Kelâmbaz

Bir tatlı huzur almaya geldik Üsküdar’a

Pek çokları gibi İstanbul’un keşmekeşinde teselli ve sükuneti Üsküdar’da arayanlardan biri de benim. Her biri bu güzide semtin mahallelerine can suyu vermiş zarif külliyelerin arasında kaybolmak.

Hafta içi İstanbul’da avare bulunmanın verdiği şans ile, biraderle kendimizi derhal Üsküdar’a atıyoruz. Telaş ve aceleden ârî bir sükûnetin hakim olduğu eski Üsküdar’ı bulmak ne mümkün. Marmaray ve Metro duraklarının açıldığı devasa meydan, henüz çıplak.. Belki bir gün fıstıkçamları ve çınarların gölgelediği eski latif havasını yakalayacak.

Mihrimah Sultan Camii Avlusu

Önce adeti veçhile Mihrimah ve Yeni Valide‘yi selamladıktan sonra, Salacak sahiline seyirtiyoruz. Üçüncü durağımız Sultan Murad-ı Sâlis‘in büyük muhabbet beslediği musahibi -sohbet arkadaşı- Şemsi Paşa’nın biblovari camisi. Bu nokta Üsküdar meydanına dönüp şöyle bir bakabileceğimiz bir mevki.

Damâlis Koyu’nu Mekân Tutan Kalkanlı Asâkir

Şehir her ne kadar ismini skutarion isimli kalkanlı askerlerin barındığı kışladan alsa da, bulunduğumuz sahil Romalılar devrinde Damalis kıyıları olarak bilinir. Bu isim Spartalı bir kumandanın ansızın kaybettiği sevgili karısına aittir. Spartalı kumandanın karısı için – kızkulesinin bulunduğu yerde- bu isimle bir sütun diktirdiği rivayet edilir. Aynı isimle irice bir koy ise Hakimiyeti Milliye caddesine doğru sokulurdu. Şemsi Paşa‘nın şirin camisi işte bu koyun ağzında yer alıyordu. Koyun diğer ucu ise Mihrimah Camii‘nin bulunduğu yerdeydi.

Tahmini Damalis Koyu

Semt tarihin her devrinde kanun ve asayişin gevşek olduğu, haydut ve korsanların yatağı bir yer olarak biliniyor. “Atı alan Üsküdar’ı geçti” lafı boşa değil. Bizans kronikleri, Damalis koyunu mesken tutan korsanların, Altın Boynuz’dan çıkan ticaret gemilerine saldırdıklarını yazar. Bir rivayete göre bu sebeple İmparator Justinyen, Damalis koyunu doldurtmuş. Fakat daha inandırıcı olan Çamlıca tepelerinden doğup buraya dökülen Bülbülderesi’nin buraya alüvyonlarını boşaltması neticesinde dolması. Damalis koyu bizi nerelere getirdi.

Bülbülderesi bugün Selaniklilerin defnedildiği mezarlıkla anılıyor, lakin hiç olmazsa 2 yılda bir tekrar ortaya çıkıp sel manzaraları altında meydanı teslim alıyor. Valide Camiini inşa eden Kayserili mimarımız fen ilimlerinden gafil olmayacak camiyi fevkani üslupta yerleştirmiş. Yani merdivenlerle yükseltmiş. Bu merdivenlerin mevzuyla alakalı bir güzel ismi vardır ki telaffuzu buram buram Osmanlı kokar: Subasman Merdivenler. Biz şimdi bir vakitler size Mihrimah camii’nin denize kıyısı olduğunu ve dahi Kanuni Sultan Süleyman’ın her biri pazuları gülle Akdeniz yiğitlerinin çektiği suları ok gibi yaran muhteşem kayığını, caminin denize bitişik duvara bağlayıp merdivenlerden çıktığını uzun uzun anlatmak isterdik. Fakat yolumuz uzun…

Üsküdar’ın İncisi: Şemsi Ahmed Paşa Camii

 Şemsi Paşa camii de Mimar Sinan‘ın şaheserlerinden, L formunda medresesi ve şirin camisiyle sahilin süsü. Bazen unutulup Kuşkonmaz Camii de deniyor. Rivayete göre şeş cihetten esen ruzigar burada cem olduğu için kuşlar bu kubbeciklere konamaz, bir rivayet de fırtınada köpüren denizin tuzuyla yıkandığı için kuşları burayı mekan tutmazmış. Hakikaten de martılar buraya pek teveccüh etmiyor. Caminin yanındaki kafeler muhafazakar gençliğin takıldığı kafeler ve nargile mekanlarıyla dolu. Kafeden kalkıp camide nemazı eda etmek işten bile değil. Ne var ki caminin kadınlar ve erkeklerce müşterek kullanılan küçük kapısı ve dar girişi, haremlik selamlığın tatbikine müsaade etmediği için, günün belki de tek tatsız anı olarak can sıkıyor.

Elden ne gelir içeri girelim ve mihraba doğru ilerleyelim. Mihrabın her iki yanındaki hareketli sütunlar geleneksel mimarimizde görülen ilginç bir hususiyet. Bu sütunlar caminin temelinin atıldığı haliyle sağlam olduğunun ve kayma olmadığının nişanesi olarak hareket ediyor. Eğer caminin temelinde bir kayma olursa sütunlar sıkışacağı için dönemeyecek ve vaziyet anlaşılacaktır. Şimdi size ikisinin de döndüğünü söylemek isterdim fakat ne yazık ki bunlardan sağdaki bir santim bile oynamayacak şekilde sıkışmış. Tesadüfen rastladığımız caminin sabık imamı, bu sütunu geçtiğimiz yıllarda yapılan tadilat esnasında Rizeli bir ustanın bozduğunu söyleyince içimiz bir miktar rahatladı. İnşallah kültür bakanımız el atar da en kısa zamanda Sinan yadigarı her iki sütun da hareketlenir.

Sütunun hareket videosu

Harem istikametinde yürüdüğümüzde sahil boyunca bir dizi cami yer alıyor. Bunlardan ilki İstanbul’un fethi esnasında bir Rum kadının Sultan Fatih’in ayakları önüne attığı bir çocuğa ait: geleceğin Rûmî Mehmed Paşası. Sultan bu çocuğun zeki olduğunu anlayınca saray akademisi Enderun’a alıyor. Rumi Mehmed devletin en tepesine kadar ulaşıp sadrazam oluyor. Bugün meritrokrasi diyorlar, Osmanlı’da liyakatın en güzel numunelerinden biri.

Rûmî Mehmed Paşa Camii

Rûmî Mehmed Paşa’nın camisi, dalgalı kasnağı ve kırmızı kiremitleriyle adeta bir manastırı andırsa da paşanın hakiki bir müslüman olduğu kesin. Malesef tadilat sebebiyle camiye giremiyoruz. Hemen 300 metre ötede Ayazma Camii yine aynı sebepten kapalı. Bânisi Sultan III. Mustafa, İstanbul’da dört camiisi olup da hiç birine ismini veremeyen talihsiz bir Sultan.

Üsküdar İçinde Bir Gizli Bahçe: İmrahor Bostanı

Buradan içeri doğru yönelip, yokuşu tırmandığımızda ruhlara sürur veren bir latif bahçe karşılıyor bizi. Kapısında ahşap tabela ile İmrahor Bostanı yazılı. 17.nci asrın büyük veziri Koca Sinan Paşa’nın imrahoru, yani emir-i ahur (ahır amiri) Mehmed Ağanın camisinden ismini alıyor mahal. Bostanın içine adımımızı atınca dere taşlarından hazırlanmış şirin patika üzerinde 40’a yakın tarh göze çarpıyor. Bunların ne olduğunu anlamak hemen mümkün değil. Fakat kısa sürede bu tarhların, her sene yapılan çekilişlerle Aziz Mahmud Hüdayi Mahallesi sakinlerine ücretsiz olarak tahsis edildiğini öğreniyoruz. 2017 yılında Üsküdar Belediyesi‘nin başlattığı hizmet bu sene üçüncü yılına girmiş. Kış ortası olduğu için olsa gerek bahçe sakin.. Mütevazi sokak ve evlerin çevrelediği, yakınımızdaki Ayazma camiinin kesme taştan minaresi ve barok kubbesi içimizi ısıtıyor. Bostan içinde yer yer serpiştirilmiş banklar ve bir kuyucuk ile alelade bir hobi bahçesi değil adeta büyük şehrin monotonluğunda boğulan İstanbullular için bir tabii sığınak, rehabilitasyon mahalli. Üsküdar Belediyesi’ni bu güzel teşebbüsü için tebrik ve teşci etmek, diğer belediyeleri de buna özendirmek lazım.

İmrahor bahçesi bendenizi öyle düşüncelere sevk etti ki, ifadeden aciz isem de yazayım. Ecdadımızın insanı yaşat ki devlet yaşasın mefkuresindeki insanları düşünüyorum: tevazu, güzel ahlak sahibi, vicdanı muazzam Osmanlılar… Sadrazamından şeyhülislamına ve en küçük memuruna kadar hepsi de laleden güle, şebboydan fesleğene çiçek aşığı toprağa dokunan, toprak gibi.. Bu keyfiyeti bizzat gözlemleyen Avrupalı seyyahlar Türklerin bahçe ve çiçeğe olan düşkünlüğünü hatıratlarına yazmışlardır. 6 asır dünyaya adalet ve hoşgörü ile hükmeden Osmanlılar, tevazuu, günahları örtmeği, karşılıksız ihsan etmeyi, İslamiyetten ve hemhal oldukları topraktan öğrenmişlerdir desek abartılı olmaz.

Avrupalının Gördüğü Osmanlı

Ruslardan kaçıp cihan padişahının mülküne sığınan ve İstanbul’da 10 yılı mütecaviz ikamet eden İsveç kralı Demirbaş Şarl, ülkesine döndüğünde İstanbul’da gördüğü bahçelerin tıpkısından hazırlatıyor. Topraktan yaratıldığını inkar eden ve toprağa gideceğini görmezden gelen Avrupa’dan ihraç fikriyat ile müslüman Türk mefkuresi ne kadar derin çizgilerle ayrılmıştır. Peygamberimiz aleyhissalatüvesselam der ki: “Kün fid-dünyâ ke enneke garîbün ev âbiru sebîlin ve udde nefseke min ashàbil-kubûri.” Dünyada kendini bir garip, kimsesiz bir yolcu gibi bil, ve yine kendini kabir ehlinden olarak farzet.”

Alman elçisi Busbecq, bu hadis-i şerifi örnek alan Türklerin son derece mütevazi evlerde yaşadığını ve toprakla iç içe olduklarını yazar. Her gün hemhal olduğu toprak onun için yabancı değildir. Neşeli, cıvıl cıvıl İmrahor Bostanı’ndan konuşurken bir anda ölüme nasıl da geldik. Zira toprak hayatın kaynağı olduğu gibi kabir hayatını da ihtiva ediyor. Üstelik kabir hayatı, sâlih Müslüman için hiç de yabancı bir yer değildir. Nitekim Hayati İnanç Müslüman için ölümü, evin bir odasından çıkıp, diğer odasına girmeğe benzetir.

Zihin dünyası, Avrupa’nın ruhsuz harflerine ve köksüz uydurma kelimelere hapsedilen milletimiz, aynı zamanda topraktan kopuk ve materyalizmin beton mahalleleri arasında sıkışmış vaziyette. Her geçen gün muhayyilemizi zorlayacak üçüncü sayfa haberleriyle ye’se düştüğümüz 21. asrın ilk çeyreğinde belki de ihtiyaç duyduğumuz şeylerden biri de toprağa dokunmaktır.

İmrahor bostanı, oldukça mütevazi fakat küçük dokunuşlarla, neler yapılabileceğinin işareti olabilir. Siz de bir müsait vaktinizde burayı bizzat ziyaret edip, bağlı bulunduğunuz belediyeleri böyle bir bahçe yapımı için e-mail yağmuruna tutarsanız, kim bilir belki hepimiz için hayırlı neticeler doğurur.

Yazarın Bazı Yazıları

Cihan Devleti’nin Şifresi: Liyakat ve Adalet

Osmanlı’da Üniversite Yok Muydu?

Anadolu Yanıyor: Celali İsyanları

Bizans Cephesinden Malazgirt Muharebesi

Yorum Yaz

Bu site reCAPTCHA ve Google tarafından korunmaktadır Gizlilik Politikası ve Kullanım Şartları uygula.

Bizi Takip Et!