Kelâmbaz

Modernite ve Tefekkür Üzerine

Çağımız insanı bir yönüyle topaldır. 19. asrın vulgar/kaba maddecilik takıntısı ile boğuşan ve içerisinde boğulan, 20. asrın yıpratıcı, sendeleyici olayları karşısında sarsılan eski dünya insanı tipolojisi; 21. asırda kendini toparlayamadan, zihnini bulanıklığını gideremeden, yerini, yeni dünya insanı tipolojisine devretmiştir. Söz konusu devrediş, zaman ve mekân cihetiyle kısa ve sathî, mana ve etki cihetiyle derunî ve kuşatıcıdır.

Yine aynı acı devrediş, insanın topal kalan ama asıl olması gereken yönünü, manevî yönünü işaret eder. İkinci bin yıla girişimiz yirmi yıla yaklaşmış bulunuyor. Ardımıza dönüp baktığımızda geldiğimiz veya vardığımız noktanın düne nazaran daha huzur verici olduğunu söylemek, teptiğimiz onca yola, çektiğimiz olanca zahmete rağmen, akla kâbil değil.

Yeni ve modern insan, ruhundan soyunmuş, bedeni ile onun arzuları arasında sıkışıp kalmış, hezeyanlarından sürekli üretmek ve o ölçüde tüketmek düstûruna dayanarak kurtulma telaşına düşmüş, fikrî mülâhazalardan alabildiğine uzak, idealsiz veya köhnemiş idealleriyle var olma mücadelesine giren, kafa-kalp-beden üçleminin nisbetsiz gelişimine engel olamayan, hakîkati duyma tahammülü gösteremeyen, bütün bu sayılanların ve daha nicelerinin farkına dahi varamayan insandır.

Yeni ve modern insana rağmen var olma mücadelesi vermek, hakiki bir inanç, kuvvetli bir direnç ister. Bahsettiğimiz “var olma mücadelesi”, maddi ve müşâhhas olmaktan bir hayli uzaktır ve fikri tekâmülü ifade etmektedir.

Peki, fikri tekâmül ve beynin zonk zonk zonklaması, sızlaması neden gereklidir? Daha ileri bir düşünce olarak ise şöyle sorulabilir: Fikir çilesi çekmek, düşünmek, tefekkür etmek gerekli midir?

İnsanoğlu ürettikçe var olmuş, var oldukça üretmiştir. Üretimi sınırlayan unsur ise ihtiyaçlardır. Çağımızda ise bu çark/tarihsel gerçeklik tersine dönmüş, tepetaklak olmuştur. Tüketmek, bitince yine tüketmek günümüz insanını -belki sistemini demek daha doğru olur- veciz bir şekilde bizlere anlatır. Telaşla birleşen tüketim arzusu maddi olanı tükettiği gibi; ilişkileri, duyguları, zihinleri ve fikirleri kısaca manevi olanı da tüketmekte, onarılamaz hasarlar bırakacak şekliyle görünmeyen yanımızı sinsice kemirmektedir.

Modern insanımızın mülâhazaya, murâkabeye, ruhunun olgunluk merhalelerini bir bir aştırıcı tefekküre ayıracak vakti kalmamıştır. O sürekli bir yerlere yetişme telaşındadır. Evine bir önce varma, bir an evvel yatağına girip uyuma, sabah telaşla kalkarak işine yetişme çabasındadır ve bıktırıcı kısır döngü birileri veya kendi dur değinceye dek, her yeni gün tazelenmeye mecbur ve muhtaçtır.
Bir mütefekkirimiz medeniyetin yeni halini şöyle izah etmektedir:

“Medeniyetin en büyük yasağı durup dinlenmektir; fakat dinlenmeye müsaade etmediği gibi yorulmayı da affetmeyen bugünkü çelik medeniyet, bizden çelik bir bünye istiyor ve vücutlarımızı da endüstrinin muhtelif aksamı haline sokmaya çalışıyor.”

“Fikir” denen mücerret kavram, çilesiyle birlikte var olabilmektedir. Emek ister, çaba gerektirir. Bir dert ile hem hal olmayı şart koşar, kapılarını her isteyene açmaz. Uyutmaz adamı, beyni içer her gece! Anlatılamaz elbette, yaşanması tadına varmak için bir yol olabilir sadece.

Batı tandanslı insan modeli ve onun kötü/beceriksiz yerel taklitçileri bunca zahmeti göze almaktan ictinâb etmekte; hazır olanın, kolay bulunanın peşine düşmektedirler. Bu iç burkucu tablo, 21. asrın olanca debdebesine, ihtişamına (!) rağmen hakikatte yoksulluğunun, çaresizliğinin, çürümüşlüğünün, suallere cevap olamayışının, kendini hiçlikte ve yoklukta tanımlayışının gerçek bir fotoğrafıdır.

Toplumumuzun çözülememiş, kronikleşmiş, tekrar tekrar ele almaktan yontulmuş ve incelmiş nice mes’elelerinin olduğu varittir. Yaşanan olayların temelinde de, çözümünde de insan faktörü ön plana çıkmaktadır. Lakin; asrımızın bize dikte ettiği yeni kimlik, bırakınız sorunların çözümünde ön aktör olmayı, kendi benlik kavgasını verip etrafına bakabilecek ufuktan dahi yoksundur.
Yeni kimlik ve unsurları “antroposantrizm (insan-merkezli görüş)” etrafında çerçevelenmiştir. “Benlik” kavramına defaatle yapılan vurgu, bu kimliği güçlendirmekte, tabii olarak, “senlik/öteki” kavramını, var olmak, kendini kanıtlamak gayretiyle karşısına almaktadır. Hesapsız girişilen böylesi bir mücadele, rasyonel-modern insan için kalabalıklar içinde yalnız kalmakla sonuçlanmaktadır. Baş başa kalınan yalnızlık zaman zaman ve yer yer farklı grup veya cemaatlere kendisini tevdi etse de, esas itibariyle ölçüyü her sahada kaçırmanın habercisi de olabiliyor.
Bir kişi kalbî, zihnî ve manevî yönden ne derece zayıf ve yetersiz ise kendini dışa vurumu o ölçüde şiddetli olacaktır. Etrafımızda gördüğümüz modern asrımızın (!) dahi çok ötelerinde yaşayan mutasyona uğramış tipler yukarıdaki çıkarıma ne güzel misallerdir.

21. asır medeniyetimizin yeniden inşası için tefekkür asrı olmalıdır. Bütün ilmi sahalarda ve girilen ilişkilerde hedeflenenler; sabırla, tevekkülle gergef gergef işlenerek olgunlaştırılmalıdır. Bu bir zaruret halini almıştır. Kâinatı ve yaratılanı yeniden anlamaya/anlamlandırmaya şiddetle ihtiyacımız vardır. Her yeni gün tazelenmek ve zihnimizdeki bizi biz yapan değerleri yeniden üretmek meşakkatli bir süreç olsa da, bizlere sunulan modern/sunî kimliği reddetmek ve aslına sadık kalmak adına tarihî sorumluluğumuzu yerine getirmek ertelenemez bir borç halini almıştır.

Köhnemiş dimağlara, boşalmış/mühürlenmiş gönüllere inat, ebedî saadetin hasretkeş yolcuları/arzulayıcıları üzerlerine tevdî edilen tarihî sorumluluğu yerine getirmeye muktedirdirler.
Yığınla benliğin salyalarının üzerimize aktığı modern çağda, sabırla ve ülfetle girilecek tefekkür ikliminde kalmak ve fikrin/tefekkürün huzur veren çilesini çekmek, bizi tanımlamak adına ödenecek asgarî bedel değil midir?

Avatar

Muharrem Ahmetoğlu

Yorum Yaz

Bu site reCAPTCHA ve Google tarafından korunmaktadır Gizlilik Politikası ve Kullanım Şartları uygula.

Bizi Takip Et!