Kelâmbaz
Sabahattin Ali sırça köşk

İktidar Sahiplerini Rahatsız Eden Bir Masal: Sırça Köşk

«Ey millet, bir çok şeyler verdiniz, büyük sıkıntılara katlandınız, ama dostun düşmanın hayran olduğu bir sırça köşk elde ettiniz. Onun azameti, onun parlaklığı yanında üç beş çuval ekin, dört beş davar nedir ki?… Biz sizin şânınız, şerefiniz için çalışıyoruz, sizin iyiliğinizden başka bir şey düşünmüyoruz. Bakın, bugün getirip bıraktığınız koyunların bile hepsini yemedik, boğazımızdan kestik, bir kısmını size geri vereceğiz. Bütün koyunların kelleleri halka dağıtılsın!»

Yakın tarihimiz pek çok şaibeli ölüme, faili meçhul cinayete şahittir. Bunlardan biri de kahveli fotoğrafların vazgeçilmezi “Kürk Mantolu Madonna” sahibi, bu yazımıza konu olan Sırça Köşk ‘ün yazarı Sabahattin Ali‘dir.

Tuhaf bir ironidir ki kitabın reklamı o kadar yapıldığı halde muhtevası ve yazarı o kadar az tanınıyor ki “Madonna’nın hayatını anlatan kitap” diye zannedenler bile ortaya çıktı.

Sabahattin Ali tek parti devrinde edebi eserleriyle olduğu kadar siyasi fikirleriyle de dikkati çekmiş bir isim. Şiirden ziyade nesri daha kuvvetlidir. Türkçe’ye de ziyadesiyle hakimdir. 60’lardan sonra sosyalist cereyanlarda görülen öztürkçe-uydurmaca kelimeler onda görülmez.

Anlaşılır, akıcı Türkçe’sini kuvvetli, canlı tasvirleri, derin hayal gücüyle birleştirmiş böylece en iyi hikayecilerden biri olmuştur. Argo’ya da yer veren Ali’de, 40’lı yılların canlı, güzel Türkçe’sini görmek mümkün…

Ancak enteresan bir şekilde Sabahattin Ali hikayeleriyle değil romanlarıyla daha çok ön plandadır. Halbuki hikayeleri de bir film kadar canlıdır. Hikayelerinden beyazperdeye uyarlananlar var.

Okuyucuyu adeta hadisenin içine çeker ve öyle güzel bir yerinde bitirir ki hikaye tekrar sıkılmadan okunabilir.

Sabahattin Ali devrin iktidarını rahatsız etmiş biri. Müslümanların hayat hakkının olmadığı tek parti devrinde, 30’ların, 40’ların gençliği ya rejime koyu bir şekilde bağlanmış ya da sosyalist cereyanlara kaymıştır. Zira o devirde iktidarın devletçilik prensibi sosyalizme yeşil ışık yaktığı için laik eğitimden geçen Anadolulu, gariban Halk Fırkası gençliği çareyi sosyalizmde görüyordu.

Nitekim köy enstitüleri, sosyalist düşünceyi besleyen, bu fikirlere zemin hazırlayan mühim bir proje olmuştur. Ancak proje, sahiplerinin koltuğunu sarsmaya başlamıştır. Önü alınamadığı için de kapatılacaktır.

İşte Sabahattin Ali de bu siyasi hava içinde eserler kaleme almış bir isimdir. Yazdıkları iktidardan gördüğü baskıyı daha da şiddetlendirmiştir. Hikayeleri yasaklanmıştır. O da çarenin yurt dışına kaçmak olduğunu düşünmüştür.

Katline sebeb olan hadiseler zinciri için detaylı bilgi yazarımız Mehmet Fatih Oruç’un yazısında

Onun devrini en sert şekilde tasvir ettiği hikayelerinden biri de Sırça Köşk ’tür. 47’de basılan hikayeyi dil ve imlasına hiç müdahale etmeden iktibas ediyoruz.

SIRÇA KÖŞK

Bir zamanlar boş gezmeyi iş yapmaktan çok seven üç arkadaş varmış. Bugünden yarına geçinmek, gittikleri yerlerin birinden yüz bulsalar, beşinden kovulmak canlarına tak demiş.

Alın teriyle kazanıp gönül rahatıyla yemeyi de gözlerine kestiremezlermiş, çünkü elleri işe yatkın değilmiş. Bir gün, uzun bir yolculuktan sonra, yüksekçe bir tepede oturup aşağıdaki ovada yayılan büyük bir şehre garip garip bakarlar, acaba bu bilmediğimiz yerde nasıl karşılanacağız? diye acı acı düşünürlerken, içlerinden birinin aklına yaman bir fikir gelmiş, hemen yerinden fırlayıp:

«Gelin benimle beraber, bu şehirde sırça köşk yapalım; ömrümüzün sonuna kadar bolluk içinde, rahat yaşarız!» demiş.

Ötekiler:

«Bu sırça köşk de nedir?» diye sormuşlar, beriki:

«Durmayın, vakit kaybetmeyelim, yolda anlatırım!» diye onları peşine takmış, bayırdan aşağı kuş gibi hızla inmeye başlamışlar.

Elebaşı yolda üç beş sözle arkadaşlarına şehre varınca nasıl davranacaklarını öğretmiş. İndikleri şehir, o memleketin baş şehri imiş. Bu memlekette bütün millet çalışır, herkes elinden gelen işi yapar, kendi başına buyruk, beyler gibi yaşarmış. Tarlalarda, dükkânlarda insanlar arı gibi çalışır, kazanan kazanamayana destek olur, malını lüzumuna göre başkasıyla değişir, kavgasız dövüşsüz, efendisiz uşaksız, ömrünün sonunu bulurmuş. Gündelik işlerini gördürmek, nizalarını yatıştırmak için aralarından seçtikleri adamlar hemşehrilerine hizmet etmekten başka şey düşünmez, zorbalığı akıllarından bile geçirmezlermiş.

Bizim üç ahbap geldikleri sırada şehrin pazarıymış. Sokaklarda ekinler, yemişler, dokumalar, kumaşlar, demirler, kömürler küme küme durur, alıcı ile verici aracısız iş görürmüş. (Ahbaplar, önceden aralarında söz birliği ettikleri üzere, sokaklarda aylak aylak dolaşıp etraflarına bakarlar, başlarını sallayıp, yanlarından geçenlere duyuracak şekilde:

«Allah Allah… Amma da acayip memleket ha!..» diye söylenirlermiş.

Bir sokak gitmişler, öbür sokağa varmışlar; ondan çıkıp başkasına dalmışlar, ama hep şaşkın şaşkın ayni sözleri tekrarlamışlar. Git gide arkalarına bir sürü meraklı takılmış, bu yabancılar memleketin nesini acayip buldular acaba? diye aralarında soruşturmaya başlamış. Nihayet birisi dayanamayıp yabancılara sormuş:

«Neye şaşıyorsunuz Allah aşkına?»

Ahbapların elebaşısı:

«Yahu, sizin memleketin sırça köşkü nerede?» diye öğrenmek istemiş.

«Ne sırça köşkü?»

«Nasıl? Sizin sırça köşkünüz yok mu?»

«O da neymiş?»

Elebaşı yanındaki dostlarına dönüp:

«Aman yarabbi, daha sırça köşkün ne olduğunu bilmiyorlar. Böyle memlekette durulmaz, hemen yolumuza gidelim!» demiş.

Şehir halkını daha çok merak sarmış. Ahbapların peşini bırakmamışlar. Beş on adım sonra önleyip tekrar sormuşlar:

«Canım, neymiş şu sırça köşk? Anlatın bakalım, pek lüzumlu bir şeyse belki biz de yaparız!»

«Lüzumlu ne demek? Sırça köşkü olmayan şehir, sırça köşke bağlanmayan memleket olur mu? Haydi dostlar gidelim!..»

Halk, aralarında ayak üstü bir danışmışlar, sonra yabancıların yanma sokulup:

«Bizim başka şehirlerden ne diye noksanımız olsun? Mademki bu kadar lâzımmış, hadi hep beraber şu sırça köşkü yapıverelim!» demişler.

Yabancıların elebaşısı:

«Olmaz… Olmaz… Sırça köşkü yapmak o kadar kolay değil… Masraf ister, malzeme ister, işçi ister. Bırakın bizi de sırça köşkü olan şehre gidelim!» demiş. Ama halk bırakmamış, «Ne lâzımsa verelim, kimselerin memleketinden aşağı kalmak istemeyiz!» diye direnmiş.

Oturup hesabını yapmışlar, hemen işe başlamışlar. Üç ahbap sırça köşkün mimarlığını üstüne almış, halk aralarından işçi seçmiş, arabacı ayırmış, şehrin en büyük meydanına kum taşımaya, kömür getirmeye başlamış. Bir kısmı da bu işte çalışanlara yiyecek, içecek getirir, giyim eşyası tedarik edermiş. Nihayet camlar eritilmiş, sırça duvarlar yükselmiş, bir kat tamam olunca, üç ahbap içine yerleşmişler, halka demişler ki:

«İşte, sırça köşk oldu demektir. Daha tamam değil, memleketinizin şanına lâyık büyüklükte değil ama, o da olur. Şimdi bunu iyi muhafaza etmek lâzım, büyütmek lâzım, adam ayırın, yiyeceği içeceği arttırın, aranızdan seçtiğiniz adamları da dağıtın, biz her işinize bakarız..»

Halk, artık bir sırça köşkümüz var, diye sevinmiş, kendi yediğinden, giydiğinden kesip sırça köşkte oturanlarla onların hizmetine ayrılanlara vermeğe başlamış. Az sonra sırça köşkten emir çıkmış:

«Bir kat daha çıkmak lâzım. Burası hem bize, hem hizmetimize bakanlara dar geliyor.»

Arabalar yeniden kum taşımış, sırça köşkün efendileriyle onlara hizmet, edenlere, yapıda çalışanlara davarlarla koyun, çuvallarla ekin, küfelerle yemiş getirmiş. İkinci kat tamam olunca, üç ahbap oraya da halk arasından kendi işlerine yarayabilecek olanları seçip yerleştirmişler. Onlar da burada ekmek elden su gölden yaşamanın tadını alınca, sırça köşkün çok lüzumlu bir şey olduğuna inanmışlar, hemşehrilerini de inandırmak için gayrette kusur etmemişler.

Bu yolda sırça köşk yükseldikçe yükselmiş, kat üstüne kat binmiş. İçi doldukça dolmuş, sırça köşke girmenin kolayını bulan oradan çıkmakistemez, bunun tersine dışarıda kalanlar yolunu bulup içeride bir yer kapmaya uğraşırmış. Ama sırça köşkte oturanlarla onlara hizmet edenleri beslemek de halkın belini pek bükmüş. Aralarında homurdananlar türemiş. Bir aralık:

«Sırça köşk lâzım, anladık, ama bu kadar çok odaya, bu kadar hazır yiyiciye ne lüzum var?» diye şöyle bir görünecek olmuşlar. Üç ahbabın elebaşısı onlara her odanın vazifesini iyice anlatmış:

«İşte,» demiş, «Şu odada ben otururum, sırça köşkün başında ben varım, bensiz bu iş yürür mü? Ben olmasam sırça köşkünüz olur muydu?… Şu odalarsa baş yardımcılarımızın… Ta gurbet ellerden gelip sizi sırça köşke kavuşturduk, biz idare etmesek ne köşk kalır, ne siz kalırsınız!»

Halk:

«Pek âlâ,» demiş, «Ama bir sürü aylakçının ne lüzumu var?

Meselâ şu odadaki ne iş görür?»

«O mu? Ne diyorsunuz? Sırça köşke giren malların hesabına o bakar; bu malların toplayanların başıdır. O olmasa, hiç biriniz verdiğinizin nereye gittiğini bilemezsiniz. Buna gönlünüz razı olur mu?»

«Eee… şu odadaki?

«Sırça köşk zamanında mal göndermiyenleri, noksan mal gönderenleri, sırça köşkün kadrini bilmek istemeyip ona kasdedenleri arar bulur… Öyle südü bozukları başı boş bırakmak olur mu?»

«Peki, ya şuradaki?»

«Sırça köşke girip çıkanların defterini tutar.»

«Bunu da anladık, ya bu odadaki?»

«Sırça köşkün odalarını süpürtür…»

Halk ne sorduysa cevabını almış, bütün odalarla bu odalarda aylak oturan insanların pek lüzumlu olduğuna inanmış; çünkü bunların kimi sırça köşkün ışıkçı başısı, kimi döşekçi başısı, kimi onun yamağı, kimi yamağının yamağı imiş. Eh, artık bir sırça köşk olduktan sonra, onun hizmetine bakanlar, sonra bu hizmete bakanların hizmetine bakanlar elbette olacakmış. Ama sırça köşktekiler arttıkça, halkta onları doyuracak takat kalmamış. O zaman sırça köşkün adamları gelip herkesin yiyeceğini, giyeceğini zorla almışlar. Ayak direyenleri götürüp sırça köşkün bodrumuna kapamışlar. Halk, başına kendi sardırdığı bu belâdan kurtulmaya kalkışamazmış; çünkü sırça köşkün adamları, gezdikleri, dolaştıkları yerde, onun hiç bir kuvvetin yıkamayacağı kadar sağlam olduğunu söyler, saf kimseleri buna inandınır, inanmıyanları ise bin bir zulüm, bin bir hîle ile sustururlarmış.

Sırça köşkün de gözü doymak bilmez, istedikçe istermiş. Baştakiler doğuştan tembel oldukları, sonradan yanaşanlar da çalışmayı çoktan unuttukları için, kendilerini besleyenlere, buna karşılık bir şeyler borçlu olduklarını akıllarına bile getirmezler, yalnız birbirlerinin hizmetine bakarlar, memleketin halkına, bir köylünün inekleriyle köpeklerine baktığı kadar bile göz kulak olmazlarmış. Ama halkın gözü yıldığı için elindekini avucundakini vermiş. Artık bir gün verecek bir şeyi kalmamış, çünkü sırça köşkten çıkan bir emirle herkes elindeki son koynu da vermeye çağrılmış. Getirmişler, teslim etmişler, söve saya dağılmaya başlamışlar.

Onların böyle homurdandığını, artık verecek bir şeyleri almadığı için korkacak bir şeyleri de olmadığım farkeden bizim ahbapların elebaşısı sırça köşkün balkonuna çıkmış, sesini tatlılaştırıp onlara demiş ki:

«Ey millet, bir çok şeyler verdiniz, büyük sıkıntılara katlandınız, ama dostun düşmanın hayran olduğu bir sırça köşk elde ettiniz. Onun azameti, onun parlaklığı yanında üç beş çuval ekin,dört beş davar nedir ki?… Biz sizin şanınız, şerefiniz için çalışıyoruz, sizin iyiliğinizden başka bir şey düşünmüyoruz. Bakın, bugün getirip bıraktığınız koyunların bile hepsini yemedik, boğazımızdan kestik, bir kısmını size geri vereceğiz. Bütün koyunların kelleleri halka dağıtılsın!»

Sırça köşkten çıkan bir çok hizmetkâr, biraz önce oraya canlı olarak giren, şimdi kesilip, yüzülüp kebap edimliye başlıyan koyunların kafalarını halka dağıtmışlar.

Kelleyi alanlar dağılmak üzereyken içlerinden biri elindeki başa bakarak hayretle bağırmış:

«İyi ama bu başın beynini almışlar!»

Elebaşı balkondan seslenmiş:

«Öyle… Fakat siz beyni ne yapacaksınız? Pişirmesini bilmez, ziyan edersiniz!»

Başka biri:

«Peki, ya bu başların dili de yok!» diye haykırmış. Elebaşı aşağıya doğru eğilmiş:

«Canım, dilin size lüzumu yok! Yemesini beceremezsiniz!»

Bir üçüncüsü:

«Yahu, bu kellelerin gözlerini de çıkarmışlar!»

Elebaşı ona da cevap vermiş:

«Siz o gözün de nasıl kullanılacağını bilemezsiniz, vazgeçin ondan da…»

Bunun üzerine halk, beyinsiz, dilsiz, gözsüz kelleleriyle dağılmak üzereyken, aralarında canından bezmiş biri:

«Böyle başın da bana lüzumu yok!» diyerek, boynuzundan tuttuğu kelleyi fırlatıvermiş.

İşte o zaman herkesin şaştığı bir şey olmuş: hızla gidip sırça köşke çarpan kelle orada «şangır!..» diye koskocaman bir gedik açmış. Halk her şeyden sağlam, hiç bir zaman yıkılmaz, kırılmaz bildiği o koskoca sırça köşkün bu kadar çürük olduğunu görünce, elindeki kelleleri birbiri arkasına ona fırlatmıya başlamış, göz açıp kapayıncıya kadar tuzla buz olan sırça köşk çökmüş, yıkılmış, içindekilerin çoğu cam kırıklarının altında ezilmiş, kapıya yakın yerlerdeki beş on kişi zor kurtulmuş…

Halk sırça köşkün enkazını çabuk temizlemiş, dünyada onsuz da yaşanabileceğini anlayarak eski hayatına dönmüş, işini yine arasından seçtiği adamlara gördürmüş, ama sırça köşkün kötü hatırasını uzun zaman zihninden çıkaramamış. İhtiyarlar çocuklarına ondan bahsederlerken, şu nasihati vermeyi unutmazlarmış:

«Sakın tepenize bir sırça köşk kurmayınız. Ama günün birinde nasılsa böyle bir sırça köşk kurulursa, onun yıkılmaz, devrilmez bir şey olduğunu sanmayın. En heybetlisini tuzla buz etmek için üç beş kelle fırlatmak yeter.»

Kaynak: Sabahattin Ali, Sırça Köşk, Remzi Kitabevi, 1947

Tavsiye Yazılar:

Sabahattin Ali’yi Kim Öldürdü?

Sabahattin Ali ve Katline Sebep Olan “Tek Parti” Muhalefeti

Ali Tüfekçi

Marmara Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Sosyal ilimlere; tarih, sosyoloji, psikoloji ve İslami ilimlere meraklı.
DailySabah Culture&Arts yazarı. Kelambaz editörü.

1 comment

Bu site reCAPTCHA ve Google tarafından korunmaktadır Gizlilik Politikası ve Kullanım Şartları uygula.

  • Sabahattin Ali Sırça Köşk hikayesiyle dönemindeki despot yöneticilere gönderme yapmış. Hikayenin sonlarındaki kelle dağıtımı ve kellelerin gözü, kulağı ve dili olmaması yazarın kurgu zekasını gösteriyor. Sırça Köşk, mükemmel bir totalitarizm eleştirisi, Orwell’ın meşhur “Hayvan Çiftliği” hikayesinden geri kalır bir yanı yok.

Bizi Takip Et!