Kelâmbaz
Bir İftar Hatırası; Oburlar Oburu Baba Yaver

Bir İftar Hatırası; Oburlar Oburu Baba Yaver

Ahmet Rasim’in 3 Ramazan 1331’de Tasvir-i Efkar gazetesinde yayınlanan hatırası. Baba Yaver adlı bir oburun Ramazan’da iftardaki yemek serüveni Ahmet Rasim’in kaleminden resmedilmiş. Mevzu hakkında çok detaya girmeden diline de dokunmadan yazıyı iktibas edelim. 

Belki on beş sene evvel idi. Merhum Baba Yaver ile hem yemek hem de misafir meraklısı bir zatın iftarına davetli idik. Baba, sahib-i hanenin hüsn-i tabiat ve nezaketini bildiği için daha yolda medhiyyata başladı. Kalın iştiha-engiz dudaklarını şapırdatarak neşesinden güldükçe koca karnını oynatarak vücud-ı mülâhhamıyla iki tarafa yalpa vurduğu sıralarda kesik, kısık sesiyle:

“-Aman Allah, aman Allah! Geçen sene çifte hindi fırını vardı. Sırt sırta vermişlerdi. Dün eteğini öptüm. ‘Merak etme hem ondan var, hem de sakız muhallebisinden dedi’ ” gibi şahsına has yerinmelerle bizi de imrendiriyordu.

Filvaki sofraya dizildiğimiz zaman iftariyenin revnak ve tenevvuu cümlemizin malumu olan hüsn-i tabiatın asar-ı zarîfesine işaret ediyordu. Zeytin, peynir, reçel, pastırma, sucuk, turşu, hardelya, havyar, balık dolma ve tuzlamaları, çörek, simit, pide envai zevk-ı şikem-perverîyi müstağrak-ı iltifat edecek surette istihzar edilmişti.

Baba bu takıma:

-Rüzgar!…

diye pek el uzatmadı. Hakkı da varmış. Çünkü o koca gümüş tepsi kalkınca kepçeleri son derece zarif, kendileri gayetle musanna üç büyük çorba kasesi kondu. Konar konmaz evvela işkembeden, onu müteakip, tavuk, hindi katıyla, suyuyla yapıldığında icmâ-ı tabbâhân vaki olduğu renk ve bü-yı bî-bahanesinden anlaşılan şehriyeden, ondan sonra da düğün çorbasından adeta bildiğimiz gibi birer kase dikti. Her kase ağzından ayrıldıkça göğsünü okşuyor, bize:

-Yumuşatır!…

diyordu. Bu aralık sol eliyle gizli bir harekette bulunduğunu hissettim. Pantolonun mani-i tahammül olacak engel ve düğmelerini çözüyormuş. Çorbalar kalkıp da ortaya Enderun yumurtası gelince kaşığa davrandı. Ekmeğe kim bakar? Biz tabağımıza birer miktar alır almaz lengeri önüne çekti. Gözler o siyeh-lika üzerinden garip dönüşlerle fırladığı halde ağız, çene bir hareket-i muntazamaya tab’an gelip gidiyor. Arada bana:

-İşte bu yumurta mide döşer!..

diyordu. İyice hatırımdadır. Pideli kebaba da ikbal buyurdu. Emir dolmaya limonu bol gezdirerek:

-Bayılırım!..

diye girişti. Gelen turfanda bir sebzeden de yüz çevirmedi. Kaymaklı elmasiyeye:

-İşte yürek oynatan bu haspadır!..

teranesiyle saldırdı. Sofrada gülmeden kırılmayan kim kalıyordu.

Görülecek bir manzara idi. Elleriyle göğüs etlerine hamle ettikçe kopan parçalar an-ı vahidde ağzına gidiyor, bir iki çevrildikten sonra kayboluyordu. Bu yetmişlik, yetmiş beşlik obur bir aralık etrafına:

-Yiyen var mı?

istifsarıyla bakındı. Kim yiyecek? Bu sofrada tepsiyi önüne çekti. Dakika-be-dakika hindilerin iskeleti tebarüz ediyordu. Butlar, deriler, sırtlar, boyun halkaları sıyrıldıkça garnitür hükmünde duran patates puflalarına da nedret arız oluyordu. Bu keşmekeş-i misal arasında idi ki sahib-i hane:

-Baba, muhallebiden yemeyecek misin? Senin için ayrıca bir tabak yaptırdım. dedi. Boğulacak zannıyla korktum. Ağzı o kadar dolu idi ki, söz söyleyemiyordu. Yalnız cevap olarak gözlerini kapadı. Başını iki tarafa;

-Nasıl yemeyeceğim?..

tarzında salladıktan sonra kaşığını da gösterdi. Lokmayı indirir indirmez;

-Yaralıyım, merhemden vazgeçemem! nidasıyla müheyya-yı tedavi olduğunu söyledi. Velhasıl yedi. Muhallebiden sonra toprak kap içinde taneleri nar gibi kızarmış pilava varıncaya ne gelse yedi. Yedi ama siyahîye bir tutukluk arız oldu. Sofradan kalkamıyor, mıhlanmış gibi duruyordu. Yeni çıkma tiyatro komikleri ıstılahatından olup gayetle dik yaka giyen, hatta yarı korseli şıkların vaziyet-i şakuliyesini vasf yolunda irad olunan:

-Baston yutmuş!

gibi bir şekl-i sabit aldı. Yaver gık diyemiyordu. İşaret etti. İç kuşağını çevirdiler. Yine işaret etti. Koluna girdiler. Ağır ağır kaldırdılar. Ben tabiatını bildiğim için:

-Poyraz tarafına nazır bir pencere önüne götürün!

dedim. Götürdüler. Sandalyeye nasıl oturduysa öylece kaldı. Fakat sahib-i hane bir türlü rahat edemiyordu. Asabî, meraklı olduğu için Yaver’e bir hal olur korkusuyla oğunup duruyordu. En nihayet bana:

-Canım birader, gidelim soralım, bir ilaç milaç ister mi?

diye ibram ediyordu. Halbuki ne ilaç ister ne milaç! Bir saat uyusa kaffesini hazmederdi. Tabiat ve itiyadı böyleydi. Kendi ağzından işitmiştim: Sadr-ı esbak Fuad Paşanın yanında kilerci iken süferaya verilen kırk kişilik bir ziyafette böyle bir sofraya tevzi edilecek terbiyeli paça ile fırında makarnayı cümlenin nazar-ı hayreti önünde ekl ü bel’ etmiş ve kendisini bir saat kadar poyraza verdikten sonra kilere giderek fart-ı hararetten dolayı iri, billur kâselere yapılır limonatadan bir hayli içmiş imiş. Onun için ben hiç telaş göstermedim. Maahaza beraberce gittim.

O zarif, o nazik mîzban yanına kemal-i şefkatle yanaştı. Eliyle omuzuna hafifçe vurarak:

-Baba, baba rahatsızsın. Bir şey ister misin? Sana bir şey aldırayım mı? Dedi. Onun tabiri veçhile:

-Aman Allah!

Yaver ne hale gelmişti. Yüz siyahlığını kaybetmiş, dudaklar mosmor olmuş titriyordu. Sandalyede ilk aldığı vaziyeti kaybetmediği cihetle elleri dizlerinde idi. Ev sahibinin hitabı üzerine gözlerini açtı. Damar damar kan bürümüş idi. Zavallı dostum hala:

-Bir şey ister misin, konyak vereyim mi?

diyerek müsterhimane yüzüne bakıyordu. Birdenbire gürültülü bir ses aksetti. Gelen cevap şöyle idi:

-Konyak istemem. (Elleriyle iri bir parçayı işaret ederek) Bir parça kızarmış ekmekle kaşar peyniri daha hazımdır!…

O da irkildi, ben de. Fakat muhibbim sapsarı olmuştu. Buz gibi kesilmiş elleriyle ellerimi tuttu… Bana;

– Gel! Al şu parayı, ver şu fellaha! Evden çıksın gitsin, şimdi bayılacağım! dedi.

Ahmet Rasim, Tasvir-i Efkâr, 3 Ramazan 1331/ 6 Ağustos 1913

1 comment

Bu site reCAPTCHA ve Google tarafından korunmaktadır Gizlilik Politikası ve Kullanım Şartları uygula.

Bizi Takip Et!