Kelâmbaz

İmam Gazali’nin Gözünden Aldananlar ve Aldatanlar

Aldanma ve aldatma üzerine sosyal medyada pek çok tartışmanın yapıldığını görüyoruz. Özellikle dini yönleriyle öne çıkan gruplarla alakalı kanaat önderlerinin isimleri üzerinden hep bir sahtekarlık tartışması vardır. Peki özellikle dini konularda aldananlar ve aldatanlar kimlerdir? 

Zamanımızda pek çok insan çeşitli şekillerde ya kendini kandırdığını ya da birileri tarafından aldatılarak kullanıldığını söylüyor. Dijital dünyaya entegre oldukça kendimizi sorgulamayı, iç muhasebe yapmayı unutuyoruz. Narsist kişilik bozukluğu, bipolar bozukluk, paranoya ve şizofreni gibi psikolojik rahatsızlıkların yaygın olduğu bir devirdeyiz.

Sosyal medyada insanlar profilleriyle hem çevrelerini, hem de kendilerini aldatması artık alıştığımız bir durum. Mesela geçenlerde sosyal medyada “dolandırılmayın” diye yayınlar yapan kadın bir avukatın, bir dolandırıcılık çetesinin önemli bir üyesi olduğu ortaya çıkmıştı.

Aldanmanın ve aldatmanın bir psikolojisi var. Bunun skalası kişiye ve hadiselere göre değişiyor. Basit sayılan şaka yollu kandırma, içinde bulunduğu hale göre savunma mekanizması geliştirmeyle başlayıp yalan, ikiyüzlülük-riyakarlık, sahtekarlık, münafıklık gibi pek çok aşırı boyutlara gidebilir.

İşte bundan tam 1000 sene evvel İmam Gazali Hazretleri bu meseleyi ele alıyor. Yazdığı yüzlerce faydalı eserden günümüze ulaşanlardan biri de “el-Keşf vet-Tebyîn fî Ğurûri’l-Halki Ecma’în” adlı küçük risale. Halk için yazdığı bu küçük kitapçıkta aldanma ve aldatılma psikolojisini nokta atışı tespitlerle çözüyor.

Kısım kısım, umumi hatlarıyla “kafirler, müminler, alimler, ibadet edenler, zenginler, sufiler” gibi başlıklar altında kimlerin aldandığını, kendini ve/veya başkalarını nasıl aldattığını maddeler halinde tespitlerle anlatıyor. Bu risale Semerkand Yayınları “Aldananlar” ismiyle tercüme edilmiş olup cep kitabı şeklinde de basılmıştır. Şimdi o tercümeden alimler ve sufilere dair olan kısmına bakalım. 

Mü’minlerin Aldanması

İnananlardan günah işleyenlerin aldanmaları şu sözlerinde kendini gösterir: “Allah, bağışlayıcı ve merhametlidir; biz O’nun affını ümit ediyoruz.” Böyle söyleyip buna güvenir ve amelleri ihmal ederler. Gerçi dinde bu anlayış “ümit” açısından övülen bir düşüncedir. Allah’ın rahmeti elbette geniş, nimeti çok kapsayıcı ve keremi umumidir. Biz O’nun bir olduğunu kabul ederek O’na iman ediyor ve bu iman ve O’nun kerem ve ihsanı vesilesiyle ümidimizi kesmiyoruz.

Onların aldanmalarının kaynağı bazen de anne ve babalarının iyiliklerine tutunmak olur ki, bu zaten aldanmanın son derecesidir. Halbuki onların babaları sâlih ve takva sahibi olmalarının yanında günah işlemekten çekiniyorlardı.

İşte onların şu şekildeki kıyaslarını şeytan onlara güzel göstermiştir: “Bir insanı seven onun evlatlarını da sever. Allah sizin babalarınızı sevmiştir. Öyleyse sizi de seviyor.” Bu sebeple de itaate gerek duymaz, buna güvenerek Allah hakkında kendilerini aldatırlar. Hiç bilmezler ki, Hz. Nuh (a.s.), oğlunu gemiye bindirmek istedi fakat bundan menedildi ve Allah onu Nuh kavminin cezalandırılması esnasında en feci biçimde suda boğdu.

ALDANAN ÂLİMLER

Amelsiz Alimler

Bir grup, dinî ve aklî ilimlerin temellerini öğrenip bunlarda derinleşmişlerdir. Tamamen bu konularla meşgul olduklarından, azalarını göz önüne alarak onları günahlardan koruyup iyiliklere yönlendirmeyi ihmal ederler. İlimleriyle mağrur olur ve Allah katında kendilerinin yüksek bir dereceye sahip olduklarını ve ilimde, Allah’ın kendilerine azap etmeyecek, bilakis insanlar hakkındaki şefaatlerini kabul edecek ve hata ve günahlarından dolayı kendilerine hesap sormayacak bir dereceye ulaştıklarını zannederler. Onlar aldanmışlardır.

Eğer basiret gözüyle baksalardı, ilmin ikiye ayrıldığını görürlerdi: Muamele ilmi ve Allah’ı ve sıfatlarını bilme yani Mükâşefe ilmi. Muamele ilmi, amaçlanan hikmetin tamamlanması için gereklidir. Bu hikmet, helal ve haramın, övülen ve yerilen huyların bilgisine göre davranmaktır.

Onlar, kendisi hasta olup, hastalığını tedaviye gücü yettiği halde bunu yapmayarak başkasının tedavisiyle uğraşan doktora benzerler. İlacı anlatmakla hiç şifa hasıl olur mu? Heyhat!… İlaç ancak zararlı şeylerden korunduktan sonra içene fayda verir. Onlar şu âyetin farkında değiller: “Nefsini tezkiye eden kurtulmuş; onu kötülüklere gömen de ziyana uğramıştır.” Allah Teâlâ burada, “Onun nasıl tezkiye edileceğini bilen, bunun kitabını yazan ve insanlara öğreten kurtulur.” buyurmamıştır.

Kelâm ve Cedelle Uğraşan Alimler

Başka bir grup, kelâm ilmi ve cedelle (mücadeleyle/münakaşayla/tartışmayla) uğraşmış; karşıt görüştekilere cevap ve onların çelişkilerini araştırmakla vakit geçirmişlerdir. Tartışmalı sözlere odaklanmış, muhalifleriyle münâkaşa ve onları susturma yollarını öğrenme ve öğretmeyle meşgul olmuşlardır. Bununla beraber bunlar ikiye ayrılırlar:

Birincisi, doğru yoldan sapmış, başkalarını da saptırmış olanlar. İkincisi ise doğru üzere olanlardır. Hak yoldan sapanların kendilerini aldattıkları nokta, dalâlette olduklarından habersiz olmaları ve nihâyetinde kurtuluşa ereceklerini sanmalarıdır. Bunlar kendi aralarında pek çok gruba ayrılırlar. Biri ötekini kâfir kabul eder vs. Sapmalarının sebebi ise temelde, bir şeyin her hangi bir düşüncenin delili olmasının şartlarını ve bu konulardaki doğru yöntemin nasıl olduğunu iyi bilmemeleridir. Meselâ, şüphenin delil, delilin şüphe olduğunu kabul ederler.

Bu alanda doğru üzere bulunanların aldanmalarının sebebi şudur. Onlar, tartışmanın, işlerin en önemlisi ve Allah’ın dininde O’na yaklaştıran şeylerin en üstünü olduğunu düşünürler. İddialarına göre, bir kimse araştırma yapmadıkça dini tamam olmamaktadır. Yine onlara göre, bir kişi araştırmadan, bir delil aramadan Allah’a iman ederse, Allah katında bir değere sahip kâmil bir mü’min olamaz. Halbuki onlar ilk asra hiç bakmazlar. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem)’in, o dönemin insanlarına hiç bir delil sormadığı halde, onların, insanların en hayırlıları olduğuna dair değerlendirmesini göz önünde bulundurmazlar.

Ebû Ümâme el-Bâhilî (radıyallahu anh), Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem)’in şöyle buyurduğunu ifade eder: “Bir toplumda cedel ortaya çıkarsa, onlar yollarını şaşırırlar.” [Tirmizî, Tefsîr, 44; ibn Mâce, Mukaddime, 7; Ahmed, Müsned, 5/252; Hâkim, Müstedrek, 2/486]

Vaaz ve Nasihat Âlimleri

Bir kısım âlimler ise, vaaz ve nasihatla uğraşırlar. Korku, ümit, sabır, şükür, tevekkül, zühd, yakîn, ihlâs ve doğruluk gibi kalp ve nefisle ilgili huy ve sıfatlardan bahsedenin mertebesinin yüceliğini vurgularlar. Onlar kendilerini aldatıyorlar. Bu sıfatlardan bahsederek, insanları onlara sahip olmaya çağırdıklarında kendileri de bu özelliklere sahip olduklarını zannediyorlar. Onların bu sıfatlardan nasipleri halkın nasiplendiği kadardır. Daha fazlasını elde etmek için çalışmazlar.

Bunlarınki aldanmanın en âlâsıdır. Zira onlar kendilerini son derecede beğenirler. Muhabbetullaha dair derin bilgilerinin ahirette kurtuluşlarına vesile olacağını ve zahidlerin sözlerini ezberledikleri için -bunlara göre yaşamadıkları halde- affedileceklerini zannediyorlar.

Bunlar öncekilerden daha çok aldanmışlardır. Çünkü onlar, insanları Allah ve Rasûlünü sevmeye teşvik ettiklerini zannederler. İhlasın inceliklerine sahip olmadıkları halde kendilerini ihlaslı, samimi görürler. Nefsin kusurlarının gizliliklerine vâkıf olmadıkları halde, kendilerini bunlardan uzak zannederler. Diğer bütün sıfatlar hakkındaki durumları da böyledir. Halbuki, dünyayı herkesten daha çok severler.

Dünyaya karşı aşırı düşkünlüklerinden dolayı zühd gösterisinde bulunur, kendileri ihlas sahibi olmadıkları halde, insanları ihlasa teşvik ederler. Allah’a yaklaşmaya çağırırlar, fakat kendileri bundan kaçarlar. Allah’tan korkmaya davet ederler, korkmadıkları halde… Kendileri unuttukları halde insanlara Allah’ı hatırlatırlar. İnsanları Allah’a yakın olmaya teşvik ederken kendileri O’ndan uzaklaşırlar. Çirkin sıfatların kötülüğünden bahsederler. Oysa, onlar bu sıfatlara sahiptirler.

İnsanları halka karşı mesafeli olmaya teşvik ederlerken kendileri bu konuda çok serbest hareket ederler. İnsanları Allah’a çağırdıkları halka açık meclislere gitmeleri yasaklansa, yeryüzü bütün genişliğine rağmen onlara dar gelir.

Maksatlarının halkın ıslahı olduğunu iddia ederler. Fakat halkın ıslahı başka biri tarafından gerçekleştirilecek olsa, üzüntü ve hasetten canları çıkacak seviyeye gelirler. Kendi yanına girip çıkan bir kişi akranlarından birisini övse, insanların o övülene en çok buğz edeni o olur. İşte bunlar müthiş bir gururla karşı karşıyadırlar. Kendilerine gelip orta yolu bulmaktan çok uzaktırlar.

Hitabet Âlimleri

Bir grup ise, vaazda en önemli ve gerekli hususlardan uzaklaşmışlardır. Allah’ın muhafaza ettikleri hariç, bu zamanın vaizlerinin tamamı böyledir. Güya ibadetlerden bahseder, hezeyanlar savururlar; güzel ve edebi konuşma arzusuyla dinin aslından uzak ve dengesiz sözleri bir araya getirmekle meşgul olurlar.

Bir kısmı da kelime oyunları ve kafiyeli sözlerle uğraşır durur. En büyük arzuları cümle içi söz uyumları ve kavuşmayı ve arılığı konu edinen şiirlerle konuşmasını renklendirmektir. Böyle yapmadaki amaçları ise, meclislerinde galeyana gelme ve cezbe çığlıkların -isterse yanlış gayelerle olsun- çokça meydana gelmesidir. Bunlar insanların şeytanlarıdırlar: Hem kendilerini hem de başkalarını yoldan çıkarırlar.

Bizden öncekiler kendilerini tam olarak düzeltmemiş olsalar bile, başkalarını düzeltmiş; söz ve vaazlarını doğru bir biçimde ortaya koymuşlardı. Bunlar ise Allah’ın yolundan alıkoyuyorlar. Birtakım hurafelerle insanları Allah hakkında yanlış düşüncelere sevk ediyorlar. Bunu günahlara karşı hiç korkmadan yönelerek ve dünya tutkusuyla yapıyorlar. Özellikle vaaz eden süslü elbiseler giyinmiş, kibir ve riyaya kendini kaptırmış bir vaziyette iken, adetâ insanların Allah’ın rahmetinden ümit kesmeleri yönünde vaaz eder.

Menkıbe Âlimleri

Onlardan bir grup ise, zâhidlerin dünyanın kötülenmesine ilişkin söz ve menkıbeleriyle yetinirler. Bunları hep aynı tarzda tekrar eder dururlar. Onlar bu sözlerin anlamlarını kavramadan ezberler, kürsülerde bunlarla vaaz verirler. Bazıları da çarşı pazarda etrafındakilere beraber, insanlara öğütler yağdırırlar. Fakat bunlar, bu sözlerin gereğini yapmadıkları halde, sadece söz konusu zâhidlerin sözlerini ezberlemekle Allah tarafından bağışlanıp kurtulacaklarını zannederler. Hakikaten bunlar bir öncekilerden daha çok kendilerini aldatmaktadırlar.

Rivayet Âlimleri

Başka bir grup da vakitlerini tamamen hadis öğrenmeye vermişlerdir. Çokça hadis rivayeti toplamak ve hadisleri nakledenlerin, Peygamber’den (sallallahu aleyhi ve sellem) kendi zamanlarına kadar kaç kişi olduklarını araştırmakla meşgul olurlar. Kiminin gayesi diyar diyar dolaşıp hadis âlimlerinden öğrendiklerini aktararak, “Ben falandan naklediyorum; filan âlimle görüştüm; bende, hiç kimsede olmayan hadis nakil silsileleri var…” türünden sözleri söyleyebilmektir.

Bunlar kendilerini bir çok açıdan aldatıyorlar: Birincisi, onların kitap hamalı* gibi olmalarıdır. Çünkü onlar, sünneti anlamaya ve mânâlarını düşünmeye hiç gayret sarfetmezler. Yaptıkları, sadece hadisleri nakletmekten ibarettir. Bunun da kendileri için yeterli olacağını zannederler. Nerede?! Bilakis hadisten maksat, onu anlamak ve mânâlarını düşünmektir.

[*Bu ifade ile Cuma suresinin şu ayetindeki durumları açıklanan kimselere işaret edilmektedir. “Kendilerine Tevrat yükletiyip sonra onu yüklenmeyenlerin hali, kocaman kitaplar taşıyan eşeğin hali gibidir. Allah’ın âyetlerini yalanlayan topluluğun misali ne kötüdür! Allah zâlimler topluluğunu hidâyete iletmez.” (Cum’a, 62/5.]

Hadis ilminde ilk önce hadisi dinleme, sonra ezber, sonra anlama ve amel etme sonra da onu neşretme gelir. Bunlar ise sadece dinlemeye kendilerini yöneltmiş fakat, diğer hususları ihmal etmişlerdir. Sadece dinlemeye yönelmede hiçbir fayda olmamasına rağmen böyle yapmışlardır.

Bu zamanda hadisi çocuklar okumaktadır. Halbuki onlar gafil olup işin farkında değildirler. Bunların hadis öğrendikleri hocalar ise hadisin okunuş ve yazılışında hata yapıp, bunu bilmeyecek kadar gafil olabiliyorlar. Bazen-de umursamaz bir durumda onlardan hadis nakledip bunun farkına dahi varamıyorlar. Bunların hepsi birer aldanıştır.

Hadis dinlemede asıl olan onu Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem)’den işitmiş olmaktır. O’ndan dinleyen işittiği şekilde hadis ezberler ve yine aynı şekilde rivayet eder. Rivaye.t, ezberden olur; ezberse dinlemeden sonra gerçekleşir. Eğer kişi hadisi Resûlullah’tan (sallallahu aleyhi ve sellem) işitme durumunda değilse, bunu sahabe ve tabiinden dinler. Onlardan duyması böylece, Resûlullah’tan (sallallahu aleyhi ve sellem) duyması gibi olur.

Meselenin usûlü şudur: Dikkatle dinlemek, hıfzetmek ve hadisin bir harfinde dahi şüphe etmeyecek derecede, ezberlediği gibi rivayet etmek. Eğer şüphe ederse onu nakletmesi veya öğretmesi ve böylece hataya sevketmesi caiz değildir. Hadisin hıfzedilmesi iki yolla olur: Birincisi, devamlı tekrar etmek şartıyla kalp ile; ikincisi, dinlediğini yazmak, yazdığını gözden geçirmek ve başkasının ulaşmaması için bunu muhafaza etmek. Yazdığını muhafaza etmesi, bunun kimsenin asla elinin ulaşamayacağı özel kitaplığında korunmuş olmasıdır.

Çocuktan, gafil ve uyuyan birisinden işittiğini yazmak caiz değildir. Bu caiz olsaydı, beşikteki çocuktan duyduğunu yazmak da caiz olurdu. Hadis öğrenmenin bir çok şartı vardır. Hadisten maksat, onu öğrenmek ve onunla amel etmektir. Hadisin de Kur’ân’ın olduğu gibi pek çok manası vardır. Rivayet edildiğine göre, Ebû Süfyan b. Ebu Hayr el-Menhî, Zahir b. Ahmed es-Serahsî’nin meclisine gider; rivayet edilen ilk hadis şu olur: “Kişinin, kendisine faydası olmayan şeyleri (ma’laya’niyi) terketmesi, müslümanlığının güzelliğindendir.’ Bunun üzerine kalkar ve der ki: “Bu benim için yeterlidir. Bunun gereğini tam olarak yerine getireyim, sonra başka bir hadis dinlerim.” Diğer insanlar da böyle olmalıdırlar.

Sarf-Nahiv Âlimleri

Başka bir kısım âlimler ise, dilbilgisi, şiir ve dilin ilgi çekici ve anlaşılması zor kısımlarıyla meşgul olmuş, kendilerini bununla aldatmışlardır. Bağışlanmış ve bu ümmetin âlimlerinden olduklarını iddia ederler. Zira kendilerince dinin ve sünnetin ayakta durması, dilbilgisi ile olmaktadır. Onlar ömürlerini dilin ve dilbilgisinin inceliklerini araştırmada tüketmişlerdir. Bu büyük bir aldanmadır.

Arapça’nın Türkçe gibi bir dil olduğunu düşünselerdi ve ömrünü Arapça uğrunda tüketmekle, Türkçe, Hintçe ve diğer diller için tüketmekten farklı olmadığını bilirlerdi. Arapça’yı diğerlerinden ayıran şey sadece dinin bu dille gelmiş olmasıdır. Dilden sadece Kur’an ve Sünnette anlaşılması güç olan garip kelime ve terkipleri bilecek kadarı; dilbilgisinden ise yine Kitap ve Sünnetle ilgili olanı kadarı yeterlidir. Fakat bu alanda sonu gelmeyecek derecede derinleşmek gereksiz bir aşırılıktır. Bunu yapan ise aldanmıştır.

Devamı için bkz. Aldananlar, Semerkand Yayınları.

***

Aldananlar ve aldatanlar hakkında şöyle bir şiir vardır:

Cihanda iki türlüdür, mürâî,
Ki aldatır bunlar, fakîri, bâyi.
Birisi, yürür eski kisvetle,
Ki, zâhid sanılsın bu sûretle.
Saf kimseleri bunlar, yimek ister,
Kendilerine dervis denmek ister.
Giyerler, yamalı, eski câme,
Dilerler böyle görünmek avâme.
Haftalar geçer taramaz sakalın,
Ki, desinler, unutmuş kendi hâlin.

İkincisi ise, ehl-i riyânın,
İsit imdi alâmetlerin ânın.
Gider ardınca dâim nîk-i nâmın,
Diler makbûlü ola hassu âmmın.
Güzel kumaşları dikdirir ince,
Giyinir her gün moda âdetince.
Nasîhat verir, kitâb yazar durmaz.
Âlim geçinir, namâz bile kılmaz.

Sakın bunlar ile hem sohbet olma,
Dînini, dünyânı elden kapdırma.
Cihânda âdeti terk eylemeli,
Hakka hâlis ibâdet eylemeli.

Kelambaz

Kelambaz

Tarih • Kültür • Edebiyat • Fikir • Aktüalite

Yorum Yaz

Bu site reCAPTCHA ve Google tarafından korunmaktadır Gizlilik Politikası ve Kullanım Şartları uygula.

Bizi Takip Et!