Kelâmbaz
Kemal Tahir Osmanlı

Yol Ayrımı’ndan Osmanlı’ya Bakış – Kemal Tahir

Dışlanmış Sosyalist

Meşhur Devlet Ana kitabıyla her kesimden insanın okuduğu Kemal Tahir, o zamana kadar sosyalist çevrelerce alkışlanırken bir anda dışlanmıştı. Nazım Hikmet’in en yakın arkadaşıydı. Beraber tutuklanmışlar, hapishane hayatı Nazım’la başlamış ve onunla paralel geçmişti. Diğer arkadaş çevresi de Sabahattin Selek, Aziz Nesin, Hikmet Kıvılcımlı, Tahir Alangu, Orhan Apaydın gibi isimlerden oluşuyordu. Ancak Devlet Ana’yı yazmakla faşist ilan edilecektir.

Başka eserleriyle de devrindeki Türk soluna yaranamamıştı. Ancak sonraki nesillere ilham kaynağı olmuştu. Kendine has bir ideolojisi vardı. Aslında Sabahattin Ali gibi 40’larda yetişen pek çok sosyalist yazar-çizer böyledir. Hepsi tek partinin aksaklıklarını görmüş, sıkıntısını çekmiş gençlerdi. Dinî şuuru olan bir aile veya sosyal çevreden mahrumdular. Resmî ideolojinin gölgesinde yetiştiler. Dolayısıyla alternatif gördükleri sosyalizmin kucağına bir nevi itildiler.

Kemal Tahir‘in eserleri hakkında bütün araştırmacılar; düşünce merkezinde Batı ve Rusya ekseninde sosyalist-komünist bir bakışın olmadığını söyler. Evet, bu kaynaklardan bolca beslenmiştir ancak aksine buralardan gelen kalıp fikirlere muhaliftir. Anadolucu’dur ve şark medeniyetinin/insanının kendine has dünyasını esas alarak, eserlerinin merkezine yerleştirir.

Kemal Tahir der ki “Batı kalıpları bizim yerli meselelerimizi çözemez.” Yine o der ki, “Batılı insanla doğulu insanın dış benzerlikten başka hiçbir benzerliği yoktur, birisi kuşsa birisi balıktır.”

Osmanlı Emperyalist mi?

Kemal Tahir, masasının üstünde daima Ahmed Cevdet Paşa‘nın Tarih-i Cevdet‘inden bir cild bulundurur. Kitaplarında bu eserden çokça istifade ettiği görülmektedir. Yol Ayrımı romanında hem kitabı hem de Osmanlı hakkındaki fikirlerini şöyle bir diyalogla geçirir:

“Neydi okuduğunuz?”
“Cevdet Paşa Tarihi…”
“Hangi konu?”
“Ferruh Ali Paşa olayı…”
“Hatırlayamadım.”
“Bir fukara derviş vezirdir. Çerkezistan’ı zapta gider .”
“İlginç yönü neresi?”
“Şu bizim zavallı Osmanlı İmparatorluğu’na sözünü bilmezler, gâvurdan alıp, ‘Emperyalist’ derler ya… Bakalım bizim emperyalizmimiz ne biçim şeymiş, diye bir daha okuyorum! Niyet, Çerkezistan’ı imparatorluğa katmak… Devletten alıp götürdükleriyle beraber bütün kişisel mallarını da dağıtmış bizim emperyalist Ferruh Paşa! Sonunda yırtık bir entari, bir yağlı külahla bir eski hasır üstünde can vermiş. O gün bu gündür mezarına bez-çaput bağlarmış Çerkesler , ‘Bu Osmanlı gerçek evliya!’ diyerek… Portekizlilerin, Hollandalıların, İngilizlerin derilerine kadar soydukları Hindistan’a da gitmiş Osmanlılar Kristof Kolomb çağında…”
“Ne olmuş? Ferruh Ali Paşa’ya mı dönmüşler?”
“Hayır! Ellişer kişilik gruplar halinde göndermiş bunları emperyalist, yağmacı(!) Osmanlı İmparatorluğu… Bunlar Hintlilere kale yapmasını, top dökmesini, tüfekçi ustalığı, yaya ve atlı savaş bilgileri öğretmişler. Bunlardan geri dönen, Seydi Ali Reis ile bir avuç arkadaşı… Hem de yayan yapıldak, yarı çıplak… Ötekiler , ‘Gâvurla savaşmak ödevdir ,’ diye yerleşip bire kadar kırılmışlar . Ferruh Ali Paşa, canlarını da üste caba veren bu ‘emperyalist talancılardan’ bir yırtık entari, bir keçe külah, bir yırtık hasır değerince zengin ölmüş… Çünkü berikiler düpedüz şallak mallak ölüp gömülmüşler!”
“Nereden çıkıyor öyleyse, bu emperyalist ya da yağmacı şöhretimiz?”
“Devekuşuna çevirmişler bizi yavrum! Aslında biz de, yani biz aydınlar da, bu çevirmeye bedava gönüllü katılmışız! ‘Uç!’ demişler , ‘Deveyim,’ demiş, ‘Yük taşı,’ demişler , ‘Kuşum,’ demiş ya… Bizim Osmanlıya bir dönüp ‘emperyalist, talancı,’ diyoruz, bir dönüyoruz ‘Yarı sömürge’ diyoruz!”

Neticede Kemal Tahir ideolojisi sosyalisttir. O Gazi Mustafa Kemal’i ayrı bir yere koymuştu. Rejimi ise kah övmüş kah yermişti. Bunların yanında o, usta bir kalemdir ve kendine has bir sosyalizm yorumu geliştirmiştir. Yeri geldiğinde de Cumhuriyet rejimini ustaca eleştirmiş ve Osmanlı’yı kendi anladığı kadarıyla cesurca övmüştür. İdeolojisine dair daha fazla tafsilat için dipnota bakınız.(1)

“Esir Şehir’in Yol Ayrımı’ndan”

Kemal Tahir’in en meşhur eserleri arasında “Esir Şehir Üçlemesi” yer alır. Birinci kitap “Esir Şehrin İnsanları” ve ikincisi “Esir Şehrin Mahpusu”; I.Cihan Harbi ve Cumhuriyet’in kuruluş dönemlerinde işgal altındaki İstanbul hayatını işlemiştir. Bu iki kitap çok takdirle karşılanmış ve tavsiye edilen eserleri arasındadır.

Ancak üçlemenin son kitabı “Yol Ayrımı”,  Cumhuriyet’in kuruluşu sonrasında Serbest Fırka’nın kurulma denemelerini konu alır. Bu romanı ilk iki kitaptan 20 sene sonra yazılmıştır. Onlardaki anlatılanların adeta muhasebesi yapılmıştır. Cumhuriyet’in kurulmasıyla her şeyin daha iyiye gitmediği anlatılır. Demokrasiye geçiş denemelerinde, tek partinin nasıl bir düzen kurduğunu resmeder.(2)

Şimdi Yol Ayrımı kitabından ufak bir iktibas. Osmanlı’dan ve Milli Mücadele’den kalan mirasın vaziyetini şöyle tasvir ediyor bir yerde:

“İstanbul Bedesteni’nde, çok uzun zamandan beri, ele geçen her şey, gelişi güzel içine atılmış bir mahzenin karışıklığı, loş görüntüsü, küflü rutubeti vardı. Tepe camlarından vuran ışık çizgileri hiç bir şeyi aydınlatmıyor, tersine, eşyaları birbirine karıştırarak birbirinden ayırt edilmez hale getiriyordu. Dükkânların özelliği gibi, dükkâncıların tipleri, kılıkları, oturuşları, hatta konuştukları dil bile sanki çok eski zamanlardan kalmıştı.

Dükkânların önlerinde gelişi güzel çıkarılmış öteberi birbirine karışarak, aralıkları büsbütün daraltıyor, burasına, eskici torbalarından hiç bir ayrım yapmadan üst üste boşaltılmış bitpazarı derbederliği veriyordu.

Dikkat edilirse, birkaç belli başlı kalemden başka, hiç bir mal, halılar, eski gümüş takımlar, birkaç antika parça, bazı büyük hattatların eserleri sayılmazsa, burada, hiç bir şey, artık gerçekten değerli, daha doğrusu pahalı değildi. Cumhuriyetle beraber toplumun hayatından tekmeyle kovulmuş Osmanlılığın ufak tefeği, süsü, işe yararlıklarıyla beraber, bütün değiş tokuş değerini, bütün tarihsel değerlerini, bütün sanat değerlerini kesinlikle yitirmiş, hepsi burada, hiç acımadan çürümeye bırakılmıştı.

Bunların en acıklısı, nişanlar, silâhlar, ille de büyütülmüş fotoğraflardı. Nişanlar, eski tahta kutularda, örgüleri çözülmüş sepetlerde, karmakarışık duruyordu. Kurdeleleri çürümüş, madenleri küflenip paslanmıştı. Silahlar artık atılmaz, çekilemez olduklarından yamrı yumru, çarpık çurpuk demir parçaları halindeydiler. Evlerde asılacak çivileri bile kalmamış oldukları için, bütün savaşçı onurlarını bir daha ele geçirmemek üzere yitirerek buraya sürüklenmişlerdi.

Ölümden sonra bile “bir gölge” olarak bile geleceğe kalmak umutları nasıl biter, kesinlikle unutulmak, “Bu da kim? Ne işi var bizde?” sorularıyla süprüntüye atılıvermek ne korkunç bir kaderdir, bunu bedestene düşen fotoğraflarda görmek mümkündü. Hepsi de olduklarından daha güzel, daha güçlü, daha anlamlı görünmek için özenilerek çektirilmiş, çoğu camlı çerçevelere konulmuştu. Kılıçlarına dayanmış, göğüsleri silme nişanlarla dolu Osmanlı paşaları, sakoları, yukarıdan aşağı sırma işlemeli sivil rütbeliler, çeşitli okul üniformalarıyla çocuklar, delikanlılar… Yaşmaklı, çarşaflı hanımefendiler… İlle de, çoğu Müslümandan daha sağlam Osmanlı oldukları halde, çoluk çocuğuyla beraber gaddarca öldürülmüş, göğüslerindeki sadakat, şefkat, liyakat madalyalarıyla gururlu Ermeni memurlar, esnaf, sanatçılar, bunların kızları, karıları… Palabıyık Rum beyzadeleri, tombul kokonalar, çapkın kokoniçalar…

Hiç bir yere gönderilmeden dükkân raflarında moda olmaktan çıkarak eskimiş kartpostallar… Kimlikleri yaşamamışçasına geçip gitmiş, her çeşit vizite kartları, antetli mektup kâğıtları, zarfları… Fenerbahçe’yi, Kâğıthane’yi, Bostancı kadınlar deniz hamamını, Göksu sandallarını, zeybekleri gösterir yağlıboya tablolar… Atlı arslan avının, Arap’ın intikamının, Romeo Jülyet’in, Karadağ Kraliçesi Drafa’nın, Dömeke Meydan Savaşında şehit Abdülkerim Paşa’nın taş basmaları… Çoğu, sarı yaldızlı çerçeveleri bahasına müşteri bekliyorlar, alıcı olmayan, merakları bir an yanıp hemen sönerek ellerini kirlettikleri için kendilerine kızan aylaklarca tartaklanıp duruyorlardı.

Çoğu taşlarını yitirmiş tunç, bakır, hatta gümüş yüzük halkaları, halkalarından ayrılmış her renkten, her çeşitten yüzük taşları… Taşlara, madenlere kazılmış mühürler… Tekke kılıkları avadanlıklarından kemer tokaları, kancalar, marpuçlarından, çubuklarından ayrı düşmüş kehribar ağızlıklar, yığın yığın, renk renk tespih taneleri… Muhafazaları hurdaya verilip eritilmiş saatlerle içi boş saat muhafazaları… Ne oldukları ilk bakışta anlaşılamayan, dikiş makinalarının antika sayılabilecek ilk modelleri, ilk dökme ütüler, saç kıvırma, mangal karıştırma maşaları… Hiç özürsüz oldukları halde mutlaka bir sakatlıkları varmış gibi, insana güvensizlik veren Saksonya biblolar, bakara takımlar, kristal vazolar… Ondokuzuncu yüzyılın Paris, Viyana, Berlin zevkine göre dökülmüş çeşitli heykelcikler… Daha beteri, eski Yunan mitolojisinden tanrıça kopyaları… Renk renk, biçim biçim, kimi iyi işlenmiş mücevher kadar cici, kimi akıl almaz derecede zevksiz gaz lâmbaları, dört köşe kutular, yuvarlak kaplar, cigaralıklar, şekerlikler…

Tanzimat’tan bu yana İstanbul’un birkaç semtinde, İzmir’in birkaç mahallesinde, Beyrut’ta, Selânik’te batılılaşmayı bunları kabul etmek, batılılaşmasız da yaşanmaz sanılarak alık Osmanlılar’ın bonmarşelerden, pazardölevanlardan, bin bir çeşitlerden kapışarak kendi ya da birbirlerinin evlerine koşturdukları maskaralıklar… Tamamıyla başka bir toplum içinde yapılmış olduklarından, Osmanlılarda ancak köpekleşmeyi, ruh rezilliğini ispatlayan hediyelikler, yadigârlar, gerçek Osmanlı hanımlarına, el sürmekle değil, göz değdirmekle iğrenme veren yüzde yüz pislikler… Sanata hiç uğrayamamış olmanın çirkinliğini yüklenmiş şeyler… Batı uygarlığının, alık batılılar da düşünülerek piyasaya sürülmüş küçük dolandırıcılık avadanlıkları… “Bir deli çıkar, çeker alır! Çarşıdır bu, hiç belli mi olur?” gerçeğine dayanarak çöpe atılması her gün bir kere daha geciktirilen süprüntüler…

İstanbul’un sürekli yangınlarından, Osmanlıların milyonlarca kilometre kare genişliğindeki yurtlarında aralıksız sürükledikleri göçlerden, salgınların kalıntılarından, Batılılaşmanın benlik öldüren uygulamasıyla yatak odalarına kadar girip ufak tefeği pencerelerden sokağa savrulan kırıntılarla bitpazarlarına, bedestenlere, çarşılara, panayırlara savrulmuş döküntüler… Bir dünya imparatorluğu başkentini yüzyıllar boyu tıka basa dolduran baha biçilmez anıların, namuslu sevgilerin, onurlu dostlukların küçücük anıları…

Yüreklere, gözlere, parmaklara, dudaklara dokunmuş hediyelerin arta kalanları. Verene göre değer bağlayan incik boncuk… Kırıntı… İnsanoğlunun beğenisini, tutkusunu, açıklayamamazlık edememesinin belirtileri… Bütün bu yığınların üstünde, sağında solunda, atılmışlığın acılığını yenerek soyluluklarını alçak gönüllülükle koruyan kilimler, halılar, heybeler… Osmanlı kadınlığının göz nurunu, el emeğini, üstün zevkini yüzyıllardan beri yiğitçe taşımış, işlemeli yağlıklar, dantelalar, oyalar… Çeşitli
gergef işleri… Maden döküntüsü gibi horlanarak şuraya buraya atılıvermiş oldukları halde nefis çizgileriyle heykellere meydan okuyan bakır kap kacak… Ermeni, Rum, Türk, Laz ustaların Osmanlı bakırcılığına vurdukları şaheser damgalar…

(Yol Ayrımı, İthaki Yayınevi, b. 2005, sayfa 310-314.)

Dipnot:

(1) Daha fazla tafsilat için şu efradını cami’ iki yazı okunabilir:

Bir Hakikat Arayışçısı Kemal Tahir (1910-1973)

Dışlanmış Bir Sol Aydın: Kemal Tahir

(2)Kemal Tahir’in ‘tarihi romanları’ belli kalıpları kırmış ilk eserlerdendir. İlk dönem eserleri bilinenleri tekrar mahiyetindedir. Ancak son dönem eserleri tam aksinedir. İşlediği tarihi devirleri kendi şartları içinde ele alır ve kalıp ezberlerden mümkün mertebe kaçınır. Devlet Ana ile solcular tarafından dışlandığı gibi “Kurt Kanunu” ile de Kemalist çevrelerce dışlanmış, sıkıntılar çekmiştir.

Bu romanında, Milli Mücadeleye dışarıdan bir gözle bakması, Ankara hareketinin anti-emperyalist olmadığını, bilakis emperyalist devletlerle anlaştığını, savaşların da yedi düvelle değil sadece Yunan kuvvetleriyle yapıldığını vurgulamıştı. Romanın film uyarlaması resmi tarih görüşüne uymadığı gerekçesiyle toplatılmış, 12 Eylül 1980 askeri idaresince tek kopya bırakılmadan imha edilmiştir.

Tavsiye yazı:

Refik Halid Karay’ın Gözünden Osmanlı’dan Cumhuriyete

Ali Tüfekçi

Marmara Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Sosyal ilimlere; tarih, sosyoloji, psikoloji ve İslami ilimlere meraklı.
DailySabah Culture&Arts yazarı. Kelambaz editörü.

Yorum Yaz

Bu site reCAPTCHA ve Google tarafından korunmaktadır Gizlilik Politikası ve Kullanım Şartları uygula.

Bizi Takip Et!