Kelâmbaz

Avrupa’da Medeniyetin Doğduğu Yer: Endülüs

O dönemin Müslüman İspanyolları, Avrupa’da hiç bir zaman görülmemiş en parlak medeniyetin mirasçıları olduklarının şuurundaydılar. Kurtuba, geceleri aydınlatan sokakları ve anestezi yoluyla ameliyatların yapıldığı hastaneleriyle bir milyon nüfuslu bir şehirdi. Hem de XII. yüzyılda! Bu halk, Hıristiyan dünyası tarafından asimile edilmeyi kesinlikle reddeder.

Yukarıdaki sözler İspanyol tarihçi ve yazar Rodrigo de Zayas’a ait. 1989 senesinde Londra’daki bir müzayedede satın aldığı İspanya Engizisyon Mahkemesine ait kayıtları derleyip kitap haline getirmiştir. Kitabın Türkçesi de mevcuttur. Endülüs tarihi ile alakalı tarihe ışık tutan kıymetli yorumları vardır.

Yukarıdaki girizgah mahiyetindeki malumatı verdikten sonra bu yazının yazılma sebebini ifade edelim.

Son yıllarda hem dünyada hem de Türkiye’de revaçta olan yapımlardan biri “La Casa de Papel” isminde İspanyol menşeli bir dizidir. İlk 2 sezonda İspanya darphanesinin, sonraki 2 sezonda ise İspanya merkez bankasının soygununu mevzu eden dizinin kurgu itibariyle oldukça başarılı olduğu söylenebilir. Soygun planlarının zekice hazırlanması ve neredeyse kusursuz işlemesi insanları ekrana bağlayan en önemli sebeplerden biridir.

Soygunu işleyen kişilerin halk nezdinde bir kahraman gibi gösterilmesi senaristin muhayyilesine kalmış bir durumdur. Dizideki yoğun eşcinsel temalar ise her ne kadar Batılı ülkelerin çoğunda meşru kabul edilse de Türkiye gibi müslüman ülkelerde marjinal bir hareket olarak algılanmaktadır. Bunun da sebebi İslam dininin bu gibi fiilleri açık surette men etmesidir. Her ne kadar dizinin bu yönü açık bir tenkite tabi tutulabilirse de bu başka bir yazınının mevzusudur.

Bu yazının kaleme alınmasına sebep olan unsur, dizinin karelerinin arasına gizlenmiş olan İslamofobidir. Muhtelif sahnelerde terörist ve cihatçı kelimelerinin birlikte zikredilmesi, İslamiyetin terörle alakalandırılması, seyircilerin şuur altlarına işlemekte, onları İslam karşıtlığı fikrine sevk edebilmektedir. Batının yüzyıllara varan İslam aleyhtarlığının modern manadaki tatbikat usullerinden biri olan bu gibi yeni nesil propagandaların arkasındaki temel niyetin, tarihi Hilal – Haç mücadelesinin devam ettirilmesi olduğu görülüyor. Nitekim yeni nesil harb artık meydanlarda ateşli silahlarla değil bu gibi mecralarda gerçekleşmektedir. Ne niyetle olursa olsun, medeni olma ile İslami telakkiyi adeta birbirine zıt iki mefhum gibi yansıtan kareler ihtiva eden bu diziyi izleyenler için; yüzyıllar öncesine gidip umumi olarak Batı, hususi olarak İspanya’nın medeniyet, insan hakları ve hoşgörü ile alakalı sahip olduğu tavırları yakından tetkik edelim.

Avrupa’da Medeniyetin Doğduğu Yer: Endülüs

Endülüs Emevi Devleti… İber yarımadasında hüküm sürmüş bir medeniyet. Öyle bir medeniyet ki Avrupa cemiyetlerinde akıl hastaları diri diri yakılırken, anestezi ile ameliyatların yapıldığı; astronomiden tıbba, sanattan İslam ilimlerine kadar her alanda medeniyetin doruk noktasının yaşandığı bir devir meydana getiriyor. Bu medeniyet yarımadayı öyle bir şekilde ihata etmiştir ki Moshe Sevilla-Sharon bile Endülüs Yahudilerinin o zamanki refah seviyesini XIX. ve XX. asırda Avrupa ve Amerika’daki Yahudi medeniyetlerine eşit olarak kabul etmekten kendini alamamıştır.

Kurtuba Camii

İslamiyetin bir ilim ve medeniyet dini olduğunun müşahhas bir misali olan Endülüs Devleti; yetiştirdiği alimler, meydana getirdiği ilim atmosferi ve telif edilen eserlerle Avrupa’da rönesansın altyapısını oluşturmuştur. Kadim Hint, Yunan ve Mısır milletlerinin ilmi araştırmalarını tetkik ederek, bunların üzerine çalışmalar yapıp tekamül ettiren ve aynı zamanda yeni keşifler ortaya koyan Endülüslü alimlerin astronomi, tıp, cebir, felsefe, sanat, tarım, denizcilik gibi alanlarda meydana getirdikleri eserlerin Latin diline tercüme edilmesiyle bu bilgi birikimleri Avrupa’ya aktarılmıştır.

Bu tercüme faaliyetlerinde bulunan Carinthia’lı Herman, Ketton’lı Robert, Morley’li Daniel, Hereford’lu Roger, Cremona’lı Gerard gibi Avrupalıların Arap dilini öğrenmesi ve Endülüs’ü ziyaret etmesi, buradaki birikimin Avrupa’ya geçmesinde önemli bir rol oynamıştır. Hatta Cremona’lı Gerard’ın, Batlamyus’un Almagest isimli astronomiye dair eserini okuyabilmek için Tuleytula’ya (şimdiki ismi Toledo) gelip Arap dilini öğrenmesi ve sonrasında bu kitabı 1175 senesinde ilk defa olarak Latinceye tercüme etmesi, bu kitabın Yunan astronomisinin Avrupa’da ana kaynağı haline gelmesinde önemli bir rol oynamıştır.

İber yarımadasına altın çağını yaşatan Endülüs Devleti, Reconquista denen, yarımadada Hıristiyan hakimiyetinin tesis edilmesi hareketiyle zaman içinde zayıflayıp nihayetinde yıkılmıştır. Braudel’in ifadesiyle bunun müsebbibi Pireneler’in  ötesindekiler yani bütün Avrupa Hıristiyanları olmuştur.

Müdeccenler

Reconquista hareketi neticesinde kaybedilen topraklarda yaşamaya devam eden Müslümanlara İspanyolcası Mudejar olan Müdeccen denmekteydi. Kelime anlamı olarak; bir yerde ikamet edip oraya alışan kimse demektir. Morisko ise, özellikle 2 Ocak 1492’de Müslümanların son kalesi olan Gırnata’nın düşmesinden sonra İspanyolların, tahkir etme maksadıyla Müdeccen Müslümanlar için kullandığı ifade olmuştur. Kelime manası olarak Mağripli veya Moritanyalı demektir.

Sonun Başlangıcı: 1469

Orta Çağ boyunca İber yarımadası Aragon, Kastilya, Navarra gibi muhtelif krallıkların hüküm sürdüğü dağınık bir siyasi yapılanma içindeydi. 1469 senesinde Aragon Kralı Ferdinand ile Kastilya Kraliçesi İsabel’in evlenmesi ve bu iki krallığın birleşmesi, Reconquista hareketinin tamamlanması yolunda bir dönüm noktası oldu. Koyu bir müslüman düşmanı olan İsabel’in ısrarı neticesinde Papa’nın onayı ile kurulan İspanya Engizisyon Mahkemesinin başına yine fanatik bir katolik olan Thomas Torquemada tayin edildi (1483). Bu mahkemenin kuruluş maksadı İber yarımadasındaki Müslüman ve Yahudilerin hıristiyanlaştırılması olmuştur. Bu maksat doğrultusunda Müslüman ve Yahudiler üzerindeki tedhiş faaliyetlerine hız verilmeye başlandı.

Gırnata’nın düştüğü sene olan 1492’de, İspanya Devleti bütün Yahudilerin ülkeden kovulması için bir ferman çıkardı. 31 Mart 1492’de ilan edilen ferman Mayıs ayında yürürlüğe kondu ve 2 Ağustosa kadar 100 bin civarı yahudinin ülkeyi terk etmesi isteniyordu. Nitekim öyle de oldu. Bu Yahudilerin önemli bir kısmına Osmanlı Devleti kapılarını açtı. İspanya’nın zulmünden kaçıp Osmanlı Devleti’ne sığınan Yahudiler hakkında Sultan 2. Bayezid’in fermanını Eliyah Kapsali’den okuyalım:

“Osmanlı Padişahı Bayezid, İspanya (Endülüs) Yahudilerine yapılan kötülüğü ve onların bir güvence aradıklarını öğrenerek, onlara merhamet etmiş, bütün ülkeye münâdiler göndererek Yahudilere eziyet etmeyi ve onları kovmayı kesinlikle yasaklamıştır. Onlara yumuşak davranmayı ve iyilik etmeyi emretmiştir. Kim ki göçmenlere kötü muamele ederse veya onlara bir ceza verirse, cezasının idam olacağını ferman buyurmuştur.”

Katoliklerin Yahudilerden bu kadar nefret etmelerinin sebeplerinden birisi dini tahammülsüzlükleri iken bir diğer sebep onların mallarına el koymak istemeleridir. Nitekim sürgün fermanında Yahudilerin mallarını yanlarında götürmeleri yasaklanmıştır.

Büyük Engizitör: Ximenez

Zaman içinde yarımadanın Müslümanlardan geri alınmasıyla beraber, Hıristiyan idareciler tarafından Müslüman ve Yahudiler 3 seçenek ile karşı karşıya bırakılmıştı: 1. Dinlerini değiştirip Hıristiyan olarak yaşadıkları topraklarda kalmak, 2. Bunu kabul etmeyenlere sürgün, 3. Bu ikisine de uymayanlara işkence ile ölüm. Bu şiddetli baskı karşısında bir çok Müslüman ve Yahudi, dışarıdan hıristiyan gibi görünüp içten içe kendi dinlerini yaşamaya ellerinden geldiği kadar gayret ettiler. Ama bu durum hıristiyanlaştırma faaliyetlerinden yeterli verimi alamadıklarını düşünen katolik papaz ve keşişlerin hiç hoşuna gitmiyordu. Ferdinand ve İsabel, 1499 senesinde Gırnata Başpiskoposluğuna Francisco Ximenez de Cisneros’u tayin ettiler. Ximenez, hristiyan olmayı reddeden Müslümanları hapislere doldurttu. 1501 senesinde kraliyet fermanına istinaden Müslümanların evlerindeki bilim ve sanat kıymeti yüksek olan 5 bin cilt kitabı toplattı ve bunların hepsini şehir meydanında insanların gözü önünde yaktırdı.

Ximenez dahil bütün katolik papazları, Müslümanların dinlerinden dönmemelerinin ardında yatan en büyük sebebin Arapça dili ve Arap alfabesi olduğunu biliyorlardı. Çünkü Müslümanları geçmişlerine bağlayan en büyük bağ Kur’an-ı Kerim’in de dili olan Arapçaydı. Ve kurdukları cihanşümul medeniyetin de bir çok kaynağı Arapça dilinde yazılmış eserlerdi. Binaenaleyh Müslümanları geçmişlerinden koparmak ve dinlerinden uzaklaşmalarını sağlamak için Arapça ile bağlarının koparılması icap ediyordu. Nitekim öyle de oldu. Kitapların toplatılıp yakılmasının ardından harf inkılabı da meydana geldi ve Arap alfabesi kaldırılıp yerine Latin alfabesinin kullanımı mecburi hale getirildi.

Zulüm Sınır Tanımıyor

Katoliklerin öfkesi dinmek bilmiyordu. 1508 senesinde yayınlanan bir kraliyet fermanı ile İslami inanç ve geleneklere göre giyinmek de yasaklandı. Çünkü Müslümanları Hristiyanlardan ayıran görünürdeki en önemli unsur kılık kıyafetti. Özellikle kadınların İslami giyimleri yasaklandı. 1511 senesinde yayınlanan başka bir ferman ile ilk imha hareketinden arta kalan kitapların yakılması gerçekleşti.
Zaman işlemekteydi. Katoliklerin uyguladığı tüm bu zorlamalar ara ara Müdeccenlerin isyan etmesine sebebiyet vermişti. Kraliyet ordusu ise bu isyanları kanlı bir şekilde bastırıyordu. Askerlerin yanında papazlar da Engizisyon Mahkemesi vasıtasıyla Müslümanları sorgulayıp işkence ile ifade alıyor, neticede binlerce masum Müslüman, aileleri ile beraber ölüme mahkum ediliyordu. Kurbanlar kral, soylular ve halkın katıldığı infaz törenlerinde canlı canlı yakılıyordu.

Bu vahşetin arkasındaki sebebe gelince… Katolik papazlara göre; din, İspanya krallığının temel direğiydi. Müslümanlar ise Hıristiyan dininin icaplarını kabul etmiyorlardı. Bunun sebebi babaları ve dedeleri gibi müslüman kalmalarından kaynaklanmaktaydı. Dolayısıyla Müslümanlar katledilmeyi hak etmiş kafirdiler. Onların katledilmeleri; işkence ile öldürülmeleri, diri diri yakılmaları, hepsi birer dini vecibe olarak yapılıyordu. Braudel’e göre İspanya’nın bu şekilde davranmasının sebebi; medeniyete ve İslam dinine olan kinleridir. Ve bu müslüman karşıtı tüm eleştirilerin özeti ise Toledo kardinalinin beyannamesinde bulunmaktadır: bunlar “tıpkı Cezayir’deki gibi gerçek Müslümanlardır.

Engizisyon Mahkemesinin hükmünün icra edilmesi: Yakılarak öldürülen insanlar

Katolik din adamları, Müdeccenlerin damarlarında hala müslüman kanı dolaştığına inaniyor ve köklü bir çözüm için ülkeden toptan sürülmeleri konusunda krallara baskı yapıyorlardı. 22 Eylül 1609 tarihinde meşum sürgün kanunu onaylandı. Buna göre; Müdeccenlere, mallarını satarak ülkeyi terk etmeleri için bir ay süre veriliyor, Mağrib’e göç etmek isteyenlere güvenli deniz yolculuğu sağlanıyor, ülkeden göç etmek istemeyenler ise malları müsadere edilerek idam cezasına çarptırılıyordu. Müdeccenler ellerindeki malları yok pahasına satıp Mağrib’e gitmek üzere hazırlandılar.

Bu nakil için İspanya’nın devlet gemilerinin yanı sıra bazı özel ticari gemiler de kullanıldı. İspanyol tarihçi ve yazar Rodrigo de Zayas’ın anlattıklarına göre bu özel gemiler nakil için adam başı ücret almaktaydılar. Müdeccenleri gemilere doldurup kıyıdan görülmeyecek kadar uzaklaştıkları zaman bütün Müdeccenleri denize döküyor ve aynı vahşeti tekrar işlemek için kıyıya dönüp gemilerini tekrar Müdeccenler ile dolduruyorlardı. Yani Müdeccenler sürgün kanununa riayet etmiş olmalarına rağmen hazin bir şekilde yine de katliamdan kurtulamadılar.

Acı Son ve Tarihin Utanç Sayfaları

Bu sürgünler sırasında ortalamada 300 bin müslüman İber yarımadasından sürgüne tabi tutuldu. Yahudilerden sürgüne gönderilenler ise 200 bin olarak tahmin edilmektedir. Bunların 40 bin kadarı Osmanlı ülkesine gitmiştir.

Peki ne olmuştu da Hristiyan dininin dışındaki yüzbinlerce insan böyle bir katliama maruz kalmıştı veya sürgüne gönderilmişti? Başka türlü sormak gerekirse; 711 yılında İber yarımadasına güneyden gelen Müslümanlar kuzeye yöneldikçe, kısa sürede farklı dinlere mensup insanların bir arada yaşadığı, tarihin en parlak medeniyetlerinden birisini nasıl inşa etmişti de, Reconquista hareketi ile beraber bu sefer kuzeyden gelen Katolik hıristiyanların güneye indikçe, farklı dinlere mensup insanlara tarihte daha önce eşine az rastlanır işkencelerle muamele edip onları katletmeleri mümkün olmuştur?

Bu sorunun cevabı sadece Endülüs tarihinde gizli değildir. Tarihin hemen her döneminde Müslüman hoşgörüsü ve adaletini gören çok sayıda gayrimüslim seve seve İslam dinini benimsemiştir. İslam dinini benimsemeyenler de Müslümanların idaresi altında, başka bir yerde daha rahatını bulamayacakları bir hayat yaşamışlardır. Bu hakikati çok sayıda gayrimüslim de kabul etmektedir. Bunlardan biri olan Fernand Braudel ile yazımızı noktalayalım:

“Acaba Hristiyan alemi aşırı kalabalık olduğundan, Okyanus-ötesi maceralara henüz tam açılamadığından mı Doğu’ya doğru insan sevkiyatını azaltmamaktadır? İslam ülkeleriyle temasta olan Hristiyan, çoğu zaman din değiştirmenin baş döndürmesine kapılmaktadır. …1560’ta Cerbe’de, kale Türklere teslim olmadan önce, çok sayıda İspanyol “imanlarını ve arkadaşlarını bırakarak” düşmana katılmışlardır. …Goa’da aynı olay Portekizlilerin arasında görülmektedir. Çağrı o kadar güçlüdür ki, kilise mensupları bile bunun dışında kalamamaktadır. …Bu örnekler çok ender gerçekleşmiş değildir: 1630’da Pere Joseph’den “Türk olacaklar korkusuyla”, Doğu Akdeniz’de kayıp olan Kapüsenleri geri çağırması istenecektir. Korsika’dan, Sardinya’dan, Sicilya’ dan, Calabria’dan, Cenova’dan, Venedik’ten, İspanya’dan, Akdeniz dünyasının bütün köşelerinden dönmeler İslamiyete geçmişlerdir. Diğer yönde buna benzer hiçbir şey yoktur.”

Not: Bu yazı hazırlanırken Prof. Dr. Lütfi Şeyban’ın “Mudejares & Sefarades” isimli kitabından oldukça fazla istifade edilmiştir. Teferruatlı malumat için Lütfi Şeyban’ın kitaplarına ve makalelerin müracaat edilebilir.

Tavsiye yazı: Kurtuba Cami’nin Hüzünlü Hikâyesi

Yorum Yaz

Bu site reCAPTCHA ve Google tarafından korunmaktadır Gizlilik Politikası ve Kullanım Şartları uygula.

Bizi Takip Et!