Kelâmbaz
Ragıp Karadayı

Sanat Dünyasında Geçen Bir Ömür-Ragıp Karadayı

“Git başımdan Ragıp! Sizden beni üzecek adam çıkar mı? Kaybettiğim yıllarıma, zavallı hâlime ağlıyorum. Ömrüm boşa gitti Ragıp, ziyan oldum! Senelerdir sinema adına, sanat adına koşturdum, geriye dönüyorum; bir incir çekirdeğini dolduracak şey yapmamışım. Eskiden böyle güzel senaryolar, hoş projeler olsaydı vallahi seve seve oynardım. Şimdi niçin ağladığımı soruyorsun; ben ağlamayayım da kim ağlasın? Malayaniyle geçen ömrümün ahir zamanımda böyle güzel bir rol verdiğiniz için çok hislendim, ona ağlıyorum.”
Kadir Savun Sinema sanatçısı

Efendim; evvela bize zaman ayırıp bu mülakatı verdiğiniz için teşekkür ederiz. Hayat hikâyenizle başlayalım. Bize hülaseten anlatır mısınız? Ragıp Karadayı kimdir?

Ragıp Karadayı;
Erzurum’un bir dağ köyünde dünyaya gelmişim. Tabii büyüyüp aklım başıma gelince doğum tarihimi merak ettim. Anneme sordum; “yaz mı idi, kış mı idi?” dedi, hatırlayamadı. Daha doğrusu diğer çocukların doğum tarihleriyle karıştırdı. Kolay değil tabii 23 çocuk annesi için… Kimin nerede, ne şekilde dünyaya geldiğini tam hatırlayabilmesi için; o hadiseye şahit olanların da yakınında bulunması lazım. Nerede? Herkes; ipi kopmuş tesbih tanesi gibi bir tarafa dağılmış. Bir tanesi üçüz, ikisi ikiz; On dokuz doğum gerçekleştirmiş. Biz yaşayan sekiz kardeşiz, diğerleri doğum anında veya doğum sonrasında vefat etmişler. O devrin köy şartları malum. Dolayısıyla doğum tarihimi sıhhatli bir şekilde öğrenemedim. Benden sonra bir kardeşim olmuş. Devlet sıkıştırınca, babam amcama haber gönderiyor o da bizi nüfusa ikiz yazdırıyor. Resmi kayıtlara göre; 27 Şubat 1953.

İlkokula; ata-dede köyümüz Beyler’de başladım, babamın imamlık yaptığı Otlutepe’de tamamladım. Ortaokulu; kazâmız Narman’da okudum. Ondan sonra okuma şansınız yoktu. Babam için kalabalık bir aileye bakmak ve dışarıda talebe okutmak imkânsız gibiydi.

O zaman tek bir yatılı imtihana girmiştim; Gümüşhane Öğretmenokulu…Kazanabilirsem meccanen yatılı okuyacaktım. Bütün ümidim orasıydı. Lakin bana sıra gelmeyeceği endişesini taşıyordum. Güz gelip mekteplerin açılma günleri yaklaşınca herkes kendini bir yere attı. Sınıf arkadaşlarımın çoğu Oltu, Erzurum liselerine kayıt yaptırmışlardı. Benden başka bekleyen kalmadığını gördükçe daha çok üzülmüştüm, çünkü akıbetim hâlâ meçhuldü. Tam bu kritik vakitlerde köye bir haber geldi; “yatılı imtihanını Narman’da beş kişi kazanmış” diye… On bir kilometre yolu koşarak kazaya gidip gözlerimle listeyi gördüm. Biri de bendim. Ne kadar sevinmiştim anlatamam. O imtihan neticesi hayatımın da dönüm noktası oldu. Eğer öğretmen okulunu kazanmasaydım belki hiç okumayacaktım, belki yazma çizme kabiliyetlerim de ortaya çıkmayacaktı. Dolayısıyla ya Erzurum’un bir dağ köyünde çoban olarak hayatımı devam ettirecek, ya da inşaat amelesi olarak gurbetlerde dolaşacaktım. Nasip kısmet böyleymiş… Her şeyde bir hikmet var, diye düşünüyorum.

Edebi olarak; size çok tesir eden, yön veren birileri var mı?

Çok kitap okudum.
Öğretmen okuluna gittikten sona okumanın ne demek olduğunu anladım. Daha önce ilkokul hayatımı hiç yaşamamış kabul ediyorum. Çünkü birleştirilmiş sınıflardı. 1. 2. 3. sınıflar bir aradaydı. Ortaokulu bitirmiş “yedek muallim” denilen birisi vardı başımızda. Yaptığımız iş; kara tahtaya yazılanları ak deftere geçirmekten ibaretti. Yani, vakit öldürüyorduk. Neyi, niçin yaptığımızı bilmiyorduk. 4 ve 5. sınıfta da durum aynıydı. Ders yok, öğretmen yok…

Hiç unutmuyorum; aklıma gelince hep gülerim; ortaokula gittiğimde Türkçe öğretmenimiz ilk defa ödev verdi. Ben “ödev de ne demek” diye soruyorum sıra arkadaşlarıma. Çünkü bende bir izi, derinliği yok.

Ödev şuydu: “Herkes okuduğu gazetelerden beğendiği üç makaleyi kessin, bir dosya kâğıdına yapıştırıp getirsin.”
Hayatında, kese kâğıdından mada gazete görmemiş, okumamış bir çocuk ne yapabilirdi? Ben de onu yaptım. Sordum; öğrendim ki makale; gazetelerde yazılı şeylermiş. O zaman gazete alacak paramız da yok. Tanıdık bir bakkaldan kese kağıdı aldım. Temiz  kısımlarını kestim, undan hamur yapıp o gazete parçalarını dosya kâğıdına yapıştırdım, okula gittim. Ödev veren öğretmen, elimdeki garip kâğıtları görünce; “Ragıp senin makalelerin bunlar mı?” demiş, katıla katıla gülmüştü. Şimdi ben de hatırladıkça gülmeden edemiyorum. İç dünyamda, hislerimde derin iz bırakmış vakalardan biridir bu hadisedir.

Öğretmen okuluna gidince her şey değişti. Bir kere başıboş değildik, etüt vardı. Nöbetçi öğretmenlerin nezaretinde ders çalışır, anlamadıklarımızı sorar öğrenirdik. Yatılı şartlar; bize beş yıldızlı otel konforu gibi gelmişti. Birkaç çeşit yemek, sıcak suların aktığı banyolar bir köy çocuğu için çok lükstü o devirde. Her şey yerli yerinde olunca, bizlere okumaktan başka yapacak bir iş kalmıyordu. Geldiğim yeri çok iyi bildiğim için, okuyamama korkusuyla, bütün gücümü derslere verdim. Öğretmen okulunun en iyi talebelerinden biri oldum.

Paramız yoktu, kitap alamıyorduk. Devlet kütüphanesi imdadımıza yetişmişti. Boş zamanlarımızı orada kitap okuyarak geçiriyorduk. Bir grup kafadarla en sadık müdavimleri olmuştuk. Sabah erkenden kuyruğa giriyorduk kütüphanenin önünde. Seçtiğimiz romanlar vardı. Bitiremeyince onları kütüphanenin içinde saklıyorduk başkaları almasın diye. Ayrı bir tadı vardı o temaşanın. O kıt şartlarda okuduk birçok kitabı.

Okuduklarınız size ne kattı, ne kazandırdı desem?

Her şeyden önce kahve köşelerinde pineklemeden, malayani işlerle uğraşmaktan kurtulmama sebep oldu. Okumayan arkadaşlarım kahvelerden çıkmıyorlardı. En mühimiyse; vatan, millet tarih, medeniyet, biraz da edebiyat sevgisini ailemin dışında tarihi romanlardan aldım. Meselâ; Oğuz Özdeş’in romanlarını severek okuyordum. Milliyetçi muhafazakar bir ailenin çocuğu olduğum için vatan millet deyince akan sular dururdu. Onun “Karapençe” serisi vardı. Onları defalarca okudum. Hatta seri bitince pek üzülmüştüm. Sonra duydum ki; benim gibi üzülenler çokmuş. Oğuz Özdeş ‘Karapençe’nin Oğlu’ diye bir kitap daha yazmış, onu da aradım, buldum ve okudum.

Okuma aşkına tutulduğunuz ve okumanın ne demek olduğunu anladığınız zaman mesele çözülmüş demektir. Onu artık kimse durduramaz. Şimdi de böyle değil mi? Türkiye’nin en büyük problemi kitap fobisidir bence. Okuyamamanın çok zararları var; bunlardan biri; kötü alışkanlıklara yönelmedir. İnsan, tabiatı icabı vaktini bir yerde harcamak mecburiyetindedir. Ya faydalı şeylerle meşgul olacak; meselâ kitap okumayla, ya kahve, gazino, pavyon köşelerinde oyun eğlenceyle… “Kitap okuma” derken; tabii ki doğru kitapları kast ediyorum, kafa karıştıran, insanı yoldan çıkaranlardan elbette uzak durulmalıdır. Zaten iyi okuyucu farkeder bunları… Edebiyatın, sanatın  o tılsımlı dünyası; insanın hayal gücünü, muhakeme kaabiliyetini, kelime hazinesini de mükemmel geliştiriyor, hem de en pratik şekilde. Mürekkep kokan sayfaların arasında ne erişilmez dünyalar oluşturuluyor, onu bilen bilir. O dünyanın içinde yaşamak inanılmaz bir tat, tarifsiz bir güzellik…

Tabii bu arada aklım biraz ermeye başlayınca Necip Fazıl’ı takip etmeye başladım. Onun heyacanlı şiirleri; bizde fırtınalar koparıyordu. Büyük ideal sahibi olmamızda tesirli olmuştur. Eğitim enstitüsünde; Seyyid Ahmed Arvasi; pskoloji ve sosyoloji hocamdı. Onun dersleri, konferansları ve kitapları bende yeni ufuklar açtı. Pek tesirinde kaldığımı rahatlıkla söyleyebilirim. O önümüzde çok iyi bir rol modeldi. Milli ve manevi değerlerle yoğrulmamızda mühim rol oynadı.

Tanzimattan bu yana yazılmış klasik Türk edebiyatnın neredeyse tamamını okudum. Çocuk aklımla; çoğunun siyasi endişelerle yazıldığını, ideolojik yönlendirme derdinde olduklarını fark ettim veya bana öyle geldi. O zaman da  hevesim kaçtı. Okumaktan zevk alamaz oldum. Zamanla da hepten bıraktım. Daha kültürel yazılar, araştırma incelemeler, makaleler, sanat-edebiyat dergileri okumaya başladım.

Yazmak fikri nasıl oluştu?

Gel zaman git zaman sonra çocuklarım büyüdü, okul hayatları başladı. Edebiyat öğretmenleri her ay bir roman okuma mecburiyeti getirmişti. Bu hareketleri çok hoşuma gitmişti. Onları teşvik etmek ve heveslendirmek için ben de yeniden okumaya başladım. Bir gün ellerinde Peyami Safa’nın bir romanını okurken gördüm. Öğretmen okulundayken okumuştum “bir daha okuyayım” dedim, okudum. Bana o kadar boş geldi ki; anlatamam. Üçyüz sayfa civarındaki kitabı okuyan evladım bundan ne öğrendi, ne kazandı? Sualinin sağlıklı cevabını bulamadım. “Laf salatası” derler ya o türden bir şey gibime geldi… “Allah Allah! Seneler önce okuduğumda bu kanaata varamamıştım. Şimdi bana ne oldu?” demeye başladım.

Bir gün Tarık Buğra’nın kalın bir kitabını okuduklarını gördüm. Onu da aldım, okudum. Benim dünyamda erişilmesi zor bir zirve olan “Tarık Buğra böyle mi yazmış” demeden edemedim? Yine “benim çocuğum bunu okumakla ne kazandı” diye kendi kendime soru yönelttim, mantıki bir cevabını bulamadım?.. Bu ruh hâliyle “AŞKIN EFENDİSİNE” romanını yazmaya başladım. Bir bakıma onlara kızarak başladım. İyi ki kızmışım, yoksa yazmak fikrini hiç düşünmeyecektim. Hani bir atasözümüz vardır ya; “kötü komşu insanı mal sahibi yaparmış” diye. Ben onlara nazire olsun diye yazmaya başladım, baktım işin içinde kalakalmışım. Yazmak, şimdi mesleğim oldu.

Peki yazmak nasıl bir hissiyat?

Öyle bir zor ve zahmetli dünya ki, tarif etmek mümkün değil. Yaşamayanın, ne demek istediğimi anlaması da kolay değil. Bazen gece yarısı uyanıyorum, aklıma gelenleri bir müsvette kâğıda karalıyorum. Rüyamda görüyorum; uyanınca ilk işim onu unutmadan kayda geçmek oluyor. Yazdığım mevzuyla alakalı hoş bir cümle, enterasan bir misal, renkli bir tasvir aklıma geliyor, ne edip edip onu kayda geçiyor, yazmadan uyumuyorum. Olmaması lazım ama insanın elinde değil; bazı orijinal fikirler namazda zuhur ediyor, namaz bitince hemen oturup yazıyorum. Yazar ve şairlerin böyle benzer çok hatıraları var. Hatta Yahya Kemal’in beş-altı sene sonra bir şiirine aradığı kelimeyi bulup koyduğu, şiirini düzelttiği söylenir. “Bu kadar da olur mu” demeyin? Maalesef oluyormuş, yaşadım, gördüm.

Ragıp Karadayı

Yazarlığınızı anladık zorlu bir yolculuk, peki sinema sektörüne nasıl girdiniz?

“Ben” diye söze başlamak hoş değil ama mevzuyu izah edebilmem için öyle başlıyorum. “Kendini öven adam” demezseniz, tabiri caizse kendimi profesyonel olarak görüyorum. Niçin? Büyük yazar, asrımızın düşünürü, bilmem daha ne ünvanlarla ortaya çıkanların yazdıkları, her kitabevinin vitrinlerini süsleyen tutarsız, kalitesiz kitaplarını görünce mütevazı olmamaya karar veriyorum gayr-i ihtiyari.

Yazmanın, çizmenin, tiyatro ve sinema senaryolarının neredeyse her safhasından geçtim, ne terler döktüm, ne emekler verdim. Çok araştırdım, ince eleyip sık dokudum; Rabbim de muvaffakiyet nasip eyledi, elhamdülillah.

Film işiyle uğraşanların muvaffak olması için eğitim, kaabiliyet, tecrübe, azim ve gayret şart… Hele kaliteli sinema için senaristin, yönetmenin güzel sanatlardan da kabiliyetli olmasını temel unsur olarak görüyorum. “Ben de yaparım” veya “yaptım oldu” demekle iş olmuyor. Öyle kolay değil, kaliteli eser ortaya koyabilmek. Resimde, mimaride, göze, kulağa hitap eden sanatlarda söz sahibi olmalıdır. Ortaya çıkan eser, iki boyutlu, üç boyutlu sanatlar diye tarif edilenlerle ölçüldüğünde “iyi mi, kötü mü” olduğu daha net görülebiliyor. Belli kıstasları yakalayan, belli ölçülere uygun olan eserleri insanların çoğunluğu da takdir ediyor, beğeniyor.

Bazıları diyorlar ki; “ya, herkes yazıyor, çiziyor ama seninkiler biraz önde… Ragıp abi, sen öyle fevkalade şeyler yaşamamışsın, senin yaşadıklarını biz de yaşadık ama senin gibi yazamıyoruz ve yazsak da kimse okumuyor” diyenler çok… Buradaki incelik; insanı sanatçı yapıyor veya yapmıyor. Resim kaabiliyetim, sinemada da muvaffak olmama yaradı.

Her ressam sinemaya geçemiyor ama! Siz nasıl cesaret edebildiniz?

Haklısınız! “Ben biraz daha şanslıydım mı” demem lazım bilemiyorum? Kısaca sinemaya geçmem şöyle oldu:
Öğretmenlikten müfettişliğe yeni adım atmıştım. O zaman gece mesaisiyle Türkiye gazetesinde vinyetler, karikatürler çiziyordum. Tayınımın çıkacağını Enver Ören Beye arz ettim. Bana; “eleman ihtiyacımız var, bırak tayını, tamamen bize gel” dediler. Ben de tayin istemedim, devletteki işimi bıraktım, tam gün gazeteye geçtim. Önce çocuk dergisinde çizimler yaptım. Sonra gazetede, sonra tekrar çocuk dergisinde… O sıralarda sesli-görüntülü yayınlar da gündeme gelmişti. Sanatçı yönüm de hesaba katılarak bu vazife bana verildi.
Sesli yayınlar kolay, pratik olduğu için ilk olarak ondan başladık. Yüzlerce radyo tiyatrosu yazdık, yönettik, şekillendirdik. Bu arada 19 şubat 1989’de Türkiye’nin ilk özel televizyonu TGRT kurduk. Genel müdür Rahim Er Bey’di. İlk beş elemandan biri de bendim. Ekip olarak büyük bir araştırma yaptık. Televizyon yayıncılığı, sinema filmleri, büyük paraların olmasını icap ettiren bir sektördü. Öyle bir potansiyelimiz ve paramız yoktu. Biz de televizyonculuğun ve sinemacılığın altyapısını oluşturmak üzere araştırma ve incelemeler yapmaya başladık.

O zaman TGRT’nin ilk teşkilatlanmasını TRT’den örnek almıştık. Ordaki dairelerin bir benzerini TGRT de açtık, bana; “Çocuk Yayınları Başkanlığı” vazifesi verilmişti. Animasyonun çocukların üzerindeki tesirini bildiğimizden çalışmaya bu işten başladık. Bir animasyon firmasına kursa gittik bir iki arkadaşla. Öğrendiklerimizi TGRT’de tatbik ettik. Delibalta çizgi romanından “Kemankeş” hikâyesini canlandırdık. Ayrıca Şeyh Sadi Şirazi’nin bir hikâyesini “Kötürüm Tilki” ismiyle; üç-dört dakikalık bir animasyon daha yaptık. Tabii aylar, seneler çabuk geçiyor… On on-beş kişi çalışıyor, yedi sekiz dakikalık bir işi zar-zor çıkarıyorduk. Yaşadıklarımız, şimdilik bu işe hazır olmadığımızın işaretiydi. Animasyonu hızlı üretebilmek için bir rapor hazırladım. O zaman için öyle bir tesis kurmak müessesemizin imkânlarına ağır geldi. Projemiz de yarım kaldı.

Biz eleman yetiştirme derdindeyken yeni kurulan diğer özel televizyonlar yayına başladılar bile. Gözler haliyle bize çevrildi. “Hazır mısınız?” dendi. Hazır olduğumuzu ifade edince de; “Test yayınlarına başlayacağız. Altmış kaset, altmış film yapılsın. İki ay test yayınına hazırlık yapın” diye talimat geldi. O talimatı aldığım gün çok sevinmiştim, hayallerimizi gerçekleştirmek için ilk adımı atıyorduk. Etrafımızdaki insanların bunu havsalaları almıyordu ama ben bu işin üstesinden geleceğimize adım gibi inanıyordum. Bir insanın; başaracağına inanması; problemin yüzde ellisini çözüyor. Genel Müdürümüz Resul İzmirli Bey çeşitli toplantılarda: “Ragıp Bey öyle sağlam durmasaydı bu işlere başlayamazdık” diyerek bize iltifat ettiği çok olmuştur.

Elhamdülillah, zaten daha önce çekimler için denemeler yapmış, sinemanın inceliklerini kavramıştık. Bu radyo tiyatroları; sinemanın görüntüsüz şekli sayılırdı. Görüntüsüzde üstün muvaffakıyet göstermiş, görüntülüde de ondan geri kalmamıştık. Onlarca eserin senaryosunu yazdık, fizibilitesini çıkardık. Artık sinema zamanı gelmişti. Sahasında uzman tecrübeli ekipler kurarak, eski radyo tiyatrolarını sinemaya aktardık. Turgut Özal vefat ettiği zaman. 1993 senesi Nisan ayında test yayını yapmadan direkt normal yayına başladık. Yayın başlayınca biz de yapım ekiplerini çoğalttık.

Bir film üç aydan önce tamamlanmıyordu. Bir ay hazırlık, bir ay çekim, bir ay stüdyo çalışmaları sürüyordu ortalama… Önce on bilahare onbeş film yapım ekibim olmuştu. Davana tam inandın mı olmazlar oluyor, imkânsızlar başarılıyordu. O zaman Londra’dan yayın yapıyorduk. Hangi filmlerin yayınlanacağının listesini önceden ilan ediyorduk. Kimisi çekimde, kimisi dublajda, kimisi montajda olan filmlerimizi; üstün fedakârlık ve gayretlerle tamamlayarak, vaktinde Londura’ya göndermeye ve yayınları aksatmamaya muvaffak olduk. Tabi bunlar çok zor ve yorucu işlerdi. Gecemiz gündüzümüz birbirine karışmıştı ama manevi mükâfatı çok büyüktü. Onu bilen bilirdi.

Oyuncu seçerken zorlandınız mı? Çünkü Yeşilçam malum… problemli oyuncular çok…

Oyuncu seçiminde; öncelikle bu işten anlayan arkadaşlarla istişare yaptık. Bize hiç gelmeyecek sanatçıları az-çok tahmin ediyorduk. Ayırım yapmadan hepsine kucak açtık. Şöyle düşünüyorduk: “Bir sanat pazarında, alışveriş dünyasında yaşıyoruz. Biz onların sanatlarına talibiz, onlar da işimize. Herkes ticaretini yapacak. Bundan tabii daha başka ne olabilirdi? Ufak-tefek hadiseleri saymazsak bu yaklaşımımız hüsn-ü kabül gördü ve iyi neticeler verdi. Çok uyumlu çalışmalar yaptık. Sanat aleminin kendine has, hususi hayatlarına karışmadık veya görmemezlikten geldik, onlar da bizim dini hayatımıza; namazımıza, niyazımız karışmadılar… Karşılıklı olarak kıracak, incitecek bir serzenişte dahi bulunmadık. Belki de hasreti çekilen “zıt kültürlerin birlikte yaşamasını” bizzat hayata geçirmiştik de farkında değildik.

Bütün projelerimde; hiçbir ayırım yapmadan birçok sanatçıyla bizzat görüşmeler yaptım. Büyük çoğunluk memnuniyetle kabul etti. “Sizi bize yanlış anlatmışlar” diye itirafta bulunanlar bile olmuştu.

Sinema sektörüne girdiğimde “Yeşilçam” denilen sanat dünyası sanki ölmüş gibiydi. Erotik film furyası başlayınca, değerlerine biraz sahip olanlar geri çekilmiş, meydan arsızın, uğursuzun elinde kalmıştı. İşte Türk sinemasının bittiği böyle kritik bir dönemde, kameraman, teknik ekip, yönetmen bulamadığım dönemde uyuyan hücreleri harekete geçirmek bana nasip oldu. Bu sahada tecrübeli olanların kimisi cafe işletiyor, kimi lokanta, kimisi başka iş yapıyordu. Onları bulundukları yerden çekip aldım, ikna ettim; birlikte büyük eserlere imza attık. Şu anda “TÜRK SİNEMASI” diye bir sektör varsa herkes bilsin ki temellerini İFPAŞ atmıştır.
TGRTnin emekleri, çalışan vefakâr arkadaşlarımızın alın teri, bu işteki aşkı ve şevki vardır. Piyasaya çıkıp baktığımızda çalışanların; yönetmeninden kameramana, ışıkçısından kostümcüsüne, ne kadar teknik ekip varsa yüzde sekseni-doksanı bizden geçmiştir.

Düşmanca tavır sergileyenler de vardı lakin hizmetlerimizi aksatamadılar. Bazı sanatçı dernekleri öyle ileri gitti ki, “Çağdaş Sanatçılar Derneği” diye kendilerine ait derneklerinde nice toplantılar yapmışlar. TGRT, İFPAŞ filmlerinde rol alanlara ceza vermeye kadar işi ileri götürmüşler. Sanatçılardan bazıları, bunları bize anlatıyorlardı. Biliyorsunuz geçenlerde bir yönetmen isyan etmişti. “Türk sinemasında mafyalaşma var, sektör belli grupların elinde, Türkiye dışında mükâfat, ödül alan filmlerin yüzüne bakmıyorlar” diye. Orada öyle karar alanların çoğu yanlış yaptıklarını anladılar, özür dileyenler bile oldu. Bunlardan biri de Kadir İnanır’dı. Geldi görüştü bizimle, “MARZİYYE” diye bir dizi yaptık onunla. Ama Tarık Akan hiç gelmedi, yüzümüze bakmadı, onun kadar katısı çıkmadı. Fatma Girik de geldi mesela. Onun çizgisi, duruşu da belli, ancak filmlerimizde, dizilerimizde severek rol aldı.

Öyle bir duruma gelmiştik ki; Yeşilçam’da insanlar bizimle çalışmak için sıraya girmişlerdi adeta. Çünkü hem haklarını yemiyoruz, hem de adil davranıyoruz. Onlar da sinema aşklarına kaldıkları yerden devam etme fırsatı buluyorlardı. Lıscası; sömürü düzeni yoktu. Böyle bir ortamı kim istemezdi ki?

Sinemaya nasıl başladınız?

Ben profesyonel bir sanatçıyım. Sinema ile uğraşanların güzel sanatlarda kabiliyetli olması şart. “Ben de yaparım” deyince işte olmuyor öyle. Resimde, mimaride, görsel sanatlarda, 2 boyutlu, 3 boyutlu sanatlar diye tarif edilir, belli ölçülere uygun olunca insanlar beğeniyor. ”Ya herkes yazıyor çiziyor ama seninkiler niye önde? Ragıp abi sen öyle fevkalade şeyler yaşamamışsın senin yaşadıklarını ben de yaşadım ama ben senin gibi yazamıyorum ve kimse de okumaz ben yazsam…” diyenler çok oluyor. Buradaki incelik insanı sanatçı yapıyor veya yapmıyor. Ressam olmam sinemaya olan problemi çözmemin ana temeli oldu. Öğretmenlikten müfettişliğe geçmiştim. 1 sene eğitimden sonra tayinim çıktı. Tayinde Enver Ören Bey ile istişare ettim. Bana, bizim eleman ihtiyacımız var, gel dediler. Müfettişlik diploması aldım, ama hiç yapmadım. Önce çocuk dergisine verdiler, orada çizimler yaptım. Sonra gazetede, sonra tekrar çocuk dergisi. O sıralarda sesli-görüntülü yayınlar da gündeme gelmişti. Sesli yayınlar kolay pratik olduğu için ondan başladık. İlk işler benim üzerimde şekillendi. Zannediyorum merhum Enver Ören Bey bizi sanat edebiyat kabiliyetimizden dolayı münasip gördüler. Yüzlerce radyo tiyatrosu yazdık, şekillendirdik. Bu arada 19 şubat 93’de ilk Türkiye’nin özel televizyonu TGRT kuruldu. Genel Müdür Rahim Er Bey‘di. İlk elemanlar da benim de bulunduğum  5-6  arkadaştı. Büyük bir araştırma yaptım.  TV sinema büyük paraların olması gereken bir saha. Öyle bir potansiyelimiz ve paramız yoktu. Biz de televizyonculuğun ve sinemacılığın altyapısını oluşturmak üzere araştırma ve incelemeler yapmaya başladık. O zaman TGRT’nin ilk teşkilatlanmasını TRT’den örnek almıştık. Oradaki dairelerin bir benzerini açmıştık.

Bana çocuk yayınları bölümü verilmişti. Animasyon çok cazip geldi. O yüzden önce bu işten başladık. 40 gün bir animasyon firmasına kursa gittik bir iki arkadaşla. Öğrendiklerimizi TGRT’de tatbik ettik. Beş altı dakikalık Kemankeş Delibalta’nın bir hikayesinin canlandırdık. Ayrıca 3-4 dakikalık bir Sadi Şirazi hazretlerinin ”Kötürüm Tilki” diye hikayesinden faydalanarak animasyon yapmıştık. Tabi seneler aylar geçiyor 10 15 kişi çalışıyoruz, 8 dakikalık iş çıkarmışız. Bu şimdilik hazır olmadığımızın işaretiydi. Elektronik donanımlı bir rapor hazırlamıştık. O zaman öyle bir şey kurmakta müessesemizin imkanlarına ağır geldi. Öyle kaldı.

Sonra diğer televizyonlar yayına başlayınca bize talimat geldi. “Biz de test yayınlarına başlayacağız. 60 film 60 kaset 60 gün yayın” diye talimat geldi. O talimatı aldığım gün çok sevinmiştim, hayallerimizi gerçekleştirmek için ilk adımı atıyorduk, etrafımızdaki insanların bunu havsalaları almıyordu ama ben inanıyordum. Bir insanın bir şeye inanması başaracağına dair problemin yüzde 50’sini çözüyor. Genel Müdür Resul İzmirli Bey bazen ”Ragıp Bey öyle sağlam durmasaydı bu işlere başlayamazdık” diyordu. Elhamdülillah zaten daha önce çekimler için denemeler yapmıştık ve artık sinemanın inceliklerini kavramıştık. Bu radyo sinemaları da sinemanın görüntüsüz bölümü sayılırdı. Onu da halletmiştik, yüzlerce eserin senaryo bölümünü de halletmiştik. bir sürü senaryo yapmıştık. Artık sinema zamanı gelmişti. İyi ekipler kurarak, eski radyo tiyatroları sinemaya aktarmıştık. Merhum Enver Ören Bey’in planı o zaman eski radyo tiyatrolarımızı 60 film 60 kaset 60 tiyatroyu 60 gün yayın yapmaktı. Turgut Özal vefat etti o zaman. 93 senesi nisan ayı. Yayına tamamen başlıyoruz emir geldi. Öyle icab etti. Test yayınları böyle ha oldu ha olacak derken direk yayına başlandı. Öyle olunca ekipleri çoğalttık. Bir film 3 aydan önce tamamlanmıyordu. 1 ay hazırlık, bir ay çekim, bir ay stüdyo çalışmaları… 10 15 ekip kurduk bu hedefe kavuşmak için. Bizim 60 günde 60 film bitirmemiz lazımdı. İyi inandın mı davana, oluyor. O zaman Londra’dan yayın yapıyorduk. Hangi filmler yayınlanacak listeyi ilan edeceğiz. Londra’da arkadaşlar soruyorlar. Hangi filmler yayınlanacak? Kimisi çekimde, kimisi dublajda, kimisi montajda o kadar çok aşamalarda tıkır tıkır verdiğimiz saatlerde tamamladık ve yayınları da aksatmadık. Tabi bunlar çok zor ve yorucu işlerdi. Gecemiz gündüzümüz birbirine karışmıştı ama mükafatı çok büyüktü.

Ragıp Karadayı'nın kitabı

İlâhi mesajlı dini filmleri çektiğiniz için tepki gördünüz mü?

Dini filmlerde, teşvikten başka bir şey görmedik. Yalnız “modern çağdaş” geçinen gazetelerin, bazı köşe yazarları, onların altında bir şeyler aradı, köşelerine taşıdılar. “TGRT olmayan bir şeyleri uyandırıyor” havalarına girdiler. Tabii bizim gizli saklı bir şeyimiz yoktu. Hepimiz bu memleketin insanlarıyız, bu milletin değerlerine sahip çıkıyoruz, büyük bir hüsn-ü kabul görmüşüz. Bu yüzden olsa gerek çok iyi bir çıkış yapmıştık. TGRT büyük bir rüzgâr estirdi, hayırla yarış başlattı. Ancak 28 Şubat, yani post modern darbe, o kalpleri ferahlandıran rüzgârı söndürdü, o sönüş her şeyimize tesir etti. TGRT’nin yayınlarını, ticaretimizi, diğer basılı yayınların sekteye uğramasına da tesir etti.

Türkiye sinemasının klasiklerinden oldu yaptığımız filmler. Yurtiçinde, dışında, mahalli televizyonlarda, diğer birçok kanallarda hâlâ yayınlanıyorlar. Hatta Ramazan-ı şeriflerde, kandillerde o gönül sultanı flimlerimizi yayınlamak için milli kanallar bile yarışa giriyorlar. Filmlerimizi taklit edenlerde az değil. Yani otuz senedir tekrar tekrar seyredilen bu filmlerin Türk insanının kalbinde yer tutmasını büyük bir muvaffakıyet olarak görüyoruz. Az şey değil bu söylediklerim.

Filmlerin tesirinde kalıp tövbekâr olanlar oldu mu? Diğer bir ifadeyle dindar olmayan sanatçılardan namaz kılan, mütedeyyin cenaha kayanlar oldu mu?

Çok enteresan hadiselere şahid oldum. Hakikaten göz yaşartıcıydı.
Bişri Hafi hazretlerinin filmini çekiyorduk; sabah güneş doğmadan önce bir sahne çekmemiz lazımdı. Bütün set ve ekip hazırlanmış, günümüze ait modern görüntüler kapatılmış, eski zaman görüntüsü kazandırılmıştı çekim platosuna. Baktım Kadir Savun bir sütuna yaslanmış gözlerinden yaşlar akıyor. “Kadir baba, hayırdır ne oldu, kim üzdü seni?” dedim. O da elini salladı: “Git başımdan Ragıp! Sizden beni üzecek adam çıkar mı? Ben halime ağlıyorum. Ömrüm gitti Ragıp! Ömrüm boşa gitti. Senelerdir sinema adına, sanat adına koşturdum, bir incir çekirdeğini dolduracak şey yapmamışım meğer. Ona ağlıyorum. Eskiden böyle güzel sinemalar, projeler olsaydı vallahi oynardım. Ahir ömrümde bana güzel bir rol verdiğiniz için ona ağlıyorum. Sizden, Enver Bey’den, Rahim Bey’den Allah razı olsun. Bizler; bu roller oynamayı teklif etmeseydiniz biz bu değerlerin farkına varamayacaktık” dedi, ağladı. Beni de ağlattı.

Kadir Savun

Yine aynı proje de Yılmaz Zafer, Bişri Hafi hazretlerini canlandırıyordu. Eskişehir’de çekim yaparken Cuma namazına gitmiştim. Meğer o da gelmiş, arkadaşlara demiş ki “Sakın Ragıp Beye söylemeyin, bu hoş geçiniyor, diğer projelerde bana rol versinler gibi anlar, çok üzülürüm.” Fakat camiden çıkarken tesadüfen karşılaştık. “Naber Yılmaz, neden benden kaçıyorsun” dedim?. “Git, geliyorum” dedi. Yine yanıma gelmedi.

Caminin avlusunda elektronik eşyalar satan yerler vardı. O günün hatırasına; yeni çıkan çift kaset çalarlardan almış hediye olarak getirdi. Sordum “Niye benden saklıyorsun, ayıp değil ki? Türkiye Müslüman bir memleket. ” Güldü, bana döndü: “Yaa Ragıp, bildiğin gibi değil, ben Fatih doğumluyum. İlkokulu Muallim Yahya’da okudum, Fatih ruhuyla büyüdüm. Çocukluktan gençliğe geçip boy-bos serpilince bütün mahalleli ağız birliği etmişçesine: ‘sen yakışıklısın, şusun, busun… ne işin var buralarda, doğru Yeşilçama’ dedi, beni Yeşilçam’a adeta ittiler. Gidiş o gidiş, daha da çıkamadım! Zaten peşimi de bırakmadılar. O filmden, o filme, o setten diğerine koştum durdum! Şöhreti yakalayınca da iş işten çoktan geçmiş oldu! Bu projede böyle bir manevi hava yaşayınca aklım başıma geldi sanki. Eski günleri hatırladım, kalbim yumuşadı. Bir nevi büyük bir u dönüşü yaptım içimden. Biz de Müslüman çocuğuyuz ama şartlar seni sürükleyip alıp götürüyor.” Sadece “haklısın Yılmaz Bey” diyebildim.
Sonra biz de “UFUKTA BİR AĞAÇ” filminde oynadı, hastalığa yakalandı, kötü bir şey yapmadan vefat etti. Allah rahmet eylesin.

Yılmaz Zafer

Yine filmimizdeki mübarek zatın tesirinde kalıp tam tövbe edenlerden biri de Nevin Aypar’dır. Bişri Hafi hazretlerinin bir sahnesinde ağlıyordu. Ağlamasını durduramadım, çekim bittiği hâlde iki gözü iki çeşme yine ağlıyordu. “Nevin abla maşallah ne rol yapıyorsun” dedim “bak hâlâ ağlıyorsun, beni de ağlattın!”

Gözlerinin yaşını silerek bana döndü: “Ben ağlamayım da kim ağlasın! Güzelsin diye diye sinemaya bulaştırdılar! Para, şan, şöhret, alkış görünce de dönemedim, gençliğim günah deryasında geçti gitti! Güzelliğim gitti, ömrüm geçti, bu zamana kadar geldim ama neye yarar ki? Harap olmuş bir iskeletim artık! Sana bir şey söyleyeyim mi?  Ben Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın torunuyum, yani muhafazakâr bir aileden geliyorum. Bu projede duyduklarım unuttuklarımı hatırlattı, aklımı başıma getirdi. Bak Ragıp; bundan sonra namazımı kaçırmayacağım ve tesettüre gireceğim.” Ben içimden; “herhalde bir anlık heves” dedim. Sonra bir gün TGRT’de dediler ki bir ziyaretçin var. Baktım uzaktan bir hacıanne, meğer Nevin Aypar’mış.  “Bak Ragıp ben dememiş miydim? Sözümün eriyim. Bugün havaalanına indik ilk işim sana uğramak oldu. Umreden geliyorum.” Bana hurma, zemzem falan getirmiş, çok sevindirmişti.

Yine bir Ermeni ailesinin hep birlikte Müslüman olması ki; çok uzun hikâye, bazı yönetmenlerin, Reha Yeprem’in, onun hanımının namaza başlaması gibi çok hatırlarım var. Onların çoğunu sanat edebiyat kaidelerine uyarak hikâyeleştirip yazdım. “Saadet Güneşi” isimli internet sitesinde bu tip hatıralarımın çoğu yayınlandı. İsteyen oradan detaylı okuyabilir.

Günümüzde bazı film ve diziler var onlar hakkında ne düşünüyorsunuz?

Yazmaktan film seyretmeye vakit bulamıyorum. Dolayısıyla da çoğunu seyredemedim. TRT de “Diriliş” ilk yayınlandığında herkes gibi ben de merak ettim, bir müddet seyrettim. Çünkü reklâmı çok yapılmıştı, o yüzden bir filmic olarak onu takip etmeye karar vermiştim. İlk on beş dakika baktım, on beş adet hata tespit ettim, bütün aşkım, şevkim bitti. Daha da televizyon karşısına geçemedim. Bana “niye hataları görüyorsun” denilebilir. Ama ömrünü bu işlere vermiş biri için kolay olmuyor görmemezlikten gelmek. Sonra o gördüğüm hatalar da basit hatalar değildi. Mesela; o kostüm ve aksesuarlar hiç Selçuklu devriyle alakalı değil. Şu anki telakkilere göre, yabancı filmlerden devşirilmiş yakıştırmalar. Biraz oradan biraz buradan. Oysa kendi kültürümüze uygun kostümler yapmak zor da değil…

İkincisi; insanların bıyıkları dudaklarını kapatıyor. Osmanlı ve Selçuklu çok halis Müslümanlar. İslamiyet’e harfiyen uyuyorlar. Yeni Müslüman olmamışlar ki hatalı işler yapsınlar! Dinimize göre bıyıkların dudak kırmızısını kapatması doğru değil.
Üçüncüsü sakallar: Sanki Firavun sakalı… İnsan hiçbir şey bilmiyorsa bir bilene sorar. Madem sakal yapıyorsunuz, sünnete uygun yapın. Gidin firavun rölyeflerine bakın, kitaplardaki motiflerine bakın aynısı. Bu basit bilgiler o devirde de biliniyordu. Bunlarınki “ben yaptım oldu” kabilinden.

Dördüncüsü; Muhyiddin Arabi hazretlerini konuşturuyorlar mübarek; “olanaklarımız ölçüsünde yanıtlayacağım” diyor. Bir İslam alimini konuşturuyorsun, onun tahsiline münasip cümleler kurmak çok mu zor? Olanak yerine imkân, yanıt yerine cevap kullanılsa anlamayacak mı bu millet? Demiyorum ki çok ağdalı konuşsun.

Beşincisi: Hele bey kızlarının saçları taa bellerine kadar uzanıyor. Selçuklu kızları böyle saç uzatırlar ama namahreme de dikkat ederlerdi. Bunlar hakiki Müslüman, saçının telini dahi göstermezlerdi. Karma karışık bir cemiyet fotoğrafı var ortada.

Altıncısı: Bey kızları bey avlama peşindeler. O devrin anlayışına zıt, uydurma, hatta iftira denilecek bir tutum. Bizim evliya filmlerinde ağır bir konu var mı? Evliyanın hayatı düz, kavga yok, gürültü yok, taş atsan bile “eyvallah” diyen insanlar, buna nasıl gerilim vereceksin? Biz münasip olanı yaptık. İç içe iki filmi paralel bir kurguyla yürüttük, o eksikliği telafi ettik. Kalkıp da Avrupa filmleri gibi Bizans entrikalarıyla Selçukluyu anlatırsan, millet de “Ecdat böyle miydi” diye sormaz mı?

O zaman filmin başında tek tek saymış, böyle bariz on beş hata tesbit edip yazmıştım da. İşte bu yüzden seyretmedim, yine de seyretmiyorum. Bazı insanlar; “çok takipçisi var” diyor, bazıları; “kötünün iyisi” olduğunu söylüyorlar. Onlar; “şimdiye kadar bu kadarı bile yapılmadı” modundalar. İyimser açıdan bakıyor, öyle düşünüyorlar.
“Muhteşem Yüzyıl”da Kanuni gibi bir padişahı o kadar kötü gösterdiler ki, insan nefret ediyor, yapılanlardan utanıyor yani. Herkes kendi zihniyetini gösteriyor filmlerde, dizilerde… İnancı, imanı olmayan biri Osmanlı’yı nasıl anlayacak da doğru anlatacak? Yani “ben hükümdar olsam böyle yaşarım” demek istiyor. “Müslüman bir sultan nasıl olur” bu mantık yok adamlarda. Yarı masal, yarı yalan, biraz entrikayla, suni mesaj kaygısıyla tarihi ve sinemayı altüst ettiler. Köküne kezzap döktüler. Nasıl seyredeyim bu saçmalıkları?

O kadar sinema birikimini birden bıraktınız! Doğru mu yaptınız?

İlk bakışta yanlış gibi görünse de bu sektörde yapacağımı yaptım. Alnım açık, yüzüm ak, zaten vaktim de yok. Çocuklar için faydalı olduğuna inandığım kitap projelerim var şimdi. Cenab-I Allah ömür verirse onları tamamlamak istiyorum. On bir cild Ayşe ile Ömer serisi var, daha üçüncü ciltteyim. Aynı zamanda ressamım, kendi kitaplarımın resimlemesini de yapıyorum. Bir düzine çocuk hikâyeleri projem var daha bir adet yazmışım. O yüzden film, dizi seyretmeye, yeniden o kulvarda mücadele etmeye hem cesaretim yok, hem de vaktim… Sabah saat yedide evden çıkıyorum gece yirmi birde dönüyorum. Yemek, namaz saymazsak full çalışıyorum. Bu yaşta böyle çalışmak kimseye kolay kolay nasip olmaz. Şunu da anladım ki; iş yapmak, eser ortaya koymak isteyenin fedakârlık yapması şart. Bir insan; “hem gezip oynayacağım, hem iş yapacağım” diyerek muvaffak olamaz! Kesin böyle. Bir koltukta iki karpuz taşınmıyor. Bakın, görün; tarihte böyle üstün başarılı insanların hepsi de aşırı fedakârlık gösterenler.

Son olarak gençlere birkaç cümle tavsiyeniz var mı?

Gençlere tavsiyem; akılları varsa, mutlaka var; etraflarına ibretle baksınlar. Bir kere; “hayat ne demektir” sorusunu kendilerine sorsunlar. Küçükken bu soruyu çok sorardım kendime. Yine insan “doğduğu günden bu yana tek bir yolculuğa çıktığını” düşünmeli diyorum, bu da “ölüm yolculuğu.” Yani doğan bir insan her an ölüme doğru yürüyor, o akıbetine yaklaşıyor. Siz buraya geldiğinizden bu yana neredeyse bir iki saat geçti. Yani, o kadar daha ölüme yaklaştık. Bir ölüm yolcusu ne yapacaksa onu yapmak gerekir, diye düşünüyorum. Bunun için de ömrümüzün kıymetini bilelim, her şeye yetmediğini de… Hayat çok çok kısa. Şimdi ben altmış dört yaşına gelmişim, daha dün gibi… Siz de diyorsunuzdur kendi nefsinize bunu. Şimdiden; “yirmi sene, kırk sene nasıl geçti” diyorsunuz. Babam yüz küsür yaşında, “daha dün gibi” diyor hâlâ çocukluk hatıralarını anlatıyor. Eski peygamberler zamanında bin sene yaşayanlar var. Düşünün bizim ömrümüzün kısalığını… “Hızla ölüme doğru gidiyoruz” hakikatini iyi düşünmeli, ona göre de dünya için, ahiret için hazırlık yapmalıyız. Bunu için zamanı iyi kıymetlendirmeleri lazım gençlerin ve bütün her yaştaki insanların. Okuyanlara, gençlere tavsiyemiz olsa olsa bu olur.

Ömrü en iyi şekilde doğru kitap okuyarak, namazını dosdoğru kılarak, faydalı şeylerle geçirmeleri lazım. Boş vakit yok. Geçirdin mi uçtu gitti. İstesende geri getiremezsin “eyvaah!” desen de nafile. Oysa bir takım elbise alsan, beğenmesen giymeyiverirsin. Olmadı değiştirirsin. Ama geçen zamanı değiştirme, bir daha yaşama şansın hiç yok. Yüz maddelik işin varsa en kıymetlisini en ehemmiyetlisini en önce ve zamanında yapmalısın. Seyyid Abdülhakim Efendi’nin dediği gibi: “Ehemmi mühime tercih etmek lazım…” Yani bir önemli var, bir de daha önemli olan var. Daha önemliyi seçerek zamanı iyi kıymetlendirmeli. Gençlere bu işin ehemmiyeti hissettirilir, doğru davranışlar öğretilirse bence bu onlar için kâfi olur.

Efendim bize vakit ayırdığınız için teşekkür ederiz.

Biz de size teşekkür ederiz, hissiyatımı paylaştığınız için.
***

Ahmet Faruk Şenkaya

Ahmet Faruk Şenkaya

İlahiyat fakültesi mezunu,
Yazı yazmasının sebebi; yazarken hem kendisi birşeyler öğrenmek hem de öğrendiklerini başkalarıyla paylaşmak,
Herhangi bir iddiası yok.

3 comments

Bu site reCAPTCHA ve Google tarafından korunmaktadır Gizlilik Politikası ve Kullanım Şartları uygula.

Bizi Takip Et!