıslıkları sebebiyle insanlara ezcümle cemiyete zarar verirler. Zira meşhur kelâm-ı kibardır; “nâkıstan kemâl olmaz”.

Niyet iyi, usul kötü

Uzun zamandır Üstad Kadir Mısıroğlu hakkında ve onun üzerinden bir takım argümanlar paylaşan, ondan istifadeyle yazılar yazıp videolar çeken arkadaşlar hakkında müsbet-menfi intibalarım oluyordu. Üstadın videolarını kırparak yeni videolar neşredenler bilhassa çok dikkatimi çekerdi. Zira konuşmanın tamamını dinlediğim için kırpılmış videonun siyak sibaktan [Uy. bağlamından] koptuğunu, mânânın farklı şekillerde anlaşılmağa müsait hâle geldiğini görüyordum.

Sosyal medyada bunları paylaşan muhtelif hesap, sayfa ve grupları takibe aldığımda, fayda yerine zararlarının çok olduğunu görmeye başladım. Bunlar fitneye dönüşüyordu. Çünkü niyetleri iyi, usulleri kötüydü. Nitekim son 7-8 senede [12 senede] bunları yaşadık, gördük ve hâlâ görüyoruz.

Üstad hayattayken onu taklid edenler yapıyordu bunları. Onun engin bilgi haznesi ve mefkûresiyle ufku açılan, dünyaya, hadiselere artık farklı bakmaya başlayan bu iyi niyetli arkadaşlar, kendilerindeki ufuk açılmasının başkalarında da olmasını istiyordu. Nitekim emr-i maruf nehy-i münker dinimizin emriydi.

Üstadın da emr-i marufu ve bilhassa nehy-i münkeri ona düzgün bir şekilde ulaşmış, bazı hakikatleri anlamasını sağlamıştı. Şimdi de onun, düzgün bir şekilde yani fitne çıkarmadan başkalarına bu bilgileri ulaştırması gerekiyordu. Fakat sabırsızlık, öfke gibi hallerde nefsin-şeytanın gizli hileleri, insanı her zaman kolaycılığa sevkeder. Böyle de oluyordu ve neticede pek çok nâkıs mukallid çıktı piyasaya. Az biraz öğrendikleriyle olduk zannettiler.

Taklid ama nasıl?

Evvela şunu vurgulamak gerekir ki, taklid kötü bir şey değildir. Bilakis Kadir Mısıroğlu gibi ilim, fikir, dava adamlarını her yönüyle taklid etmek şereftir. Taklid emr-i maruf ve nehy-i münkerin bir parçasıdır. Eshab-ı kiram peygamber efendimizi taklid etti. Tabiin, tebe-i tabiin de keza eshab-ı kiramı ve O’nun (sallallahü aleyhi vesellem) yolunu taklid etti. Avam yani cahiller, basit kimseler havassı yani evliyaları, âlimleri taklid eder. Bizler mezhep imamlarımızı taklid ediyoruz. Salih Müslümanlar her daim birbirlerinin iyi huylarını, faydalı amellerini, çığır açıcı işlerini taklid ederler. Hayatlarını birbirlerine uydururlar.

Taklidler aslını yaşatır, denir. Ancak taklid tek taraflı anlaşılır da sadece şekil tarafından tutulursa burada nâkıslık, eksiklik var demektir. Yani sadece şekilden ibaret taklid aslını yaşatmayacağı gibi ona zarar da verir. Aslına, özüne uygun taklid makbuldür. Aksi halde insanlar o şekilden ibaret, içi boş mukallidi görerek asıl hakkında yanlış hüküm verir. Nitekim sahte şeyhleri görerek gerçek âlim ve evliyalara, hocalara düşman olunması gibi…

İşte üstadı sadece şeklen taklid eden mukallidler, üstadın yanlış anlaşılmasına ve yanlış tanınmasına sebep olmaktadırlar. Esasında bu kimseler bu davanın kat’-ı tarikleridir. Böyle kimseler hiç olmasalar, insanlar kendi istidatları, gayretleri istikametinde daha çok istifade edebilir. Ancak nakıs kimselerin tesirinde kaldıkları için önleri kapanmış, algıları/tasavvurları, fikir dünyaları daralmıştır.

Üstadın hakiki muhibbânı

Mademki bir kimseyi emsal alıp onun gibi olmaya çalışıyorsunuz. O zaman onu bütünüyle tanımak ve gerçekten onun temel vasıflarına sahip olmak zorundasınız. Aksi halde yaptığınız/yapacağınız şeyler faydadan ziyade zarara sebep oluyor, fitne çıkarıyordur. Siz etrafınızda toplanan bir grup destekçiden ilhamla doğru yolda olduğunuzu, faydalı icraatlar yaptığınızı düşünürsünüz. Hâlbuki 100 kişiyi kazanırken, 1000 kişiyi de soğutup uzaklaştırdığınızı fark etmezsiniz. [Bu üstadın davasına da zarar vermek demektir.]

Böyle devam ettiği müddetçe; dışarıdan bakanlar (Kemalistler vd.) nazarında gülünç ve zavallı, üstadı gerçekten tanıyanlar nazarında da gayri samimi bir portre çizer hatta sahtekâr veya menfaatperest olursunuz.

İşte böyle şeklen Kadir Mısıroğlu’nu taklid eden arkadaşlar; ilmi bir perspektifle dini, tarih müktesebâtınızı geliştirip derinleştirmedikçe, lisan meselesinde söz ve yazılarınızı doğru Türkçe’ye göre tashih etmedikçe, insanları(muhalifleri) güldüren kötü bir mukallidden ileri gidemezsiniz.

Fes, Osmanlı armalı rozet, saat, yüzükler takmak ve bilumum şekilcilik içi doluysa kıymetlidir ve bir ağırlığı vardır. Aksi halde balondan farksız olur. Böyle kimselere sormak lazım;

  • Notlarını İslam harfleriyle tutuyor, Osmanlıca kitap okuyup bir kaç lisan biliyor/öğreniyor musun?
  • Üstadın bütün kitaplarını baştan sona okudun mu? Tavsiye ettiklerini okudun mu?”

Bir münevveri tanımak onun eserlerini okumaktan geçer. Bu sadece üstad için değil herkes için cari bir kaidedir. Üstadın hakiki muhibbanı olmak demek, en azından onun bütün kitaplarını okumak demektir.

Sac ayağı

Üstadın ehemmiyet verdiği üç husus vardı; dil, din ve tarih. Bunlar mefkûreyi ayakta tutan sac ayakları gibidirler. Şu sözü videolarında da defalarca söylemişti: “Bana inkılaplardan birini aslına iade etme hakkın var. Birini seçecek olsan hangisini seçersin; hilafet mi harf inkılabı mı? Harf inkılabı derim”

Çünkü her şey lisan sayesindedir. İlim, fikir, din, iman… Kelimeler yaşadıkça onların ifade ettiği her türlü şey yaşar.

Doğru Türkçeyle yazmak ve konuşmak demek; lügat parçalamak, ağdalı tabirler kullanmak demek değildir. Üstadımız 50-60’ların kâmil ve edebi Türkçesiyle; fasih ve beliğ bir dille yazar, konuşurdu. Peyami Safa, Yahya Kemal, Refik Halid vb. gibi edebiyatçıların kelime kadrosuna bakanlar, bunu görür.

Üstadın lügatinde; eylem, söylem, süreç, olanak, araç, gereç yoktu. Faaliyet, ifade, safha, imkân, vasıta, eşya vardı. Evvela bu ve daha başka uydurma kelimelere aksülamel/reaksiyon gösterip kullanmamaya karşı zihnen meleke kesbetmek gerekir.

Arada ağzımızdan, kalemimizden de uydurma kelimeler çıkabilir. Zira bizler bu maarif sisteminde yetiştik. Maruz kaldığımız tahrifat da mâlum. Hepimiz bir parkinson hastası gibiyiz. Parkinson hastaları nasıl titremeye mani olamazsa bizler de bazen uydurma kelimeler kullanıyor olabiliriz. Fakat en azından bunları yanlış olduğunu bilmeli, kendimizi düzeltmenin, tedavi etmenin çaresine bakmalıyız. [Bunun da en pratik yolu akıcı İstanbul Türkçesi ile yazılmış şiirleri sesli okumaktan ve ezberlemekten geçer.]

Üstadın kullandığı bazı meşhur olmayan kelimeler de dikkat edilirse ilmi mefhumlardır ve mevzuu açıldığı için onları telaffuz ederdi. Bazen de sırf bizler öğrenelim diye kullanırdı. Muallimlik saikiyle o kelimelerin günümüzdeki karşılıklarını, benzer manada olanlarını söyler, aralarındaki nüansları da izah ederdi. [Bir Kemalistin ya da modernist birinin yanında, TV programlarında herkesin anlayabileceği seviyede hitap ederdi.]

Yoksa sırf ‘ben eski kelime kullanayım da Osmanlıyı temsil edeyim’ diye bir fikir edinmek, bâtıl ve gülünçtür. Doğru Türkçe demek; Türkçe’nin gramerine münasip kelimeleri kullanmak demektir. Mesela “kullanmak” kelimesi gramere uygundur. Bunu yerine isti’mal dersen anlaşılmayabilirsin. İkisi de Türkçe’dir. Yerine ve muhatabına göre kelimeleri seçeceksin. Asgari duruştan taviz vermeden, eğer anlaşılmıyorsan o kelimelerin muadillerini de kullanarak, “yani”nin yardımını alarak açık, düzgün, doğru ve zengin bir Türkçe kullanmak üstaddan bize yadigâr bir mirastır.

Şu yazı hem Kadir Mısıroğlu’nun kitaplarını tavsiye etmesi hem de lisan meselesinde daha başka eserleri ihtiva etmesi bakımından meraklıları için tavsiyeye şayandır: Bir Münevverin Parçası: Lügat

O bir tarihçi mi?

Din bilgisinde üstadın bilhassa kelam ve fıkıh hususunda ciddi etüdleri vardı. Onu sadece Kemalizmle tarih cihetiyle mücadele etmiş bir tarihçi olarak görmek, tanımamak alâmetidir. O her şeyden evvel hukuk fakültesi mezunu bir avukat yani hukukçudur. İslam hukuku(fıkıh) hakkında esaslı malumat sahibidir.

Üstadın dinen en çok dikkat ettiği meseleler evvela iman/itikad bilgileri sonra ilmihal/fıkıh bilgileridir. Nimet-i İslam, Mızraklı İlmihal, Dürr-i Yekta gibi Osmanlı çağında yazılmış, [üstadın da her zaman tavsiye ettiği] her hangi bir ilmihali dikkatli okuyup, anlayıp amel etmiyorsan, bunun niyeti, gayreti içinde değilsen zaten hiç ortaya atılmamalısın.

Sadece bu da yetmez. İslam hukuku hakkında hem üstadın kendi kitaplarını hem de tavsiye ettiği eserleri mütalaa etmeli, fıkhi malumat öğrenmelisin. Zira ilmihal her mümin gibi senin şahsi amellerin içindi. İnkılaplara karşı müdafaa ettiğin sistemde yani İslam hukukunda; ceza, harb, nikâh, kölelik, vakıf hukuku vs. gibi meselelere vâkıf olmalısın. Üstadın Geçmiş ve Geleceği ile Hilafet, Tahrif Hareketleri (3 cild birlikte), İslam Dünya Görüşü, İslamcı Gençliğin El Kitabı, Hayat Felsefesi Yahud Yaşamak Sanatı; dikkatli okuduğunda bu hususları ihtiva eden, yol gösteren, temel eserleridir.

Tarih bilgisi için onu kitaplarından gayrisini burada zikretmek abes olur. Evvela onun bütün kitaplarını okumalıdır. Fakat unutulmamalıdır ki üstadın tarihe dair eserlerinden azami istifade, tarih usulü bilmekle olur.

Osmanlıcayı en azından matbu ve mümkünse el yazması olarak okuyabilmelidir. Bir vesika bulduğunda, okuduğunda bunun vasfını, ehemmiyetini anlayabilmeli, tahlilini yapabilmelidir. Mukayeseli şekilde birden fazla vesika üzerinden neticeye varabilmelidir. Bunlar çok zor ve imkânsız şeyler değildir. Ancak video seyrederek halledilebilecek kadar da kolay değildir.

Muhakeme ve tedkik

Peygamber efendimiz şöyle dua ediyor; “Yâ Rabbî! Senden ilm-i nâfî (faydalı ilim) istiyorum! Faydasız ilimden sana sığınırım!”

Şunu da hiçbir zaman unutmamalıdır ki, Kadir Mısıroğlu basit bir mütefekkir, hayalperest, sloganist bir hatip değildi. İlim ehliydi ve faydalı ilme tâlib idi. Ondan çok daha fazla hadis, tefsir bilgisi olanlar onun çözdüğü meseleleri çözememişlerdir. Tarih şuuruna istinaden gördüklerini, görememişlerdir. Zira hem kendisine has zekâ ve kabiliyeti hem de en faydalı ilim olan fıkıhla meşguliyeti; isabetli görüşlerinin yegâne kaynaklarıdır.

Üstadın kitaplarında da hatalar, yanlışlar olabilir. Nitekim kitaplarının ilk baskılarıyla son baskıları kontrol edilirse tashih ve ilaveler görülecektir. Zira yukarıda da söylediğim gibi hakka teslimiyette de ileri bir kimseydi. Yanlışını düzeltmekten de çekinmezdi. Taassubu hiç sevmez, mutaassıp kimselerden hoşlanmazdı.

Peygamberlerden başka hiç kimsenin hatasız, günahsız olduğu söylenemez. Yani hiçbir surette üstadı kusursuz, yanlışsız gibi görmek, göstermek ona hizmet değil, ihanettir. Şu var ki, her salih müslümana nasıl hüsn-ü zan ediyorsak ona da ediyoruz. Yaşasaydı ve kendisine (öyle köylü ağzıyla, sığ bir araştırmayla değil) ilmi bir suretle ifade edilseydi, tashih ederdi. Etrafındaki insanlar, bilhassa Sebil’deki abilerimiz bunu herkesten iyi bilirler. Fakat bir takım mecralarda görüldüğü gibi kraldan çok kralcı, nâkıs ve cahil kimselerde bu zikrettiğim taassup telakkisi bulunabiliyor. Bu notu bu sebeple düşüyorum.

Biraz oradan, biraz buradan tipler

Vaktiyle Kadir Mısıroğlu’nun çevresinde poz veren ve şimdi ortaya atılan/atılmaya çalışan şahıslara bakınca bu üçlü sacayağı gibi olan vasıfların çoğuna sahip değiller. Üstadın sadece videolarını seyretmiş, ince kitaplarını üstün körü okumuşlar. Diğerlerinin isimlerini ve arka kapaklarındaki bilgiler kadar muhtevalarını biliyorlar. Bilgileri dağınık, derme çatma; biraz oradan, biraz buradan…

“Bu satırların yazarı mezkûr vasıfları ne kadar haiz?” diye sorulabilir. Evvela üstadın 15 adet eserini baştan sona okudum. Diğer hepsini de inceledim. Okuyacak, kat edecek daha çok yolumun olduğunun farkındayım. [Elhamdülillah 2021 yılında hepsini okuyup bitirmek nasip oldu]

2010 senesinde ilk defa ziyaretine gittim. Vesile olanlar 2008’den beri giden arkadaşlardı. O zamanlarda da video kaydı vs. yoktu. Kimsecikler de yoktu. En fazla 5-10 kişi olurdu.

Zaten söylediklerimin ehlinin malumudur ki, çoğu üstadın kitap ve sohbetlerindeki kendi nasihatleridir. Kendisinde bizzat müşahede ettiğim(benden daha fazla istifade edenlerin, eskiden beri tanıyanların söylediği) vasıflardır. Bunlar zaten onun kitapları ve hâl tercümeleri ile meydanda olan, okuyanların(!) göreceği hakikatlerdir.

Sözüm; iki video seyredip fes takıp belli şekillere bürünen, Kemalizm aleyhtarlığı üzerinden prim yapmaya çalışanlaradır. Nâkıslıklarıyla ileride daha fazla zarar vermemeleri, fitne çıkarmamaları niyetiyle bu satırları yazdım. Onlar kendilerini bilirler. Yarası olan gocunur. Öyle olmayanlara da zaten diyecek bir şeyimiz yok, dualarına talibiz.

Netice-i kelam

Üstad bir meselenin aleyhinde olup bir iddiayla, bilgiyle ortaya atıldığında yerine alternatifini, doğrusunu da koyardı. Yani sadece tek taraflı reddiyeci değildi. Dolayısıyla alternatifini sunamadığınız bir reddiyecilik içi boş ve faydasızdır.

İnşallah hepimize önümüzdeki yıllarda onu daha iyi anlar, anlatırız. Vasıflı, donanımlı kimseler olarak insanlara kaliteli bir hizmet vermek, cemiyet içine çıkmak nasip olur. Hem beden hem ruh sağlığı her müslümanın iyi mücadele verebilmesi için yegane şarttır. Kendine faydası olmayanın kimseye faydası olmaz, kendine acımayana kimse acımaz.

Üstad bir ilim, fikir ve dava adamıydı. Her zaman “İlimsiz dava olmaz, ilimsiz mücadele kör dövüşüdür” derdi. Yine “kişi bildiğinin âlimidir, bilmediğinin cahilidir” derdi.

Delilleriyle bilmediğimiz meselelerde konuşmak hem vakit kaybı hem de fitne potansiyeli taşıyan bir iştir. Az konuşup çok düşünmeli, ehil kimselerle hep istişare etmeli, sual sormaktan çekinmemeli, zâhirimiz ve bâtınımızla tertipli, sıhhatli olmalıyız. Çünkü bizler bildiklerimizin âlimi bilmediklerimizin câhiliyiz. Birbirimizle istişare eder, bilmediklerimizi bilenlerden öğreniriz. Bilmemek ayıp değil, bilmediğini bilmemek ayıp hatta hakiki cahilliktir.

Aksi halde fitne, fesat, nifak tohumlarıyla enerji kaybeder, iddia ettiğimiz davaya sahip olamayız. Nâkıslığımızla mâni olduğumuz hizmetlerin vebali de ahirette bizden sorulur. Verdiğimiz zararın hesabını Allahü teâlâ sorduğu gibi, üzerimizde hakkı olan üstad da yakamıza yapışır.

Netice olarak şurası bir hakikattir ki, hiç kimse onun gibi olmaz, olamaz. Herkes yaşadığı yer, zaman ve şartlar muvacehesinde bir karaktere sahip olur ve kabiliyetleri istikametinde, gösterdiği gayret nisbetinde, zahiren ve bâtınen kendine has bir şahsiyet oluşturur. Üstadımız Kadir Mısıroğlu da yaşadığı devir ve şartlar, tanıdığı insanlar arasında nev’i şahsına münhasır bir kimsedir. Bundan sonra onun Osmanlı âlimlerinden istifadeyle vasıta olduğu ilim ve hikmet yolundan istifade edenler, kabiliyetleri kadar bu davaya faydalı olacaklardır.

Vesselam…

*Not: 23 Mayıs 2019 yılında neşredilen bu yazı yayınlandığı mecranın kapatılması sebebiyle yakın zamanda yazar tarafından sitemize gönderildi. Köşeli parantezler yazarın 2022 itibariyle yaptığı yeni ilavelerdir.

Yorum Yaz

Bu site reCAPTCHA ve Google tarafından korunmaktadır Gizlilik Politikası ve Kullanım Şartları uygula.

Bizi Takip Et!