Kelâmbaz
Bir Başkatib Gözünden Osmanlı Maarif Sistemi

Bir Başkâtib Gözünden Osmanlı Maarif Sistemi

Bu yazımızda, Kayserili Başkâtipzade Teğmen Ragıp Bey’in mahalle mektebinden başlayarak, Osmanlı maarif sistemini, harb ve esaret yılları ile esaretten memlekete dönüşü esnasında yaşadığı hadiseleri yazdığı ve Tarih-i Hayatım ismiyle tab edilen hatıra kitabından alarak hazırlamaya gayret ettik.

Ragıp Bey, ilk tahsilini Kayseri’de mahalle mektebinde alır ve talebeler arasında kabiliyetiyle öne çıkınca İstanbul’a gitmesi tavsiye edilir. Bu süreç içerisinde, Ragıp Bey Osmanlı Maarif teşkilatını ve teşkilattaki bozuklukları çok güzel tespit etmiş ve hatıratına yazmıştır. Ragıp Bey’in hatıratında maarif teşkilatını ele aldığı kısmın öz Türkçeden günümüz Türkçesine sadeleştirilmiş hali şöyledir;

İslamiyet dünyanın her yanında şimşek hızında yayılmaktaydı. Fethedilmiş toprakların halkına, İslamiyetin sırlarını ve şeri hükümlerini anlatarak halkı küfürden korumak en önemli işlerdendi. İslamiyet’in başlangıcından itibaren şeri ilimleri anlatmak için her memlekette âlimler ve kâdılar bulunurdu. Nihayet Osmanlı devrinde bütün Anadolu ve Rumeli halkı, çeşitli milletlerden olup, çoğu Müslümanlar ise sonradan İslamiyete girenlerden ibaret olduğundan ve bütün şehir kasaba ve köylere imam, hoca, tayininin hükümete büyük bir masraf açacağı gibi imkan haricinde bulunduğundan İstanbul, Bursa, Edirne, Konya, Kayseri vesaire medreselerinde tahsilde bulunan hocaların ve ilim talebelerini hiç olmazsa senede üç ay, derslerin tatil zamanında, yıldızların yayılması gibi kasaba ve köylere dağılarak oralarda hem halka mümkün olduğu kadar şeri hükümleri bildirmek ve hem ezan-ı Muhammedi ve beş vakitte farz namazları kıldırmak ile dini vazifeleri icra ederek halkı İslamiyyetin adetlerine teşvik etmek ve sevdirmek maksadıyla Yüksek Devlet İşlerine, hocalar ve ilim talebeleri vazife isteğinde bulunurlardı. İşte bu ilim talebeleri gittikleri memleketin müftüsü ve kâdısı tarafından, aldıkları iyi hal ve izin vesikalarıyla köylere ve şehirlere gönderilir, halk tarafından sevgiyle karşılanırdı. Misafir hoca efendinin yiyeceğini, kalacak yerini ve hizmetini muhtar ile köy halkı nöbetle ifa edip, gece gündüz hocanın huzurunda toplanırlar, dini hükümleri öğrenirlerdi. Hoca efendi ezan okur, beş vakit namaz kıldırır, vaaz ve nasihat eder, teravih kıldırır, mukabele okur ve bu suretle halka doğru yolu gösterir, aydınlatırdı. Bayram (Ramazan) sonrası hoca efendi geri döneceğinden bulunduğu köy, mahalle halkı zekat, fitre, sadaka vesaireden hocaya para toplar ve hatta tahsil zamanında yardım için un, bulgur, yumurta, çamaşır da toplayarak hocaya hediye edilir ve hoca da bu suretle medresesine döndüğünde getirdiği harçlık vesair nevale ile sekiz dokuz ay medresesinde güzelce geçinirdi. Bu usule “cerr usulü” denilmiştir.

Bilhassa şehir ve köy ahâlisi istekle, üç aylar münasebetiyle gelecek talebe ve hoca efendileri bekler, hatta ilim talebelerine davetiyeler gönderirlerdi. Bu suretle mümkün olduğu kadar Anadolu ve Rumeli’nin en ücra köşe ve köylerine kadar İslamiyetin adetleri yayılmış ve İslamiyetin sağlamlığı muhafaza edilmiştir. Gerçi sonraları bu da sui istimal edilerek bir türlü dilencilik derecesine kadar ulaşmışdır. Lakin her ne olursa olsun, bu usul yıllarca kabul görmüş bir yöntem olup ilim talebelerinin bu husustaki gayretleri inkar edilemez bir gerçektir.

Bu devirde talebelerin yemekleri ve konaklamaları hükümet tarafından temin edilmemiştir. Eski imaretler zorbaların ve soyluların yerleri olmuş, talebeler için ise medrese hücrelerinde gecelemekten başka çıkar yol kalmamıştır. Ekmek, çorba dahi mahalliden başkalarına sarf edilmekteydi. Cerr usulüyle ilim talebeleri hem refah içinde olup harçlıklarını temin ediyor hem de cahil halk bilgilendirilmiş, aydınlatılmış oluyordu. Maalesef medreseler kapatılıp talebeler iltifat sahnesinden indirilip yüksek eğitime önem verildiği Cumhuriyet devrinde kasvetli, mülayim, korkunç kubbeler altındaki ışıksız medreselere (!) kıyasla betonarme, mermer salonlu, kaloriferli ve konforlu saray gibi muhteşem okul binalarında birçok hademe çalışır. Yatakhanelerinde karyola, yemekhanelerine masa, sandalye bulunur. Nefis yemekler çıkar. Çamaşırlar yıkanır, ütülenir ve dershaneler ısıtılır böylece talebenin okuması için her türlü ihtiyaçlar ve kolaylıklar temin edilir. Okullara öğrenciler getirip ve milletin bütün imkanları ilim kaynağı mekteplere verilerek bu talebelerin her türlü ihtiyaçları fevkalade temin edildiği, tahsilini tamamladıktan sonra da derhal vazife ve memuriyetlere tayin edilerek refah içinde yaşadıkları ve her zaman kendilerine büyük bir şeref ve öncelik tanındığı zamanlarda, maalesef çaresiz, cahil ve kimsesiz halkın aydınlatılması ve doğruların öğretilmesi hiçbir kimsenin hatırına bile gelmemiştir.

Eski medreseliler hem millete yük olmaksızın tahsil müddetince yetişirler ve hem de cerr münasebetiyle bütün halkı aydınlatır ve doğruları öğretirdi. Eğitimlerini tamamladıktan sonra ise kendi emek ve gayretleriyle birer müderrislik, müftülük vesair hitabet, imamet gibi vazifelerle hayır hizmetinde bulunarak geçinirlerdi.

Netice olarak; medreseliler devrinde sefil, mutaassıp, ekseriya zorba, yobaz talebeler(!) kovularak yerlerine getirilen öğrenciler pek rahat, mesud, nazlı, zübbe beylerden ibaret olarak millete dert ve baş belası oldular. Hatta bunlar kendilerini milletten başka, seçkin sınıf addederek millete hakaret etmeye, İslamiyetin akide ve terbiyesinin tersine hareket etmeye başladılar. Mektepten çıktıktan sonra ise halkın dertlerine derman olmak için Anadolu’nun ücra köy ve kasabalarına değil şehirlere bile memur olarak gitmeye tenezzül etmeyerek hepsi de İstanbul, Ankara gibi merkezlerde kalmaya birer çare, vasıta aradılar. Ve bu suretle cahil halk ihmal edilip millî, İslami adetler büsbütün unutulmaya yüz tuttu.

Netice

Peki şimdi ne yapılmalı? Her talebe kendi arzusuna ve kabiliyetine uygun olan alanı çok gecikmeden tespit etmeli, ardından bu alana ait ilimleri öğrendikten sonra bunları uygulayacağı bir ortam tahsis edilmeli. Misal; İmam Hatip talebeleri okul haricinde camilerde, Kur’an kurslarında mesleki vazifeleri yerine getirerek bu işte kabiliyet ve medeni cesaret kazanmalıdır. Nitekim son asrın alimlerinden Abdülhakîm Arvâsî hazretleri “Bir işi iyi yapmak, çok yapmakla mümkündür” buyurmuştur. Bu misalden yola çıkarak diğer alanlara da tatbik edilebilir. Eğer talebelerimizi bu usul ile yetiştirmezsek, maazallah ellerinde diploması olan lakin hiçbir işte tecrübesi olmayan insanlar ülkesi oluruz. Rabbim böyle olmaktan muhafaza eylesin.

3 comments

Bu site reCAPTCHA ve Google tarafından korunmaktadır Gizlilik Politikası ve Kullanım Şartları uygula.

  • Ağzınıza, Yüreğinize, Kaleminize sağlık. Cenab-i hak nazardan muhafaza eylesin. Devamını bekliyoruz insaallah.

Bizi Takip Et!