Kelâmbaz

Devlet-i Aliyye’nin Aynası Mimar Sinan

Daha ismini duyunca, okuyunca, zikredince hayranlıkla karışık ürpertiye gark olduğunuz şahsiyetler vardır. İmkân olsaydı da beş dakika görüşseydim, zekâlarının, nadir yaratılmış kabiliyetlerinin bir parçasına da ben şahit olsaydım arzusuna kapılırsınız. Benim için bu büyük şahsiyetlerden bazıları: Piri Reis, Uluğ Bey, Ali Kuşçu, Fatih Sultan Mehmed ve tabii ki Mimar Sinan… Liste uzayıp gider ama bu kadarla iktifâ edelim şimdilik.

Listeden Mimar Sinan’ı seçiyorum ve naçizane bir iki kelâm etmek istiyorum bende uyandırdıklarına dair.

Eğer Osmanlı medeniyetinin altın yapraklı bir kitabı yazılacaksa, Mimar Sinan bu kitabın ön kapağı olmalıdır. Öyle bir kapak ki kitabın sayfalarını bir an evvel çevirmek için sabırsızlandırır. Mimar Sinan Osmanlı medeniyetinin aynasıdır, kimliğidir ve elbette yüzlerce senelik kültürümüzün medar-ı iftiharıdır.

Tanpınar’ın kaleminden…

Ahmet Hamdi Tanpınar Beş Şehir isimli eserinin bir bölümünde Evliya Çelebi ve Mimar Sinan’ı aynı cümlede buluşturuyor. Her ikisini de “vatan haritasını benimsemişlerdir” şeklinde methediyor.

“Cedlerimizden iki kişi vatan haritasını benimsemişlerdir. Bunlardan birincisi Mimar Sinan’dır. XVl. asır Türkiye’sini onun eserlerinde bulmak daima mümkündür. İmparatorluğun bu dehâdan payını almamış pek az büyük şehri vardır. O kadar ki Sinan denilince gözümün önünde son derece nisbetli yontulmuş bir mücevher dizisine benzeyen irili ufaklı binalar, ta Macaristan içlerinden başlayarak Akdeniz’e ve Basra Körfezi’ne kadar iner. İkincisi başlı başına bir vatan aynası olan Evliya Çelebi’dir.”

Koca Sinan’ın ismi kalbimi öylesine hareketlendiriyor ki, mimarlık biliminin esaslarını bilmememe rağmen eserlerindeki simetrinin baş döndürücü büyüsüne kapılıyor, zekâsını, kabiliyetini, taşa, çiniye, mermere akıttığı ruh dünyasını yakînen hissediyorum. Bu nadide eserler mimarlık dersleri almayanlara, tekniğini bilmeyenlere hitap etmez diye bir kaide yok tabii. Ama kimi insanlar bu kıymetli mücevherlere “iyi, güzel, geniş, ferah camii, yapanların eline sağlık, ama neticede taş işte canım” sığ bakış açısıyla yaklaşabiliyor. Bu saikle çağlar ötesine damga vurmuş bu eserlerden gözlerin temaşa zevki alabilmesi, manevî atmosferinin tesiriyle tüylerin diken diken olması herkese nasip olmuyor diye düşünüyorum.

İstanbul’da ikamet edip de şehrin silüetinin demirbaşı, yüzlerce senelik bedeninin can damarı Süleymaniye Camii’ni hâlâ görmemiş olanlar var mesela. Bu nasıl bir talihsizliktir; ki bir defa Süleymaniye’nin lezzetini alsalardı, eminiz onu tekrar tekrar görme iştiyakı duyarlardı.

Ayaklarınızı ve kalbinizi mıknatıs gibi kendine çeken bu abidevî külliyeyi hakkıyla tanımaya bir ziyaret kâfi değildir zirâ. Ta asırlar evvelinde, sırf insan kuvvetiyle, üzerinde bulunduğu topoğrafyayla kusursuz bütünleşen böylesine ihtişamlı bir eser inşa etmiş sanatçıya hayranlık beslemek elbette ruhun tabiî refleksi.

Mimar Sinan’ın en parlak yıldızı

Bendeniz Koca Sinan’ın sanatının üç basamağını oluşturan Şehzade, Süleymaniye ve Selimiye Camii üçlüsünden en çok Süleymaniye’ye vurgunum. Bu sebepten yazının merkezine Süleymaniye’yi aldım.

Birçoklarına göre de uzun ve bereketli ömrü boyunca onlarca şahesere imza atan, topraklarımızı çeşit çeşit yıldızlarla süsleyen Mimar Sinan’ın en parlak yıldızıdır Süleymaniye Külliyesi. O, parlaklığını mimarî mükemmelliğinin yanında, şehirlerin yıldızı İstanbul’un en güzel mevkiine kurulmasından da alıyor. Devlet-i Aliyye’nin merkezi İstanbul’un ışığı ona, onun ışığı bizlere aksediyor.

Tanpınar’ın vatanın aynası dediği diğer tarihî şahsiyet Evliya Çelebi der ki:

“Süleymaniye Camii’ni ziyaret eden bir grup Avrupalı mimar ve bilim adamı şöyle söyler: Bütün Avrupa’da geometri bilimi açısından böyle örnek ve mükemmel bina görmedik.”

Yine Tanpınar’ın Beş Şehir kitabından çoğumuzun bildiği bir paragrafla devam edelim:

“Cedlerimiz inşa etmiyorlar, ibadet ediyorlardı. Maddeye geçmesini ısrarla istedikleri bir ruh ve imanları vardı. Taş, ellerinde canlanıyor, bir ruh parçası kesiliyordu. Duvar, kubbe, kemer, mihrap, çeşme, hepsi Yeşil ‘de dua eder, Muradiye’de düşünür ve Yıldırım ‘da harekete hazır, göklerin derinliğine susamış bir kartal hamlesiyle ovanın üstünde bekler, hepsinde tek bir ruh terennüm eder.”

“Kubbeyi Yere Koymamak”

Tanpınar’ın dediği gibi cedlerimiz sadece inşa etmiyorlardı. Vazifeleri bir eseri meydana getirmekle bitmiyordu. Eserin büyüklüğü gölgelenmesin diye tedbirler alırlardı. Süleymaniye’nin ihtişamına zeval gelmesine mani olmak için de tedbir almışlar, etrafındaki binaların pencerelerini nisbî olarak küçük tutmuşlardı. Mimar Turgut Cansever “Kubbeyi Yere Koymamak” isimli kitabında bu inceliği şöyle izah ediyor:

“Süleymaniye’nin çevresindeki evlerin pencereleri Süleymaniye’yi daha büyük göstermek için şehrin vasatî pencere ölçeğinden daha küçük imâl edilmişti. Üsküdar Mihrimah Sultan Camii’nin arkasındaki sadrazam konaklarında pencere ölçüleri camiyi daha büyük göstermek gayesiyle 90 cm yerine 75 cm olarak imâl edilmişti. Edirne Selimiye Camii’nin çevresindeki evlerin tavan yükseklikleri -ki Edirne’nin Selimiye ile değişen silüetini tamamlamak için bir grup ev Sinan tarafından yapılmıştır- 2,22-2,30 metre ölçüsünde inşa edilerek Selimiye’nin yüceltilmesi amaçlanıyordu.”

“Ve o kutlu caminin kubbeleri…”

Sinan’ın eserlerinde, bilhassa büyük camilerinin her köşesinde, her parçasında sanat, zekâ ve itinanın yanı sıra, insana ve dine elden geldiğince kıymet verme maksadını görüyorsunuz.

Bizzat Saî Mustafa Çelebi’ye yazdırdığı Tezkiretü’l Bünyan isimli otobiyografi ve hatıra kitabında bu itinasına şahit oluyorsunuz. Büyük Mimar Süleymaniye’de icra ettiği sanatın tılsımına kendisi de kapılıyor ve hislerini şöyle ifade ediyor:

“Ve o kutlu caminin kubbeleri açık denizin üzerini süsleyen dalgaları andırıyordu. Yüksek kubbesi ise gökyüzüne altınla nakşedilmiş bir nurlu güneş gibi açık ve aydınlıktı. Minareler ile kubbe, İslâm’ın kubbesi olan Sevgili Peygamber’i ve onun dört dostunu simgeliyordu. Sonunda caminin kubbesi kapandı ve diğer köşeler dengesini bularak tamamlandı. Hattatların kıblesi rahmetli Karahisarî müsennâ hattı ile kubbeye “Allahüyemsiku’s-semâvâtivel-arz” “Allah gökleri ve yeri nizamları bozulmasın diye tutuyor” ayetini sonuna yazdı.”

Bu coğrafyanın insanları medeniyetimizin mihenk taşlarından Mimar Sinan’a şükran borçlu. O ise Tezkiretü’l Bünyan kitabında titiz ve gayretli çalışmalarının karşılığı olarak hayır dua istediğini söylüyor sadece. Dua etmek yetmez; kıymetli mirasına vefa ve hürmet göstermek hepimizin vazifesi.

“Umut ederim ki, zamanın sonuna ve kıyamete dek yaptıklarıma göz gezdirecek temiz yürekli dostlar, çabamdaki ciddiyet ve gayreti öğrendiklerinde insaflı bir gözle bakıp beni hayır duayla anarlar inşallah.”

 

Tezkiretü’l-Bünyân tekrar basılmayı bekliyor. Bir kaç defa farklı ellerce latinize edilen eser; en son titiz bir çalışmayla Prof. Hayati Develi tarafından neşredilmişti. Ancak baskısı tükendi. Tekrar basılması büyük bir boşluğu dolduracak, hizmete vesile olacaktır. Mimar Sinan’ın ağzından hâtıraları ihtiva eden eser de çocukluk çağından mimarbaşı oluşuna kadar hayatı ve önemli altı eserinin yapılışını anlatmaktadır.

 

Zeynep Serhan Koşal

Zeynep Serhan Koşal

Yorum Yaz

Bu site reCAPTCHA ve Google tarafından korunmaktadır Gizlilik Politikası ve Kullanım Şartları uygula.

Bizi Takip Et!