Kelâmbaz

“Türk Gibi Kuvvetli” Tabiri Nasıl Hak Ediliyordu? – Münevver Ayaşlı

Münevver Ayaşlı Cumhuriyet devri Türk edebiyatı tarihinde Pertev Beyin Üç Kızı, Pertev Beyin İki Kızı ve Pertev Beyin Torunları romanlarıyla meşhurdur. Bu romanları dışında hatıraları, denemeleri, gezi yazıları da bir o kadar okuması keyifli, dikkate değer bilgiler ihtiva eder. Bilhassa İşittiklerim Gördüklerim Bildiklerim, Edep Ya Hu, Rumeli ve Muhteşem İstanbul; Evlad-ı Fatihan kitapları gerek Türk kültür ve sosyal hayatına dair gerekse yakın tarihe dair önemli bilgiler barındırır. Gelin Rumeli ve Muhteşem İstanbul kitabından bir iktibas ettiğimiz hatıralarından bir katre okuyalım.

Her gün bir kuzu

Bir ara bir Bulgar pehlivan türemiş, önüne geleni yeniyormuş. Müslüman ahali tedirgin. Rumeli beyleri üzüntülü olduğu gibi dedemin de canı fena halde sıkılmakta. Bir gün selamlıkta otururken, ağası yanına gelmiş:

“Beyim biri sizi görmek ister.”

Dedem sorar:

“Kim imiş?”

“Pehlivan imiş.”

“Ko gelsin.”

19.Yüzyıldan bir gravür
Greenwood Press Daily Life in the Ottoman Empire (2011)

Kapıdan, iki büklüm biri girer, karkas gibi bir şey, selam verir. Dedem sorar:

“Sen pehlivan imişsin?”

“Evet beyim.”

“Sen bu gavur pehlivanı yener misin?”

“Yenerim beyim.”

“Amma yaptın, nasıl yenersin?”

“Beni doyur beyim, beş on gün doyur, gavuru yenerim.”

Dedem pek inanmaz, ama yine de sorar:

“Sen ne ile doyarsın?”

“Günde bir koyun.”

“Pekâlâ.”

Ağasına döner:

“Sen her gün bir koyun kes pehlivana. Rahat bir döşek de hazırla, aranızda yatsın kalksın.”

Pehlivan, “Allah ömürler versin beyim” der ve ağa ile beraber odadan çıkarlar. Dedem, bu hadiseyi unutur bile. Aradan beş on gün ya geçer, ya geçmez selamlıkta oturur iken ağası yine gelir:

“Beyim, pehlivan sizi görmek ister.”

“Hangi pehlivan? Ko gelsin.” der dedem.

Biraz sonra, yarı iri biri, kapıdan zor girer. Dedem tanıyamaz.

“Sen kimsin?”

“Pehlivanım beyim.”

“Gavuru yener misin?”

“Evet beyim, yenerim.” der pehlivan.

Dedem de kanaat getirir ki bu, Bulgar’ı yenecek. Hemen akraba beylere, dost beylere, Selanik’e, Manastır’a, Serez’e davetiyeler uçururlar. Beylerin hepsi gelirler. Konakta bir telaş, bir misafir ağırlama hazırlığı ve heyecanı.

Büyük gün, güreş günü gelir çatar. Konaktan çıkınca hemen orada geniş çayıra çadırlar kurulur, bayraklar dikilir, davul zurna, pilavlar, helvalar pişer, koyunlar, kuzular döner. Davullar, zurnalar var kuvveti ile çalmaya başlar ve güreşin başladığı ilan olunur. Herkesin nefesi tutulur heyecandan. Bizim pehlivan, bir iki el enseden sonra gavuru havaya kaldırır, pervane gibi bir iki döndürdükten sonra, oradan geçmekte olan suya Bulgar’ı fırlatır.

Bir kıyamettir kopar. Alkış, tebrikler, sevinç gözyaşları. Çayır, bayram yerine döner.

Şaşırmadı

Bu hadiseyi, Memlik’teki Türk-Bulgar ve Türk pehlivanlarının, günde bir koyun yediklerini, seneler ve seneler sonra, ağır sıklet milli şampiyonumuz Hamit Kaplan merhuma anlatmıştım.

O zamanlar daha tek başıma seyahat edebiliyordum. 1960-1965 senelerinde, sık sık Ankara’ya gidiyordum. İstanbul-Ankara yolu yapılmış, vızır vızır otomobiller, otobüsler işliyordu. Yine millî bir şampiyonumuz olan Gazanfer Bilge’ye ait olan, Gazanfer Bilge otobüsleri ile gidiyor, başka otobüse binmiyordum. İstanbul-Ankara, Ankara-İstanbul bilet ücretleri on beş lira idi. Kadıköy terminalinden otobüse bindim, otobüs hareket etti, bir de baktım ki Hamit Kaplan merhum da otobüste. Düzce’ye kadar yarenlik ettik.

Üç şampiyon: Hamit Kaplan, Muhammed Ali, Gazanfer Bilge
Londra’da M. Ali ziyaretinden gazetelere yansıyan samimi bir kare.

Söze ben başlamıştım; zira çok kuvvetli insanlar, çok mahcup ve mahfiyetkâr olurlar. Kendisine dedemden, Rumeli’nden, Türk-Bulgar güreşinden bahsettim ve Türk pehlivanlarının eskiden bir koyun yediklerini söyledim. Hamit Kaplan’ın şaşacağını sanmıştım. Kaplan şaşmadı. “Ben de güreştiğim zamanlar bir kuzu yerim.” demişti.

Köfte et değil

Evet… Güreşçilerimizin, futbolcularımızın şimdi yenilmeleri, başarısızlıkları, hep kâfi beslenmemelerinden ileri geliyor. Kampa girdiler, kamptan çıktılar, hep laf ü güzaf… Etraflarında bir sürü tufeyli insan, beraber seyahatler, beraber gezmeler, başarısız bir maçtan sonra avdet ve yine bol bol beyanat, gazetelerde bol bol resimler.

Kampta ne yiyorlar? Köfte ve patlıcan kızartması ile güreş olmaz, gol atılmaz.

1950’lerde Taksim Dağcılık Kulübü’nde, milletlerarası tenis turnuvaları olurdu (herhalde yine oluyordur). Dağcılık Kulübü’nde, o zamanlar restoran da vardı (herhalde şimdi de vardır). Tenis seyretmeye gittiğimiz zaman, arada bir biz de yemeğe kalırdık. Bir akşam, masamız tam misafir tenisçilerin masasının yanına düştü. Et ısmarladılar, köfte geldi, tenisçiler köfte tabağının altına vurdular ve köfteler hafif tertip havaya zıpladılar. Sporcular, et yerine gelen köfteleri, et olarak kabul etmediler ve geri çevirdiler. Köfte bir et yemeği; ama et değil.

Fransa’da, bütün Avrupa’da ve Amerika’da, et yemeği nasıl olur gördüm: Pişmiş, yarı pişmiş ve hiç pişmemiş, sadece ısınmış (chaud) dedikleri karışıksız safi et. Bizim köftelerimiz yarı kıyma, yarı ekmek içi. Biz seviyoruz, lezzeti güzel; ama safi et değil, gençler için, sporcular için kâfi gıda değil. Amerika’da gördüm, et bizim ramazan pideleri gibi büyük tek kapta, yağda pişe pişe sofraya getiriyorlar. Bir porsiyonu biz Türkler kabil değil yiyemedik, birkaç kişi beraber bile yiyemedik.

Ne zaman başladı?

Evet, ben çocuk iken, Türkler iri yarı, boylu boslu, geniş omuzlu idiler. Bol et ve hayvani yağlarla pişmiş yemekler yerlerdi, Ulu Hakan’ın, has buğdaydan iki okkalık ekmeğini yerlerdi. “Fort comme un Turc”, yani “Türk gibi kuvvetli” tabirini hak etmiş insanlardı. Rahmetli Koca Yusuf’umuz başta, bütün pehlivanlarımız rakiplerini titretirdi.

Türk milletinin boyunun kısalması, güçten düşmesi, velhasıl formunu kaybetmesi İttihatçılarla başlar; bilhassa Birinci Dünya Savaşı’nda çekilen açlık ve un yerine, süpürge koçanı ile yapılan ve hiçbir besleyici kuvveti olmayan ekmekler ve gıdalarla başlamıştır.

Devlet idarecilerinin çok dikkatli olmaları lazım gelmektedir, omuzlarında büyük mesuliyet var. Milletin, gençlerin, çocukların beslenmesi hususunda geçmişteki hataları, suçları telafi etmek lazım gelir. Sade muzır neşriyat ile değil, az ve fena beslenmeyi de ele almalılar.

Münevver Ayaşlı: Rumeli ve Muhteşem İstanbul, Timaş Yayınları, s.24-28

Not: Ara başlıklar sayfa editörümüze aittir.
Kelambaz

Kelambaz

Tarih • Kültür • Edebiyat • Fikir • Aktüalite

Yorum Yaz

Bu site reCAPTCHA ve Google tarafından korunmaktadır Gizlilik Politikası ve Kullanım Şartları uygula.

Bizi Takip Et!