Kelâmbaz

Söze Başlarken

Biz Türkler, bilindiği üzere muhteşem bir tarih, kültür ve medeniyete sahibiz. Asırlarca hüküm sürdüğümüz coğrafyalarda her dilden, her dinden, her ırktan bütün insanlar huzur ve emniyet içinde yaşamışlardır. Üç bin yıllık yazılı tarihin yarısından fazlasını Türk dünya hâkimiyeti oluşturmaktadır. Bu yönetim tarihine ana hatlarıyla baktığımız zaman insanı merkez alan, ayrımcılık yapmayan, adâleti gözeten bir uygulama sergilendiğini görürüz. – Karahanlı,  Selçuklu, Osmanlı – medeniyet çizgisi, insanlığın yaşadığı bir altın dönem olmuştur. Yani Asr-ı Saadet devri müstesna, insanlığın böyle bir mutluluk dönemi yaşaması imkânsız görülüyor.

Büyük fikir adamı merhum Seyyid Ahmet Arvasî; “Biz inanıyor ve tarihin şehadeti ile de idrâk ediyoruz ki, Türk devleti güçlü ve Türk milleti birlik ise, İslam dünyası da mutludur, ayaktadır. Aksine, milletimiz zayıflamışsa veya bir çöküntü devri yaşamışsa İslam âlemi mahkûm olmuştur. Nitekim Selçuklu ve Osmanlı dönemleri bunu ispatlamıştır.” demektedir.

Türk dünyasının en muhteşem dönemlerine baktığımızda 15 ve 16 ncı asırlar olduğunu görürüz. Bu asırlarda, batıda Osmanlı, Türkistan’da Timuroğulları, Hindistan’da Babür devletleti hüküm sürüyordu. Bu çağlarda dünya üzerinde gerçek bir Türk hâkimiyeti vardı.

Ne varki, 19. asırdan itibaren özellikle 20. asırda Türk âleminde büyük bir çöküntü başladı. Osmanlı, Türkistan ve Hindistan coğrafyasında Türkler tarihin en büyük felâket ve facialarına mâruz kaldılar. Ülkeleri parçalandı. Fizikî ve kültürel bir asimilasyona uğratıldılar. 20. asrın sonuna doğru komünizmin dağılmasıyla Türkistan, Kafkasya ve Balkan Türkleri kısmen de olsa hürriyetlerine kavuşmaya başladılar.

Türk milletinin bu bin yıllık muhteşem geçmişi ve bu son asırlarda karşılaştığı büyük felaket ve facialar genç nesillere yeteri kadar anlatılmadı, yazılmadı. Gençlerimiz bunlardan haberdar olmadı. Türk milletinin bu hâle düşmesinin sebepleri ciddî ve akademik mânâda araştırılmadı, incelenmedi ve yazılmadı.  Türk dünyasındaki bu çöküş üzerinde kafa yorulmadı. Tarihi tabii yapısı içinden çıkarıp, ideolojilerine uygun hale getirerek, mevcut ideolojinin bakışı ile tarihin yeniden yazılma gayreti içerisine girildi. Bu son derece yanlış bir uygulama idi. Sonuç alınması da mümkün değildi.

Türk dünyasındaki çöküşün ana sebeplerine bakacak olursak;

Son asırlarda gençliğimize dînimiz, tarihimiz, dilimiz doğru öğretilmedi. Yüksek idealli insanlar yetiştirilemedi. Milletimiz çeşitli dış mihrakların büyük plan ve programları ile tarihinden, kültüründen kopartıldı. Tarih şuuru ve millî şuur kayboldu. Gençliğe yüksek idealizm rûhu verecek güçlü edip ve yazarlar yetişmedi. Okuma, araştırma kültürü kayboldu. Oysaki bir idealizmin edebiyatı; onun kitabı, romanı, destanı, şiiri , arkasında dua ve göz yaşı yoksa o idealizm yoktur. Saman alevi gibidir. Ruhsuz, köksüzdür. Şahsî menfaatlere, günlük politikalara alet olur; gelişmez, ilerlemez.

Nitekim yine merhum Seyyid Ahmet Arvasî Hoca: “Benim dünümü ve bugünümü dünyada yankılar yapacak bir ustalıkla ortaya koyacak romancım, hikâyecim, tiyatro yazarım, senaristim ve film yapımcım nerede? Şu anda yeryüzünde bin bir acı içinde kıvranan Müslüman kavimlerin, cemiyetlerin dramını kimler dile getirecek? Kara ve kızıl emperyalizmin zulüm ve şiddetini kimler işleyecek? Nerede şairlerim, nerede ressamlarım?” demekteydi.

Diğer taraftan,  büyük İslam âlimi İmâm-ı Rabbanî Hazretleri “Mektubat” isimli kitabında; “Allahü teâla yüksek gayelileri sever”. O halde büyük düşünen, yüksek ideal sahibi gençlik yetiştirmeliyiz. Bu da ancak okumakla, araştırmakla olur. Bir milletin gündemi sadece siyaset, ekonomi, spor gibi günlük konulardan ibaret olmamalıdır. Medenî bir ülkenin, medenî bir milletin, tarih, millî ve manevî kültürü ile ilgili de gündemi olmalıdır. Zira içerisinde bulunduğumuz coğrafya buna icbar etmektedir.

Öbür taraftan, tarihteki bütün Türk liderleri idealist kimselerdi. Gayeleri, “kızıl elma”ları  vardı. Büyük hedefler göstererek, “Türkün cihan hâkimiyeti”ne işaret etmişlerdir. Mesela Oğuz Han atamız bir harp dönüşü komutanlarına,  “Bu denizler, bu ırmaklar bize yetmez. Daha deniz, daha ırmak istiyoruz. Yurdumuzu öyle büyütelim ki gök kubbesi ona çadır, güneş ona bayrak olsun.” diyordu.

Yine ilk Müslüman, Türk Hükümdarı ve Karahanlı Devletinin kurucusu Abdülkerim Satık Buğra Han da: “Türk, sedefteki inci gibidir. Denizde iken kıymeti bilinmez fakat denizden çıkınca taçların süsü olur.” demiştir.

İşte bugün gençliğimiz denizin dibinde sedefteki inci gibidir. Tarihinden, millî ve manevî kültüründen habersizdir, âdetâ izole edilmiştir. Şimdi bütün mesele, gençliğimizin gündemini millî ve manevî kültürümüze çevirebilmektir. Bu yapılabildiği takdirde Türk milletinin geleceği, tarihte olduğu gibi yine çok parlak olacaktır. Bu güç, bu potansiyel Türk milletinde vardır. Ancak milletimiz bunun farkında değildir.

Buna mukabil, Türk milletinin uyanmasını büyük tehlike gören İngiliz mütefekkiri John Haslip geçen asrın başında şöyle demiştir: “Dünyada uyuyan bir dev var: Türkler. Bu devi uyandırmayınız!”  Şimdi şu soruyu sormamızın vakti.  Artık uyanma zamanı gelmedi mi? Çünkü insanlığın buna her zamankinden fazla ihtiyacı var…

 

Yorum Yaz

Bu site reCAPTCHA ve Google tarafından korunmaktadır Gizlilik Politikası ve Kullanım Şartları uygula.

Bizi Takip Et!