Kelâmbaz

“İslamda Birlik ve Fıkıh Mezhepleri” Kitap İncelemesi

Aşağıdaki makale Reşit Rıza’nın “İslamda Birlik ve Fıkıh Mezhepleri” yahud “Mezahibin Telfiki ve İslamın Bir Noktaya Cem’i” adlı kitabı üzerine Ali Fikri Yavuz Hoca’nın 1976 senesinde hazırladığı bir kitap incelemesidir.

1974 yılında D. İş. Baskanlığınca yayınlanan bu kitabın aslı, hicrî 1332 tarihinde arapcadan türkçeye çevrilerek basılmış ve zamanında tasvib görmediği için bir kenara itilmişti. Hatta mütercim bile gençlik çağlarında yaptığı tercümede isabetsizliğini anlamış olacak ki, uzun yıllar Diyanet İşleri Başkan Yardımcılığı ile Başkanlık görevlerinde bulunduğu halde, bunun tekrar basılmasına lüzum görmemişti. Diğer eserleri ise, hayatında bol bol basılmış ve halen de basılmaktadır. Bu da konumuz dışında kalan, fakat yine de ibret alınması gereken bir husustur.

Teferruata girmeyerek, kitabın gayesi nedir, İslâm adına ne yapılmak isteniyor, bu faydalı mıdır ve gerçekleşmesi mümkün müdür? konuları üzerinde, peşin hükümlerimizden ve hissî düşüncelerimizden arî olarak birlikte güzeli ve doğruyu bulmaya çalışalım. Meseleyi iki bölümde ele alalım ve üçüncü bir bölümle sonuca bağlayalım:

MESELE: I

a) Kitabın gayesi ve ana fikri: Tercemenin aslında kitaba konan ad, “Mezahibin Telfikî ve İslâmın Bir Noktaya Cem’i” şeklindedir ki, bunu sadeleştirirsek: «Mezheblerin Birleştirilmesi ve İslâmın Bir Merkezde Toplanması» haline girer. Halbuki bu şekilde bir sadeleştirme yapılmamış, ismin aslı muhafaza edilmiş ve ayrıca bir isim daha verilmiştir. Buna neden lüzum görüldüğü de düşünülmeğe değer bir husustur.

Kitaba verilen ikinci isim «İslâmda Birlik ve Fıkıh Mezhepleri» dir. Hiç bu mana, önceki manayı ifade eder mi? Asılla ilgisi olmayan uydurma bir isim olduğu meydanda…

b) Kitabın aslına baktığımız zaman kapakta ve kitabın adı altında bir cümleyi görüyoruz ki, bu cümle de, nedense sadeleştirici tarafından atılmış ve yeni baskıya konmamıştır. Bunun üzerinde de düşünelim. Bu cümle aynen şudur:

«Bulunduğumuz asır, bir mezhep üzerine sapIanıp kalacak zaman değildir.» (Şeyh Muhammed Abduh)

Gerek kitaba konan isimlerden ve gerekse Abduh’un ifadesinden açıkça anlaşılıyor ki, İslam’da ne kadar mezhep türemişse hepsini bir araya getirmeli ve bunları tek bir mezhebe irca etmelidir. Yahut bütün mezhepleri kaldırıp Kitap ve Sünnetle amel etmelidir. Önce birinci şık üzerinde duralım:

1 – Mezheplerin birleştirilmesi denince, yalnız ehli sünnet mezhepleri hatıra gelmesin. Bu mezhepler içinde «Şi’î»ler de vardır. Şiîler girdikten sonra, Firak-ı Dalle = sapık fırkalar tümü ile girerler. Delil önümüzde, okuyalım:

«…Biz bunun için (Müslümanların yaşayabilmesi için) iki çare buluyoruz: «Biri, akaid itibariyle yekdiğerine muhalif olan firak ve mezahib ki fenalık en ziyade bunlardan nes’et etmiştir- bilhássa iki fırka-i azime olan ehli sünnet ile <Şi’a» uleması beyninde bir ittifakı tam vücuda gelmektir.» (Asil T.s. 13, sadelestirilmiste s. 21)

Biz bu masumane ve halisane temenniyi daha müsamahakâr davranarak ve daha geniş tutarak şöyle bir istekte bulunsak çok daha faydalı olmaz mı?: «Yeryüzündeki bütün insanları islâm inancında birleştirerek dünya ve ahiret saadetini kazanalım. Böylece cemiyette tam bir beraberlik ve kardeşlik kuralım.» Bu temenni ve istek öncekinden daha büyük, daha parlak ve daha yapıcı değil mi? Eğer bu isteğin tahakkuku mümkün değilse, ötekininki mümkün mü? Geçen ondört asır içinde tarihte bunun vukuuna dair bir örnek gösterilebilir mi?

Ehli sünnetle Şi’a hangi iman esaslarında birleşecekler de tam bir ittifak meydana gelecektir? Eğer bunların kalblerinin tasarrufu yazarın elinde ise, istenen birlik gerçekleşsin. Değilse kimin adına ve kimden yetki alarak bu sözler ortaya atılıyor. Şi’a mi ehli sünnete taviz verecek, yoksa ehli sünnet mi Şi’a’ya taviz verecektir. Yahut her ikisi de bulundukları hali terk edip yeni bastan bir akide mi seçeceklerdir. Bu ne kadar basit ve zavallı bir temenni…

Gerçekleşebilmesi mümkün olmayan bir işin ardından koşmak, halâ da üzerinde ısrar etmek, insaf sahiplerinin işi değildir.

Mütercimin sözüne devam edelim :

«…İkincisi de, mezhebi fikhîleri tevhid ederek fıkh-i islâm dairesinde hareket etmektir.»

Gerek bu ifadeden ve gerekse kitaba konan isimden anlaşılan mana, yukarda belirttiğimiz iki şıktan birini belirlemektedir. Fakat bunlar iki şıktan biri üzerinde de tereddüt etmektedirler. Bir yandan Fıkıh mezheplerini birleştirerek İslâm fıkhı üzere» tek bir mezhebe bağlı olarak amel etmek isteniyor, diğer taraftan mezhebler birer hurafe sayılarak dini aslındaki saflığa irca etmek isteniyor. Bu iki fikirden hangisi esas kabul ediliyor, belli değil… Aynı sayfada bu fikir üzerinde şöyle denmektedir:

«İslâm aleminin kurtuluş çaresi, asırlardan beri ümmetin zihninde toplanmış olan «Hurafeleri» hakikata tebdil edip dini, aslındaki saflığa çevirerek müslümanların fikirlerini bir nokta etrafında toplamakla mümkün olabilecektir. Müslümanlar için başka suretle yaşamak kabil değildir. Bu, iki kere iki dört ettiği kadar kabul edilen bir hakíkattir.» (Asıl tercemede s. 13 ve sadeleştirilmişte s.21)

Biz, yine birinci şık üzerinde durarak şimdilik bütün mezheplerin bir mezhep haline çevrilmesi üzerinde düşünelim: Mütercimin deyimi ile «fırkalar arasında tam bir birlik meydana getirmek» fikri, ya bütün dünya müslümanlari için bahis konusudur, ya da Türkiye’de yaşayanlar için…Burada sadeleştiricinin de tereddüdü vardır. Yahut tereddüt yok da maksad gizlenmektedir. Zira mütercim kitabin 29. sayfasında dipnot olarak görüşünü açıkladığı halde, sadeleştirici paragrafın büyük bir kısmını yokmuş gibi gösteriyor. Gözden de kaçabilir, marifet de olabilir!..

Orada mütercim aynen söyle demektedir:

«…Binaenaleyh ıslâh-i İslâmînin en mühim rüknü, müslümanları maddeten ve manen bir ittifak üzerine toplamak, herhangi bir ahkâmdan olursa olsun, onları yalnız bir kanunî şer’î etrafına cem etmek, lisanlarını tevhid etmektir. Bu ıslâh halife-i müsliminin himayesi altında teşekkül edecek olan bir Cemiyeti İslâmiyeye mütavakkiftir. Aktar-ı İslâmiyenin her tarafında o cemiyetin şubeleri bulunmalı. En büyük şubesi de, kıble-i İslâm olan Mekke-i Mükerreme’de olmalı. Bu şubenin en mühim ictimaı da mevsimi hacda olmalıdır. Bu ictimada aktarı sairedeki şubelerin diğer azaları da bulunarak Mekkedeki ictimada gerek cehren, gerek hafiyyen verilecek kararları alıp memleketlerine avdet etmelidirler.»

Kitabın temelini bu boş hayaller, romantik kuruntular teşkil ettikten sonra, verilecek hüküm okuyuculara düşer. Bütün dünya müslümanlarını tek bir mezhebe bağlamak, tek bir dilde birleştirmek sözünü ifade kolay, fakat böyle bir muhali temenni, dünyayı tanımamak olmaz mı?

İslâmın birinci asrında bile müslümanlar çeşitli dilleri konuşuyor, dini meseleler üzerine ictihadlar yapıyorlardı. Hepsi de birbirlerine saygılı olup İslâm adına hizmet görüyordu.

Sonra bu muazzam işi başarmak isteyenler dünya Müslümanlarından hangi mezhep öncülerinin tasviplerini almışlardır? Maddi ve manevi tasarruf yetkileri nedir? Bütün bunlara cevap «hiç» olur.

Hal böyle iken, 64 yıl önce terceme edilen ve hiç bir memlekette gerçek ilim otoritelerince tasvib görmeyen bu kitabi bir marifetmis gibi ortaya atarak ıslâhata kalkışmak tevhid yerine, kökünden tağyir ve tefrik yapmaktan başka bir maksat taşımaz.

Biz yine insaf ederek diyelim ki, bu kitap o günün şartlarına göre yazılmıştır. Şimdi Türkiye müslümanlarının durumu düşünülüyor ve bunların ıslâhı isteniyor. Bu takdirde memleketimize bakalım:

Memleketimizde ehli sünnet mezhebine bağlı müslümanların mezhep yönünden çözülmesi gereken bir mesele ortada yoktur. Bizde pek az şafi’ vardır ki, Hanefilerle ayni dili konuşur, ayni iman esaslarında birleşir kardeşlerdir. Bizdeki ayrılıklar, mezheplerin çokluğundan değil, bir mezhep içindeki menfaat ayrılıklarından, cehalet hastalığından ileri gelmektedir.

Eğer Şi’a ile bir tevhid kurulmak isteniyorsa, -ki bu temennîlerinde vardır – bunun şartları neden ortaya konmuyor? Onlardan alınan yahut onIara verilen söz var mıdır, varsa nedir? Bu hususlar açık olarak belirtilmedikçe samimiyet diye bir şey aranmaz.

Böyle olmayacak işlerle uğraşmak suretiyle akıl ve zihinleri bulandırmak tevhid midir, yoksa tefrik midir. Islâh mıdır, yoksa ifsad mıdır?

Şimdi ikinci şıkka gelelim:

2 – Eğer bütün mezhepleri kaldırıp topluca Kitab ve Sünnete uyarak amel etmek isteniyorsa,bu fikir çok parlak ve cazip!…

Demek ki, bugün Türkçe ilmihalleri okuyup anlamaktan aciz olan, muamelât ahkâmı şöyle dursun, namaz meselelerini dahi tümü ile bilemeyen bizler, ilâhî bir vergi ile müctehidler mevkiindeyiz de haberimiz yok!.. Meğer 14 asırdır yetişip gelen ve saraylar dolusu eserler veren bunca ulema ve müctehidine hiç lüzum yokmuş, yazık oldu gayret ve fedakârlıklarına!.. Öyle ya, bize kitap ve sünnet yeter. Biz bunlardan istediğimiz ahkâmı çıkarırız. Akıllarımız keskinliğince değişik fikir ve mezhepler ortaya atarız, dört mezhep yerine binlerce mezhep ortaya atarız. Var mi buna bir diyecek? Tüyler ürperten bir netice, bu ne cür’et ve ne büyük yıkım!.. Bugün islâma inanmayan bazı yazarlar gazetelerde islâm adına ahkâm kesmiyor mu? Sırf bunların ve bu gibilerin gönlünü şad etmek için mi bu gayretler?..

MESELE: II

Kitabin ilmî değeri: Her kitap iki yönden değer taşır. Biri, muhteva bakımından ilim ve san’at değeridir. Diğeri de, yazarın şahsiyet ve niyeti itibariyle olan değeridir.

1 – Muhteva bakımından kitabın değeri: Dialog halinde hazırlanan bu kitapta, yeni tabirle bir ilerici ve bir de gerici konuşturuluyor ve bunların muhaveresi sonunda da yukarda izah edilen gayelere ulaşmak isteniyor. Oynanmak istenen oyun şu:

Yazar, hakimlik sandalyasına oturuyor ve yukarda beyan edilen kendi öz fikirlerini karara bağlamak için karşısına, iki şahıs yerine kaim, iki heykel alıyor ve bunları kendisi konuşturuyor, seyircileri (okuyucuları) da şahit tutuyor ve dava baslıyor:

İki heykelden biri saniktir: buna mukallid (yaşlı – ihtiyar, gerici- yobaz) diyor. Diğerine de Islâhatcı (aydın – ilerici, reformcu-müctehid)adını veriyor ve bunları konuşturuyor. Heykeller konuşur mu? Evet konuşur, bunlar adına konuşan hakimdir. Muslih mukallide soru soruyor ve mukallid cevap veriyor. Aslında soru soran da, cevap veren de, hükme bağlayan da tek kişidir, o da hakim beydir. Üstelik dilediği gibi soru soruyor ve dilediği gibi de cevap alıyor. Zavallı dinleyicilerin şuurları yok ki, oynanan oyunu anlasınlar. Böyle bir ustalıkla dili dönmez, kulağı işitmez, gözü görmez zavallı mukallid tasarlanan şekilde seyirciler önünde ölüme mahkûm ediliyor. İnsafsızca işlenen bir cinayet!..

İşin daha acı tarafı, ustaca oynanan bu oyunu gerçeklerin gerçeği kabul ederek hararetle terviç eden zamanımızın kahramanları ve karamanları vardır. Bizde ata sözüdür, söylenir: «Karaman’ın koyunu, sonra çıkar oyunu.» Eninde sonunda oyun meydana çıkar ve çıktı işte.

İşte bu uslûpla ve bu maksatla hazırlanmış bir kitaba verilebilecek ilmî değeri muhterem okuyuculara bırakıyorum.

2 – Yazarın şahsiyeti ve cemiyetcilik ahlâkı: İlgililerce bilinen bir gerçektir ki, bu kitabın yazarı Muhammed Reşid El-Hüseyni, Şeyh Muhammed Abduh ve bunların muhibleri, Cemaleddin Afganî ekolüne bağlı şahsiyetlerdir ve onun izinde yürüdüklerini itiraf eden kimselerdir.

Cemaleddin Afganî, hayatında kendisine bir yön tayin edememiş, parlak sözlerle süslediği hayâl bayrağını açmış ve serap peşinde koşmuş, başarı kazanmak şöyle dursun, kanbur üstüne kanbur vurmuş bir kahramandır.

Bir bakışta, bütün dünya müslümanlarını bir araya getirmek gayreti ile ortaya çıkıyor. Bunda başarı sağlamak için de batılı müsteşriklerden yardım diliyor.

Bir bakışta, Abdülhamid Han’a mehdilik payesi vermek istiyor ve onu en üstün bir mertebeye çıkarmak gayretindedir.

Bir bakışta, Abdülhamid Han’a cephe almış, ona saldırmaktadırlar. (El-Menar: c.VIII, s.812)

Bir bakışta ümmetçiliği terk edip türkçülük cereyanının öncüleri arasına girmişlerdir. (El-Menar: C.VIII, s.812)

Bir bakışta da, bunları Mason localarına bağlı biraderler arasında görüyoruz. Bu ne büyük zekâ ve deha!.. Maskeleri düştüğü halde bunları maskelemek isteyenlerin zekâsı ise çok daha büyük değil mi? Fedakâr ve vefakâr dost işte böyle olur…

Mason locasından çıkıp çıkmamak önem taşımaz. Kurtuluşu burada gören zekâya, bütün müslümanları bir noktada toplamak isteyen dehaya pes!..

Hayatları böyle zikzaklar ve tenakuzlar içinde geçen şahsiyetlerin hangi görüşlerine inanılabilir ve değer verilebilir? Bunların inanmadığı bir davaya, başkalarının sadakat gösterip de bunlar arkasında hâlâ tepinmelerinin anlamı ne olabilir? Ruhî bir bunalım veya cinnet denilemez mi acaba!..

Batılı müsteşrikler bunlara büyük değer biçiyorlar. Bu değer veriş islâmi ve müslümanları sevdiklerinden değildir her halde… Sevmiş olsalar íslâmı kabul etmeleri gerekir. Bunu yapmadıklarına göre maksadlarını anlayamamak ne büyük bir gaflet…

Batılı alimler neden büyük müctehidlerimizi ve büyük fıkıh alimlerimizi takdirle yad etmezler de bunlardan hararetle bahsederler?

Konuyu genişletmemek için bu kadarla iktifa edelim. Zira bu hususta yazılması ve söylenmesi gereken çok sözler vardır; fakat maksadı ifade bakımından bunlara yer verilmesine lüzum görülmemiştir.

MESELE: III

Netice: Mahud kitap üzerinde yapılan inceleme ve tahliller bize şu gerçeği ifade ediyor ki, bu kitap «İslâmda Birlik» değil, İslâmı kökünden tağyir ve tefrik gayesini güdüyor ve bu gaye de parlak sözlerle, cazip vaadlerle kamufle edilmeğe çaIışılıyor.

Biz, bugün üzerimize düşen büyük vazifelere bakalım. Memleketimizde mezhep bakımından vahdet vardır. Müslümanlar ehli sünnet mezhebi etrafında toplanmışlardır. Böyle, bir mezhebe bağlı müslümanlar arasında çeşitli menfaatler yüzünden, aşırı derecede cehalet yüzünden bir takım hizipler türemiştir. Bunlar: «…ci ve …cü» diye bilinen guruplaşmalardır. Asıl hizmet, tek bir mezhebe bağlı bulunan bu müslüman kardeşler arasında mevcut ayrılıkları gidermek ve bu yolda çalışmaktır. Biz bu yolda çalışamıyorsak ve bir mezhebe bağlı olanlar arasındaki ayrılığı gideremiyorsak, bütün dünya müslümanlarını – çeşitli mezheplere bağlı oldukları halde – nasıl bir araya getirip toplayabiliriz? Bunun örneğini önce memleketimizde vermemiz şarttır ve bu bir zarurettir. Bunu başaramayanlar, boşuna hayâllerle masum müslümanları aldatmaya çalışmasınlar.

Mahud kitabın basım işine büyük bir ihtimam ve itina gösterilmiş, en iyi bir kâğıda en güzel bir baskı yapılarak piyasaya arz edilmiştir. Diğer taraftan Hadîs-i şerif kitapları ile Kur’an-ı Kerim baskılarında bu itinayı göremiyoruz. Yapılan bunca masrafla, islâm ahlâkını ve İslâm esaslarını bildiren Almanca, Fransızca, İngilizce el kitapları hazırlatılabilir ve Avrupadaki isçilerimizle islâmiyet gayri müslimlere tanıtılabilirdi. Bugün ihtida edenlere bile verebilecek bir kitabımız yoktur. Neşriyatımız hizmetten çok, ticaret yolundadır.

Şahsî ihtirasları bırakarak ehli sünnet inancında birleşelim, mevcut ayrılıkları hep birlikte gidermeye çalışalım. Hayalleri ve zararlı şeyleri bırakarak memleketimizde örnek olacak yapıcı ve birleştirici hizmetler arkasında koşalım; aksi halde vebal büyük olacaktır.

Hak Tealâ hidayet ihsan edip hak yoldan ayırmasın…

10/4/1976

A. Fikri Yavuz

***

A. Fikri Yavuz kimdir?

5 Mayıs 1924’te Trabzon’un Çaykara ilçesine bağlı Akdoğan (Yukarı Hopşera) köyünde doğdu. Babası ilkokul öğretmeni Abdullah Selim, annesi Fatma Hanım’dır. İlkokulu Çaykara’da, ortaokulu Bayburt’ta tamamladıktan sonra 1943’te Trabzon Lisesi’nden mezun oldu. Erzurum’da üç yıl ticaretle uğraştı, ardından İstanbul’da askerlik hizmetini yaptı (1948). Çaykara Belediyesi’nde kâtiplik görevini yürütürken Hasan Râmi Yavuz’un Akdoğan köyündeki ders halkasına katıldı ve beş yıllık bir öğrenimden sonra ondan icâzet aldı. 1953’te Diyanet İşleri Başkanlığı’nca açılan vâizlik imtihanını kazandı. Kısa süren vâizlik görevinin ardından Ömer Nasuhi Bilmen döneminde İstanbul müftü yardımcılığına tayin edildi (1954). Burada iken İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arap-Fars Filolojisi’ne devam etti, ancak fakülteyi bitirmedi. İbrahim Elmalı’nın müftülük döneminde Gaziosmanpaşa müftülüğüne tayin edildiyse de kısa bir süre sonra vekâleten İstanbul müftülüğüne getirildi (1966). 1971’de Kadıköy müftüsü oldu ve 1976’da buradan emekliye ayrıldı. Son dönemlerinde böbrek yetmezliğinden mustaripti, 27 Aralık 1992’de bu hastalıktan Feneryolu’ndaki evinde vefat etti. Cenaze namazı Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Camii’nde kılındıktan sonra Karacaahmet Mezarlığı’na defnedildi. (DİA)

DİA, Ali fikri Yavuz Maddesi
Kelambaz

Kelambaz

Tarih • Kültür • Edebiyat • Fikir • Aktüalite

Yorum Yaz

Bu site reCAPTCHA ve Google tarafından korunmaktadır Gizlilik Politikası ve Kullanım Şartları uygula.

Bizi Takip Et!